Zeynep Bilgehan

İmece usülü girişimciler

2 Haziran 2012
Geçen hafta Facebook halka arz edildi; Mark Zuckerberg dünyanın en zenginlerinden biri oldu. Eğer siz de, “Bu fikir benim de aklıma gelmişti ama destekçim yoktu!” diye dert yananlardansanız kalabalıklardan para toplama anlamına gelen crowd-funding’le tanışın

İmece usülü girişimciler modelinin fikir babası Perry Chen. Müziğe meraklı Chen bir konser organize etmeye çalışırken canına tak etti: “Bütçe toplamak bu kadar zor olmamalı!” diyerek internet üzerinden destek aramaya başladı ve ortaya, ‘kalabalıklardan para toplama’ olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz crowd-sourcing modeli çıktı. Chen, yanına Charles Adler ve Yancey Syrickler’i de alarak 2009’da İngilizce ‘marşa bastıran’ anlamına gelen ‘Kicstarter’ adlı siteyi kurdu.

HAYIR İŞİ YASAK

Sitenin amacı genç sanatçı, müzisyen, mucit ve girişimcilerin projelerini gerçekleştirmelerini sağlamak. Sistem şöyle çalışıyor: Yapmak istediğinizi kısa bir videoyla anlatıp kickstarter.com’a gönderiyorsunuz. Proje içerikleriyle ilgili bir sınır yok. İcat ettiğiniz bir cihazın üretimi için de, açmak istediğiniz bir sergi için de para toplayabiliyorsunuz. Gereken para miktarını ve zaman hedefinizi belirliyorsunuz. Destekçilerinize cazip ödüller teklif ediyorsunuz. Örneğin fotoğraf sergisi açmak istiyorsanız; 10 liralık destek karşılığında sergiye indirimli giriş, 20 liralık destek karşılığında imzalı fotoğraf sahibi olabilme imkanı tanıyorsunuz. Projelerin içeriğiyle ilgili tek şart; sosyal projeler yararına veya bağış amaçlı olmaması. Elde edilen geliri kendi yararınıza kullanmalısınız!

YATIRIMCIYA ZIRNIK YOK

Belirlenen zaman içinde hedeflediğiniz desteğe ulaşırsanız Kickstarter, elde edilen paradan yüzde 5 komisyon aldıktan sonra kalanı size veriyor; ödüller de destekçilere dağıtılıyor. İstenilen miktara ulaşılamazsa hiçbir kesinti olmadan paralar destekçilere iade ediliyor.
Kickstarter sayesinde küçük girişimciler iyi fikirlerini, büyük yatırımcılara hisse vermek zorunda kalmadan gerçekleştirebiliyor. Kickstarter destekli filmler festivallere katılıyor, restoranlar açılıyor, sanat eserleri ünlü bienallerde sergileniyor. Bugüne kadar finansman arayan 50 bin projenin neredeyse yarısı başarılı oldu. Toplamda 200 milyon dolardan fazla para toplandı.

İKİ SAATTE FONLANDILAR

Kickstarter’ın en büyük kazananlarından biri mühendis Eric Migicovksy. Migicovksy, akıllı telefonundaki bilgi ve uygulamaları kol saatinde görebileceği Pebble adlı bir ürün yarattı. Finansman isteyeceği yatırımcılardan randevu alamayınca projesini Kickstarter’a koydu. Amacı, bir Pebble karşılığında herkesten 99 dolar alarak 100 bin dolara ulaşmaktı. Ürün öyle ilgi gördü ki hedeflenen miktar iki saat içinde toplandı. Haftaya cuma bitecek teklif için şu an 63 bin 979 kişinin desteğiyle 10 milyon dolara yakın gelir toplandı. Üstelik iş büyüdü, imkânlar arttı; 10 bin dolar destek karşılığında Pebble’ın distribütörü bile olabiliyorsunuz!

Yazının Devamını Oku

Güne bir disko molası

26 Mayıs 2012
Sabah güne enerjik başlamak için neye ihtiyacınız var? Kahve? Spor? Peki üç dakikalık bir doz disko seansına ne dersiniz? Hatta akşamüstü disko keyfi de fena olmazdı hani

Saat 09.30’da bir ‘basın kahvaltısı’ için Le Meridien Oteli’ndeyim. Ancak giriş katında hiç de otel lobisine benzemeyen bir ortam var. Daha ziyade şık bir gece kulübünün girişine benziyor. Kırmızı şık bir kapı, kordonlar, kapıda görevliler, etrafta içeri girmeyi bekleyen kalabalık... En çok kahveye ihtiyacım olan saatte neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Kapısında ‘adamlar’ bekleyen gece kulüplerinden hiç hoşlanmadığım için tedirginlikle etrafta bakınırken görevli hostes “Haydi içeri” diye beni davet ediyor.

ÜÇ KAHVE GÜCÜNDE ORTAM

Gündüz kıyafetlerimle butik bir diskonun içindeyim! Karanlık ortam, yanıp sönen ışıklar, yüksek müzikle parti kıyafetleriyle dans eden kızlar-erkekler... Hızlı tempoyla aniden silkindim. Sabah sabah içinde olmayı hiç beklemediğim bu ortamı bir süre kenardan izledim. “Gece dans ederken biz de böyle görünüyoruz demek, hiç fena değil!” diye düşünüp eğlenceyi kıskandım. Tam içimdeki dans etme isteğine daha fazla karşı koyamaz hale gelmiştim ki bir anda herkes dondu. Işıklar kapandı, müzik durdu. Kibarca bizi mini diskodan dışarı çıkarıp gerçek hayatın devam ettiği lobiye aldılar... Üç dakika süren performans bende üç bardak kahve etkisi yarattı. “Evet, haydi gün başlasın!” diye hayata döndüm!

KEPÇE KULAĞA SANATÇI ELİ

Bu ilginç deneyimin vesilesi, Le Méridien ve illycaffè’nin ortaklığında, Yasemin Baydar ve Birol Demir’den oluşan :mentalKLİNİK’in tasarladığı ‘Sanat Koleksiyonu Fincanı’nın tanıtımıydı. Ünlü İtalyan espresso markası illy’nin kepçe kulaklı sempatik fincanlarını bilirsiniz... Marka, 1992’den beri çağdaş sanatçılarla işbirliği yaparak bu fincanlara tasarım eli değdiriyor. Bugüne kadar işbirliği yapılan sanatçılar arasında Pedro Almadovar, Anish Kapoor, Michelangelo Pistoletto and Marina Abramovic, Jeff Koons ve Bob Rauschenberg, James Rosenquist ve Julian Schnabel var. 60’ı aşkın işbirliği sonucunda imzalı ve sınırlı sayıda üretlien ürünler dünya çapında satışa çıkıyor ancak fincanlar tükendikten sonra bir daha üretilmiyor.

PARLAK, İHTİŞAMLI VE OYUNCU

Ve illy, ilk defa bu yıl Türk sanatçılarla çalıştı. :mentalKLİNİK’in tasarladığı fincanlar, sanatçıların tüketim ve üretim alışkanlıklarına odaklanıyor. Zarif fincanlarda estetik anlayışlarındaki minimalistliği hemen fark ediyorsunuz. Beyaz porselen fincan ve tabağı, ışık ve kırılmanın etkisiyle farklı desenlerin de ortaya çıktığı son derece sade geometrik şekillerden oluşuyor. Ancak parlak ve yaldızlı rengi da hareket katıyor. Yasemin Baydar, bardakları kısaca “Parlak, ihtişamlı ve oyuncu” diye tanımlıyor.

Yazının Devamını Oku

Derbi sonrası stres bozukluğu

19 Mayıs 2012
Geçen haftanın gündemi malum derbiydi. Maç da, sonrasında çıkan olaylar da çok konuşuldu. Sonuç olarak Süper Lig bitti ama benim kâbuslarım bitmedi. İlk Galatasaray-Fenerbahçe derbisi deneyimimden çıkardığım ders, huzur için Türkiye’de futbol trendlerinden uzak durmak gerek.

Hayatımda gittiğim üçüncü maçtı. İlki uzun zaman önce Ankara’da bir Galatasaray-Gençlerbirliği karşılaşmasıydı. Sakin başladı, sakin bitti. İkincisi, üç yıl önce İnönü Stadyumu’nda oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçıydı. Tribündeki ortam beni yepyeni bir dünyayla tanıştırmıştı; taraftar ruhu, heyecan, sevinç ve küfür... Maç berabere sonlanmıştı diye hatırlıyorum. Stattan iyi hislerle ayrılıp hayatıma yine maça gitmek için özel bir isteğim olmadan mutlu bir insan olarak devam ediyordum ki...

FELAKET FİLMİ SAHNESİ

Geçen haftaki derbi öncesi, Hürriyet Dünyası için Kadıköy’deki havayı anlatmak üzere kendimi Şükrü Saracoğlu Stadı’nın önünde buldum. Etraftan gelen, “Bu herhangi bir maç değil, yüzyılın maçı!” yorumlarıyla havaya da girdim. Spor muhabirleri İsmail Er ve Ahmet Ercanlar’la taraftarın arasına karıştık. Heyecana ortak oldum. O kadar ortak oldum ki, maçın başlamasına iki saat kala gerçekleşen ilk olayları heyecanlı taraftarların coşkusu zannettim. “Neler oluyor, orada bir hareketlenme var!” diye bakınırken beni Şeref Tribünü Locaları’nın girişine soktular. İçeri girdikten iki dakika sonra ortalık savaş alanına döndü. Taş ve şişeler havada uçuştu. Havayı biber gazı kapladı. Genç taraftarlarla çoğunluğu yine genç olan polisler çarpıştı; ortalık fena gerildi. Gördüğüm manzara bir felaket filmiydi; uçan şişeler ve biber gazından kurtulmak için kapalı alana sığınmaya çalışan çocuklu aileler kepenkleri kapanan VIP girişinin kapılarını zorluyordu...

ETRAF MAÇTAN HEYECANLIYDI

Şiddet dalgası başladığı gibi ansızın sona erdi. Kızgın kalabalık etrafı yerle bir etmiş olarak dağıldı. Ancak bu sefer maç başladı ve başka bir şiddete maruz kaldık; psikolojik! Gerginlik zaten had safhada. Benim ilgim maçtan ziyade etrafta olduğundan 90 dakika şunları izledim: Bulunduğum basın tribününün dört yanında en az sekiz kavga, hakeme kızıp kendini tribünlerden aşağı atmak isteyen arkadaşlarını zorlukla zapteden bir grup, meşalelerden çıkan bir yangın ve durmaksızın değil ama sıklıkla küfürlü tezahürat...
Maç ortamlarının yabancısı olduğumdan bunlar belki olağan sahnelerdir. Ancak maç sonucunda sahada çıkan meydan savaşı ve basın odasına sığınan gaz mağdurları karşısında şoke oldum. Orada uzun süre mahsur kaldığımızdan balkondan stat dışındaki olayları da canlı izledim: Stat önündeki polis ordusuna karşı mevzilenmiş kızgın taraftarlar... Bir taraf yanan meşaleler atıp insanları yakıyor; diğeri yoldan sadece geçmekte olanlar dahil herkesi boğan biber gazını fışkırtıyor... Kendimi Suriye muhabiri gibi hissettim; “Vay, ne maceraydı!” diye eve döndüm.  

ÇİZGİ FİLM TERAPİSİ

Fakat tanıklık ettiklerimden sonra bir nevi derbi sonrası stres bozukluğu yaşıyorum; bir haftadır hayattan soğudum. Tedirgin bir ruh hali içindeyim. Haberlerden uzak durmak, eve kapanıp saatlerce çizgi film seyretmek istiyorum. Ben çok geçmeden normale dönerim ama merak ediyorum; böyle bir ‘maç’ deneyimi yaşamış, genç yaşta biber gazını deneyimlemiş çocuklar acaba ne hissediyor? Evet, televizyonlarda şiddet var; vurdulu kırdılı filmleri izliyorlar. Ama ailece maç seyretmeye gelip bir nevi iç savaşa bizzat tanıklık ettikten sonra psikolojileri ne durumda?

Yazının Devamını Oku

Evli, mutlu, eşcinsel

12 Mayıs 2012
Eşcinsellerin ekranda yalnızca bir mizah öğesi olarak kullanıldığı günler geride kaldı. Henüz bizde değil tabi ama ABD televizyonlarında bu sezon hiç olmadığı kadar fazla evli, mutlu ve stereotiplerden uzak eşcinsel karakter var.

Televizyon ekranı eşcinsel hakları devriminin en geç gerçekleştiği mecra. Biz ne yazık ki o aşamaya hâlâ çok uzağız ama ABD şu aralar bu konuda altın çağını yaşıyor. Amerikalı izleyiciler, televizyon ekranlarında eşcinselleri önce yalnızca hikâyeye ‘komiklik katan figür’ olarak gördüler. O halleriyle fazla karışıklık yaratmadılar. 1990’ların ortalarındaysa ekrandaki eşcinseller tartışma konusu oldu. Meşhur televizyon yıldızı Ellen DeGeneres, 1997’de cinsel kimliğini açıkladığında kriz olmuş; 1998’den 2006’ya kadar yayınlanan Will & Grace dizisiyse izleyenleri eşcinselliğe özendirdiği gerekçesiyle çok eleştirilmişti.

STEREOTİPLER YIKILDI

O günler artık çok gerilerde kaldı... Bu sezon, Glee dizisinde (Bizde çok da uzun ömürlü olmayan MUCK dizisinin ilham kaynağıydı) transeksüel bir karakter yer alacak. Türkiye’de de gösterilen ve tabii ‘Doktorlar’ adlı yerel versiyonu da bulunan Grey’s Anatomy’nin lezbiyen doktorları Arizona ve Callie geçen yıl evlendi. Bu sezon evlilik hayatına adapte olmalarını izliyoruz. Geçen sonbaharda ikinci Emmy ödülünü alan Modern Family’deki gay çift Cameron ve Mitchell ikinci çocuklarını evlat edinmek için uğraşıyor. Happy Ending adlı diziyse ‘efemine, sürekli güzellik ve bakımdan bahseden, ilişkileri en fazla bir gece süren’ eşcinsel stereotipini yıkan karakteriyle beğeni topluyor. Gelen şikayetlerse yok denecek kadar az.

MUHAFAZAKÂR HAYRAN

Yapımcılar dizilerdeki eşcinsel karakterlerin çok sevildiği ve daha fazlalarının olması için baskı olduğunu belirtiyor. ABD’nin muhafazakâr başkan adayı Mitt Romney’nin bile Modern Family hayranı olduğu biliniyor. ABD Başkan Yardımcısı Demokrat partili Joseph R. Biden’ın eşcinsel evliliğini desteklediğini açıklamasından sonra alevlenen tartışmalar çerçevesinde de dizilerin etkisi çok konuşuldu. Biden, dizilerdeki eşcinsel karakterlerin, izleyicilerin gay, lezbiyen ve transeksüellerle ilgili önyargıların kırılmasında oynadığı büyük rolü, “1998’den 2006’ya kadar yayınlanan Will & Grace, Amerikan toplumunu herkesten daha fazla eğitti” diye ifade ediyor. Biliyorsunuz son olarak Başkan Obama da eşcinsel evlilikten yana tavır koydu.

FETİŞ

Kanallar arasında kaybolmadan,“Hangi kumada nerede?” derdine son.

Yazının Devamını Oku

Doğu’dan havalı şeyler

5 Mayıs 2012
Cazibe merkezlerinin Batı’dan Doğu’ya kaymasından en çok faydalanan ülke, çölü ve petrolüyle meşhur Birleşik Arap Emirlikleri. Çünkü bu nimetleri avantaja çevirerek Arap Yarımadası’nın en turistik bölgesi oldu. Dubai zaten aldı başını yürüdü; Abu Dabi de ona yetişiyor. Emirlikler’den havalı şeylere buyrun.

MERDİVENALTINDA TASARIM ABAYALARDünyanın en büyük alışveriş merkezi Dubai Mall’a göz attım. Gerçekten yok yok; en lüks mücevher markaları, en trendy giyim-kuşam dükkanları... Bu varlık içinde sadece, kadın nüfusunun yüzde 70’inin giydiği yöresel kıyafet ‘abaya’ları bir türlü bulamadım; beni alışveriş merkezinin bodrum katında, tüm şaşaadan uzak, izbe bir yere gönderdiler. Ama yanlış fikir edinmemek gerekiyormuş; etiketlerdeki rakamlar Gucci elbiseyle aynı.

ÇÖLDEN KAÇIŞ YOKAbu Dabi, bir nevi Ankara. Sessiz, sakin. Bu şehirde ultra-modern gökdelenler yükseliyor ama bir yandan geleneksel, Arap mimarisi taşıyan yapılar da var.
Dubai’yse popülaritesini, çölün ortasına inşa ettiği fütüristik binalara borçlu. Aralarında en popüleri 2010’da açılan ve ‘Dünyanın en yüksek kulesi’ ünvanını taşıyan Burç Halife. 828 metre yüksekliğindeki binanın ‘En Üst’ diye anılan tepesine çıkmak için haftalar öncesinden randevu almak gerekiyor.
Yüksek bina cazibesinin içimizdeki maymundan kalan bir sevda olduğunu düşünmeme rağmen karşı koyamadım ve ‘En Tepe’ye çıktım; 126 katta sizi yine çöl manzarası karşılıyor...
Bu arada Dubaililerin ‘aşk nefret ilişkisi’ yaşadıkları çöl, turistler arasında gözde etkinliklerden biri. Özellikle havalar daha da ısınmadan, tam şu aralar çöl safarisinin tam zamanı!

FETİŞ

İftar sofrasındakileri unutun.

Yazının Devamını Oku

Atlanta ne dinliyorsa, o

28 Nisan 2012
Sizce dünyadaki müzik trendlerini hangi şehirler yönlendiriyor? Blues müziğin kalbi New Orleans mı? Yoksa Amerikalıların halk müziği Country’nin merkezi Nashville mi? Los Angeles ya da Chicago’ya ne dersiniz?

İrlanda merkezli Clique Araştırma Grubu’ndan Conrad Lee ve Padraig Cunningham, dünyadaki müzik dinleme alışkanlıklarını hangi şehirlerin yönlendirdiğini araştırdı. İkili, araştırmalarını müzik sitesi Last.fm üzerinden yaptı. Last.fm, en fazla dinlenen sanatçıların listesini coğrafi konumlarına göre belirliyor. Lee ve Cunningham da, 60 milyona yakın datayı analiz ederek 2003’ten bu yana 200 şehirdeki listelerin nasıl değiştiğini takip etti. İstatistiksel yöntemler kullanılarak hangi şehirlerin dinleyici alışkanlıklarını yönlendirmede ‘trendsetter‘ rolü üstlendiğini belirledi.

AVRUPA’DA OSLO VE PARİS LİDER

Sonuçlara göre, Kuzey Amerika’da hip-hop trendlerinde lider şehir Atlanta. Montreal, indie severlerin gelecek haftalarda ne dinleyeceklerini yönlendiriyor. Bu durumda New York’un indielerini barındıran Brooklyn semti bozulmuş olmalı...
Avrupa’da da ilginç sonuçlar var. Örneğin beklenenin aksine popüler müzikte lider Londra değil, Norveç’in başkenti Oslo. Avrupalı indie’lerse Paris’i takip ediyor. İstanbul, takip tablosunda ne yazık ki gerilerde; sadece Krakow ve Varşovalı dinleyicileri etkileyebiliyoruz.

KÜÇÜK AMA ETKİLİLER

“New York ve Londra yerine Atlanta ve Oslo mu?” diye şaşırabilirsiniz. Daha fazla ve değişik grupların çıkmasına imkan verdiği için trensetterların kalabalık nüfuslu şehirlerden çıkacağı düşünülür. Ancak araştırma, bu tezi kanıtlayacak delillerin yetersiz olduğunu gösteriyor. Yani, en azından müzik anlamında etkin olmak için büyük olmak gerekmiyor.
Ortaya çıkan bir diğer ilginç sonuç da benzer dinleme alışkanlıkları olan şehirlerin Last.fm’de birbirlerinden tümüyle farklı müzikler dinlemesi. Örneğin İngiltere’deki kardeş şehirler Birmingham ve Manchester’ın yerlileri birbirlerini etkilemiyor, yeni şeyleri keşfediyor.

DENEKLER SOSYAL MEDYA KULLANICILARI

Yazının Devamını Oku

Koş vatandaş koş

21 Nisan 2012
Son zamanlarda insanlar spor salonuna gitmeyi kesti; dere, tepe ve trafik demeden koşuyor. Her yerde koşu trendleri, rotaları, malzemeleri konuşuluyor. En son bir arkadaşım iş çıkışı yarım saatlik ev yolunu koşarak gittiğini anlatınca “Yok artık!“ diyerek koşu dünyasında neler olduğuna göz attım

Bana kalırsa bizim sokaklarda bırakın koşmayı, yürümek bile zor. Kendinizi adeta parkur yarışçısı gibi hissedersiniz; arabalar asla yol vermez, kaldırımlar sıkışıktır. Herkes yavaş hareket eder, tempo tutturamazsınız. Ancak yine de spor salonu yerine sokaklarda koşma trendi hızla yayılıyor. Bade İşçil, bu işin öncülerindendi. Nişantaşı’ndan İstinye’ye yürüyerek örnek olmuştu. Ancak koşu için daha popüler rotalar düz yollar; Beşiktaş-Bebek veya Beşiktaş-Sultanahmet... Üstelik spor salonunda nasıl sporunuzu saunayla taçlandırıyorsanız, Sultanahmet rotasını tercih edenler de egzersizlerini bir hamam keyfiyle sonlandırabilir!

Bununla beraber koşu için düzenlenen maratonlar ve katılımcı sayısı da artıyor. Geleneksel Avrasya Maratonu’yla birlikte, bu yıl katılabileceğiniz maratonlar; Likya Yolu Ultra Maratonu, Runfire Capadoccia, Bozcaada Yarı Maratonu...

İlk insan işini biliyormuş

Koşuya ilgi arttıkça değişik branşlar da türüyor. Son nokta; çıplak ayakla koşma trendi! Aslında çıplak ayakla koşmak yeni değil. Hatta çok eskilere dayalı bir gelenek. İlk insanlar, fiyakalı spor ayakkabıları olmadığından sürekli çıplak ayakla koşardı! 1960’da Etiyopyalı Abebe Bikila da olimpiyatlarda çıplak ayakla koşarak madalya kazandı.

Tabii, şimdi koşullar değişti. Daha ilk adımda tetanos olma riski ortaya çıktığından ayakkabısız koşmak önerilmiyor. Onun yerine minimalist, çıplak ayak hissiyatı veren ve o konseptte dizayn edilmiş ayakkabılar kullanılıyor. Peki çıplak ayakla koşmanın faydası ne? Ayaklara özgürlük, hızınızı sırf topuklardan değil ayağın ön kısmından da alabilmenizi sağlıyor. Ayrıca kasları kuvvetlendiriyor; sakatlanma riskini azaltıyor...

Müzik out, kitap in

İster sokakta, ister spor salonunda egzersiz yaparken müzik dinlemek de bu ara çok demode... Özellikle İngiltere’de son trend; egzersiz yaparken kitap dinleme! Koşu web sitelerinde insanlar artık müzikle beraber kitap önerilerini de paylaşıyor. Macera ve polisiye, koşuya en iyi giden türün başında geliyor. Özellikle Agatha Christie kitapları çok seviliyor. Katil kurbanına arkasından yaklaşırken, siz de o heyecanla hızınızı artırıyorsunuz! Komedi kitapları tercih edilmiyor çünkü gülmek, egzersiz sırasındaki nefes tempsonu bozuyor.

Trend, özellikle İngiltere’de çok yaygın ama bence sesli kitaplar dinleyerek yürümek İstanbul’a da çok yakışır; mesela Ahmet Ümit’in ‘Beyoğlu Rapsodisi’...

Yazının Devamını Oku

Cinsiyet partileri

14 Nisan 2012
Özellikle sosyetik hamilelerin yapmadan doğuma gitmedikleri ‘baby shower’ yani bebek partilerine artık aşinayız. Eski köye gelen bu yeni adet Türkiye’de yayıladursun, Amerikalılar başka bir hamilelik trendine sardı: Cinsiyet partileri

Bebekler için cinsiyet partilerinin çıkış noktası Amerikalı çiftlerin, “Bebeğimizin cinsiyetini, soğuk hastane odalarında doktorlardan öğrenmek zorunda mıyız?” derdi... Anne-baba adayları çocuklarının cinsiyetini artık özel ortamda öğrenmek istemiyor. Onun yerine tüm sevdikleriyle aynı anda aynı heyecanı paylaşmayı tercih ediyor. Bunun için de cinsiyet partileri düzenleniyor.

PASTA RENGİYLE ÖĞRENİYORLAR

Çiftler, ultrason teknisyeninden bebeklerinin cinsiyetini kendilerinden gizli tutmasını istiyor. Cinsiyet bilgisi, çifte kapalı bir zarfta veriliyor. Oradan doğruca bir pastaneye gidiliyor. Bebeğin cinsiyetini, ebeveynlerden önce mahalle pastacısı öğreniyor. Kolları sıvıyor; erkekse mavi, kızsa pembe bir pasta yapıyor. Dışını nötr bir renge boyuyor.
Bu sırada evde parti hazırlıkları başlıyor... Yemekler yapılıyor, etraf mavi veya pembe balonlarla süsleniyor. Aile üyeleri ve arkadaşlar toplanıyor. Evde bir maç havası yaratılıyor; davetliler iki gruba ayrılıyor. Bir grup pembe kıyafetlerle ‘kız takımı’, diğeri mavi kıyafetlerle ‘erkek takımı’ oluyor. Tezahürat yapılıyor; cinsiyetin ne olacağına dair bahisler oynanıyor. Ve... Pasta geliyor. Pasta kesilince içindeki renge göre alkışlar arasında bebeğin cinsiyeti kutlanıyor.

HAYAL KIRIKLIĞI KAYDEDİLİYOR

Cinsiyet partisi yapan çiftlerin sayısında son bir yılda müthiş bir artış var. YouTube’a sırf geçen altı ayda yüklenen cinsiyet partisi videosu sayısı 1.800. Parti organizatörleri etkinlik mönülerine ekliyor; ‘Kız mı yoksa erkek mi?’ temalı özel dekorasyon objeleri üretiliyor. Her şeyin paylaşıldığı modern zamanlarda kız veya erkek çocuk sevincini de aile ve dostlarla kutlamak güzel... Maksat parti olsun. Ancak bu bilgiyi özel ortamda değil herkesin içinde öğrenmenin ufak sıkıntıları da yok değil; çocuğunun cinsiyetinin içten içe erkek olmasını isteyen babaların kamera kayıtlarına yansıyan hayal kırıklığı gibi...

Beni yemediğin için teşekkürler anne

Hazır, bebeklerden bahsediyorken... Hollywood’da herkes doğuruyor; doğuranlar da garip çocuk yetiştirme yöntemleriyle dikkat çekmeye devam ediyor. En son ‘Mad Men’ dizisindeki rolüyle dikkatleri üzerine çeken ünlü oyuncu January Jones’un oğlu Xander’in doğumu sırasında kaybettiği enerjiyi geri kazanmak için kendi plasentasını yediğini itiraf etmesi çok konuşuldu. Jones bu işi yapan tek ünlü değil; Amerikalı aktör Tom Cruise ve eşi Katie Holmes da kızları Suri’nin doğumu sırasında plasentasını yediklerini söylemişti. Amerikalı televizyon yıldızı Mayim Bialik de ‘bağlanmalı ebeveynlik’ yöntemiyle 3 yaşındaki oğlu Fred’i hâlâ emziriyor... Garip yöntemlerde başıysa herhalde Alicia Silverstone çekiyor: Silverstone, oğlu Bear’ı, yiyecekleri önce kendi çiğneyip ardından oğlunun ağzına vererek besliyor. Zavallı Bear...

Yazının Devamını Oku