Paylaş
Bütün o muhteşem pastoral tablolar bugünlerde İstanbul’da yaşadığı atölyesinden çıkıyor… 25 yıla yakın resim yaptığı Ankara’dan sonra artık İstanbul’da. Ancak fiziki olarak! Zihniyse çocukluğunun geçtiği kırsal Anadolu’da… Ressam Yalçın Gökçebağ, bizi de tablolarından birinin içine doğru çekiyor, zamanda yolculuk yaptırıyor… 1940’ların Anadolu’sundayız… Gökçebağ, Denizli’nin Çal ilçesine bağlı bir köyde Tahir Bey ile Hayriye Hanım’ın üç çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geliyor. Babası, gezici başöğretmen. Günleri at üzerinde köyleri gezerek geçiyor. Gökçebağ dört yaşındayken ailece Zeyve Köyü’ne geliyorlar. Gökçebağ, “Çocukluğum orada geçti” diye başlıyor anlatmaya: “İki tepenin böğründe kurulmuş tam bir köydü! Üzümü meşhurdu. Bize de devamlı üzüm hesabı yaptırırlardı; ‘Bir kilo üzüm, şu kârdan ne kadar olur? Bana üzüm sepetlerini toplama işi verilirdi. Eşeğin sırtından hiç inmez, bağlarda dolaşır dururdum!”
AL YOYOYU, VER BOYAYI
Ancak Gökçebağ’ın tarımdan ve üzüm hesabından daha ilgili olduğu bir alan vardı; resim! İlkokul birinci sınıfta öğretmeni annesine, ‘Yeteneği var çünkü bu yaştaki çocuklar genelde resimleri karşıdan bakarak yaparlar. Yalçın hep profilden yapmış’ diye bilgi vermişti. İkinci sınıftaysa, dış güçlerin müdahalesiyle işin rengi değişmiş! Gökçebağ anlatıyor: “Okula Marshall Planı doğrultusunda yardım yapıldı. Bana mavi bir yoyo, arkadaşım Hüseyin Akdede’ye de pastel boya seti düştü. O devirde daha pastel boya diye bir şey yok. Hüseyin’le kurcaladık, tadına baktık şeker mi diye… Sonra ben ‘Boya mı acaba? Enteresan…’ dedim ve biz Hüseyin’le hediyeleri değiştik. O pastel boyayla ben açıldım ve okulun ressamı oldum! Derslerim de kötü değildi ama aşağı yukarı bütün okul boyunca resim ağırlıklıydım.” Bir diğer ilgi alanı müzikti… Bunda da babasının evde çaldığı cümbüş ve udun etkisi vardı.
Sene 1948, Başöğretmen baba Tahir Bey ve anne Hayriye Hanım ile...
KÖY ENSTİTÜSÜ’NÜN ‘TEMAYÜZ ÖĞRENCİ’Sİ
Bölgede, ilkokuldan sonra Köy Enstitüleri’ne gitmek yaygındı. Gökçebağ, orada öğretmenlik yapmış babasının da etkisiyle Gönen Köy Enstitüsü’nün sınavını kazandı. 11 yaşında yatılı okul günleri başladı… Peki nasıl bir yerdi bu köy enstitüsü? Neler yapılırdı? Anlatıyor: “Arıcılık, sığırcılık, ziraat bilgileri, bahçe tarımı, yani bir köye lazım olan ne varsa onları öğrendik. Ayrıca iş dersleri vardı; tabure nasıl yapılır, sıra nasıl tamir edilir, badana nasıl yapılır… Bu sayede ben bugün duvar örebilir, harç karabilirim. Üç esas ders vardı; resim, müzik ve beden eğitimi. Mandolin çalamayan mezun olamazdı. Ben resim ve müzikte diğer arkadaşlar arasında temayüz ettim. Bunun üzerine kemana geçtim. Bir gün ‘Tren gelir hoş gelir’ türküsünü çaldığım için fırça yemiştim! O zamanlar alaturka müzik yasaktı. Daha çok Chopin, Mozart, Beethoven dinlerdik. Kemandan sonra bağlama çaldım. Derhal okul korosuna girdim.”
Gökçebağ: "Bugüne kadar yaptığım tablo sayısı 3 binden fazladır. 30 yıldır da Armoni Sanat Galerisi'yle çalışmalarımı sürdürmekteyim."
GÜL BAHÇESİNDE RESİM HASADI
Gökçebağ yine ‘okulun ressamı’ olarak görevlendirildi. Öğrenciler okulun döner sermayesi için gül bahçelerinden gül toplarken genç ‘ressam’, gülleri resmedecekti. Öğretmeni ‘resim hasadı’ndaki eserleri topladı ve... Gökçebağ devam ediyor: “Çapa’da İstanbul Öğretmen Okulu Resim Semineri diye 3 senelik bir okul vardı. Öğretmen resimleri oraya göndermiş. 12 yaşında, İstanbul’a gittik.”
RESSAM OLMAK ‘HAVALI’YDI
3 yıllık İstanbul tecrübesi yenilikle tanışmasına vesile oldu. Gökçebağ, “Babıali’deki kırtasiyelere, kitapçılara deliler gibi bakardım” diyor: “Ressam olmak da havalı hale gelmişti. Yazları da müzikholde saz çalardım. Mezuniyet sonrası Denizli’de bir ilkokula tayin edildim.” Gökçebağ, “Ama öğretmenliği sevemedim. Çocuklarla baş etmesi çok zor!” diye devam ediyor: “Yaşım 18’di. Gözüm Gazi Eğitim Resim Bölümü’ndeydi. 1963’te sınavını kazandım. Kıymetli hocalarımız vardı; Nevide Gökaydın, Turan Erol, Refik Epikman. O zamanlar Gaugin, Matisse resimlerini çok gösterirlerdi. Ben de Cezanne’cı yetiştim. O zamanlar Bedri Rahmi çok meşhurdu. Hayalim öyle olmaktı.”
Sene 1968, Varlık Dergisi’nin kapağında yayınlanan ‘Pancar arabaları’ resmi...
‘BÜYÜK KÜMES’ MACERALARI
Gazi Eğitim’den sonraki durağı öğretmenlik yapmak üzere Akşehir oldu. Burada kentin simgesi ‘Nasreddin Hoca’nın fıkralarından yaptığı portreler büyük ilgi çekti. Onu Varlık Dergisi’ne yolladığı gravürler izledi. İki sene öğretmenliği iki sene askerlik izledi. Dönüşte artık sadece sanatla uğraşmak istiyordu ama… Gökçebağ anlatıyor: “İzmir’de Bilal Erdoğan diye bir arkadaşım vardı. Beraber atölye olarak bir ev tuttuk; adını da ‘Büyük Kümes’ koyduk. Başka işler de yapıyorduk; kolejde öğretmenlik, tabelacılık, kitap resimleri… Öğrencilerimden biri türkücülük yapıyordu. Onun bağlamacısı oldum; sünnet düğünleri, pavyonlar... İyi para kazanıyordum ama babam duyunca kızdı. Bizim grup bitti. Açız, parasızlık çekiyoruz. Resim yarışmalarından para geliyordu ama ancak bir, iki tane…”
Sene 1959, Çapa’da öğrencilik...
CENAZEDEN SANAT ÇEKİMİ YAPINCA…
Radyodaki bir ilanla hayatında yeni bir sayfa açıldı: “TRT’ye eleman alacaklardı; 30 yaşını doldurmamış, askerliğini yapmış, güzel sanatlar mezunu… Adeta bizi tarif ediyorlardı! Hemen işe alındım. TRT’ye kameraman oldum.” Sene 1972’ydi… Gökçebağ’ın TRT kameramanlığı tam 22 yıl sürdü. Bu dönemi gülerek şöyle anlatıyor: “Cenazeye gidip sinematografik, kısa fotoroman gibi çekimler getirince sonunda ‘Yalçın sen bu işi yapma!’ dediler. Beni programlara verdiler; şarkıcılar, türkücüler, onlara klip çekme… Erol Evgin’in, İbrahim Tatlıses’in ilk kliplerini ben çektim. O ara resmi bıraktım. Boyalarımı arkadaşlara dağıttım. Sonra bir, iki yarışmadan ödüller alınca yeniden heveslendim.”
Sene 1949, Sünnet düğünü, Gürel-Tahir ve Yalçın Gökçebağ.
KAZADAN SONRA DEĞİŞEN BAKIŞ AÇISI
Ancak asıl dönüm noktası 1974 yılında geçirdiği bir trafik kazası olmuş. Gökçebağ anlatıyor: “Eşimle yürürken arkamızdan bir otomobil çarptı. Öldük, öldük dirildik. Aylarca tedavi gördük. Üç sene koltuk değnekleriyle yaşadık. O karanlık dehlizi gördüm ve dedim ki: ‘Yaşamak güzel şey! Her ne olursa olsun hayattan kopmamak lazım. İnsanın en mutlu olduğu dönem çocukluğudur. Ben bundan sonra çocukluk günlerimdeki anılarımın resmini yapacağım!’ Bir gün helikopterle Edirne’nin meşhur ayçiçeği tarlalarını çekerken ‘Ben tabiatı neden bu açıdan görmüyorum!’ dedim ve manzaraların tepeden, insanların karşıdan olduğu bir tarz benimsedim. Resimlerime dikkatli bakarsanız uçarsınız. Uçmazsanız benim resmimi anlayamazsınız!”
Sene 1999
‘HAYATA HALEN VİZÖRDEN BAKIYORUM’
Kameraman açılı Anadolu resimleri, ilk olarak büyükelçi dostu Pulat Tacer’in dikkatini çekti. Onu diğer büyükelçiler izledi. Dönemin First Lady’si Emel Korutürk’ün desteğiyle daha geniş kitlelerce tanınır ve sevilir hale geldi… Gökçebağ, o günden beri ve artık ‘tam zamanlı’ olarak resim yapıyor, sergiler açıyor. Diyor ki: “Resimlerim önce halk tarafından kabul gördü. Eleştirmenler beni nereye koyacaklarını bilemediler; naif mi, entelektüel mi… Hiçbir şeyi yakıştıramadılar çünkü benim bakış açım tamamen bir ‘kameraman’ bakışıdır. 22 sene vizörden bakmışım, halen doğaya hep kameraman gözüyle bakarım. Anadolu dünyanın en fazla ışık alan yerlerinden biri… Işık demek, renk demektir. Resimlerimde bu ışığı kullanıyorum.”
Sene 1970, Öğretmenlik yılları...
SANAT FELSEFEM: MUTLULUK
Gökçebağ diyor ki: “Her sanatın bir felsefesi vardır. Sen niye resim yapıyorsun arkadaş? Genellikle de sanatçılar her şeye eleştirel yaklaşırlar; betonlaşma, hava kirliliği, nüfus… Herkes bir problem almış, bunu işlemeye çalışıyor. Ben öyle değilim. Benim felsefem; ‘İnsanlar mutlu olsun.’ İnsanların mutlu olmaya ihtiyacı var. Resimlerime bakıp mutlu olmalarını istiyorum. Bir gün atölyeme bir çift geldi. Adam, ‘Size teşekkür etmek istiyoruz. Ben gırtlak kanseriydim, resminize baka baka iyileştim’ dedi… Hacettepe Hastanesi’nde benim binlerce resmim vardır. Odasında da resimlerimden biri varmış. Köyünü ve çocukluğunu hatırlamış hep…”
‘KÖYDEN ŞEHRE GELEMEDİM’
Anadolu’da bu masalsı köylerden kaldı mı hiç? Yalçın Bey şöyle yanıtlıyor: “Tabii ki böyle masalsı köyler yok. Köylerin eski usulleri de yok. Benim resimlerimde kayıklar hariç motorlu vasıta yoktur; traktör, motosiklet, sevmiyorum. Ben köyden şehre gelemedim, gelemiyorum da! Böyle hayatımdan da memnunum. Ben olması gerekenin resmini yapıyorum. Keşke böyle olsalar...”
Sene 1989-90, TRT Toroslarda Yörükler belgeseli
BİR SENFONİDİR ANADOLU DOĞASI
Peki Anadolu peyzajında resmetmeyi en sevdiği yerler nereler? Cevabı: “Karadeniz’in çay tarlaları ve Akdeniz’in zeytin ağaçları. Çay bahçeleri, arka arkaya giden bitkiler, senfonik müzik gibidir. Bunu keşfedince çay bahçelerine aşık oldum. Anadolu’nun güzelliklerinden daha çok ekmek yememiz lazım! Kendi değerlerimizin resimlerinin kıymetlenmesi beni fevkalade sevindiriyor. Birkaç yıl sonra uluslararası düzeye çıkacağına inanıyorum.”
Paylaş