Şimdilerde gri ve kirli görünen Kiev, içinde adeta bir orman olan, deniz gibi nehriyle güzel mi güzel ve romantik bir şehirdir… Kalp sembolleri
ve heykelleri birçok yerde karşınıza çıkabilir. Nüfusun çoğu orta direk veya gariban, zengini de yine zengin, kendi halinde bir ülke. Halk ülkesi… Ukrayna’nın dünyayı şaşırtan gücü de yine halktan geldi... Halkın birlik duygusuyla mücadeleden vazgeçmeyişi, toplum belleğinde dayanışmanın şahikasını taşıyan Anadolu insanları olarak çoğumuzun kalbini titretti. Ukrayna’nın insanları toprakları üzerinde can havliyle koştururken, yeraltından ve sokakların etrafından dolanan kablolarda ve uydu antenlerinde, ışık hızında hareket eden bir savaş daha gerçekleşiyor.
Aslında Rusya, komşu ülkesine saldırıları 24 Şubat’tan birkaç hafta önce başlatmıştı. Savaşın ilk atağı siber cephede gerçekleşti; tarihe bir başka not... İşgalin başlamasıyla birlikte hızlanan siber ataklara karşı Ukrayna, ‘IT ordusu’ kurmak için tüm dünyadan hacktivist’lere çağrıda bulundu. Halk direnişi ve dünya çapında görülmemişambargolar işgalci güçleri yavaşlatırken siber cephede de beklenmedik bir mücadele başladı. Dünyanın en etkili hacker’ları arasında çok sayıda Rus olduğu bilinir.
Siber savaşın enformasyon cephesinde Big Tech ve Silikon Vadisi direnişe destek verirken gizemli ve güçlü hacker örgütü Anonymous ise hafta ortasında Rusya’ya siber savaş ilan ettiklerini açıkladı.
Üç hafta evvel Cambridge University Press’te yayımlanan ilham verici bir makalenin ilk cümleleri şöyleydi: “Geleneksel olarak zekâ bireylerin bir özelliği olarak görülür. Aynı zamanda kolektiflerin de bir özelliği olarak bilinir. Biz burada zekâ kavramını kolektif bir özellik olarak genişletip gezegensel bir ölçeğe taşıyacağız.” Çalışmaya imza atan Rochester Üniversitesi akademisyenleri, Dünya’nın yaşam barındıran bir gezegen olmanın ötesinde başlı başına yaşayan zeki bir varlık olabileceği fikrini öne sürerek, kendi tabirleriyle bir ‘düşünce deneyi’ne kalkışıyor.
Yaşamın kaynağı
Dünya ‘nın öz idrakine sahip olduğu fikri mitoloji için yeni değil. Her şeyin bir ‘ruhu’ olduğunu bilen şamanlar, mistikler ve ezoterik âlimler bu anlayışı binlerce yıldır benimser. Yunan mitolojisinde Mars, Venüs gibi tanrısal bir varlık olan Gaia, Dünya gezegeninin kişileşmiş halidir ve bir kadın şeklinde tasvir edilir. Kadim öğretilerin sezgisel vizyonlarla eriştiği bu fikre, biliminsanları artık rasyonel bir yaklaşımla erişiyor. Ana fikir, yaşamın kaynağı... Akademisyenler, evrimi bireysel olarak değerlendiren geleneksel yaklaşımı geride bırakıyor ve yaşamı gezegensel bir fenomen olarak inceliyor. Başka bir deyişle yaşamı tek tek canlılara göre değil, tüm gezegenin bütünsel niteliği olarak değerlendiriyorlar. Böylece gezegenin, üzerindeki canlılarla birlikte daha büyük bir canlı olabileceği, dolayısıyla kendi zekâsı ve bilinci olması olasılığı üzerinde duruyorlar.
İnternet Türkiye’ye 1990’ların ikinci yarısında gelmişti. 2000’lerin başına kadar da Web 1.0 dünyaya hâkimdi. O dönemin interneti broşür, sunum, indeks veya külliyat mantığıyla hazırlanan düz HTML sayfalarından ibaretti. Sayfalarda linklere ve butonlara tıklamak dışında pek bir şey yapamazdık
Web 2.0 ile kullanıcı etkileşimi geldi, web arayüzleri kavramı hayatımıza girdi. Önce Macromedia, sonra Adobe ile bildiğimiz Flash, dönemin kahramanıydı. Web sayfalarını bilgisayar programı gibi kullanmaya, internet siteleri üzerinden oyun bile oynamaya başlamıştık. Cep telefonlarındaki aplikasyonların ataları da bu uygulamalardı. Etkileşim arttıkça sayfalar da daha marifetli hale geldi. Bugün Web 2.0’da office programlarından Photoshop gibi gelişmiş yazılımlara kadar hemen her şeyin internet web ve mobil versiyonları bulunuyor ve 2.0 teknolojileri gelişmeye devam ediyor.
Bilgisayarların program güncellemeleri mevcut sürümün üzerine kurulur ve bir öncekinin gelişmiş haline dönüşür. Web’in versiyonları için de benzerini söylemek mümkün. Ancak internet tek bir program olmadığı için buradaki versiyon ifadesinin kavramsal olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Web 3.0 tanımlanmış bir teknoloji veya terim değil. Yeni nesil interneti ifade eden afaki bir kavram. Dolayısıyla Web 3.0 önceki sürümün üstüne gelmiyor; 2.0 ve 1.0 aynı anda var olmaya devam ediyor. Araya bir anekdot girelim; geçenlerde bir sohbet vesilesiyle yolumuz 90’ların sevilen şarkıcısı Akrep Nalan’ın internet sitesine düştü. Yapıldığı yıldan beri bozulmamış bir tarihi eser, tam bir tekno-nostaljiydi! Milattan önce Web 1.0’ın neye benzediğini merak ederseniz akrepnalan.com’u ziyaret edebilirsiniz.
Web 3.0 döneminde 2.0’da kurulan dünyayı kullanmaya elbette devam edeceğiz. Metaverse’ün temelleri de 2.0’da atıldı ve bu teknolojiyle gelişmeyi sürdürecek. Öyleyse nedir Web3 etrafında dönen bu heyecan dalgası? Metaverse ile birlikte geleceğin interneti olarak anılmasının sebebi, teknolojik bir fark yaratmanın ötesinde insanlığı, yaşantımızı dönüştürecek sosyal bir etki gücüne sahip olması. Teknolojiyi, iletişimi, hatta ekonomiyi bile merkeziyetçi yapıdan kurtarma potansiyeline sahip. Neden kurtarmak diyorum? Merkezlere bağlı global ekonomik sistemin tüm dünyayı yoksulluğa sürüklediğine şahit olduğumuz bir çağdayız. Elbette sistem bir çırpıda yenilenecek değil, ancak Web3’ün alternatif yaratma imkânı var.
TEK ÇAREMİZ GÜVENMEK
Avrupa’nın dünyayı değiştirme ve çığır açma potansiyeli gördüğü projelere hibe ettiği ERC ödülü 2007’den beri veriliyor. 15 yıl içinde tam 9 Nobel Ödülü önceden ERC kazananlara verilmiş. BioNTech aşısı da ERC’yle fonlanmış. QUEEN projesi yeni kuantum yaklaşımıyla teorik limitlerin ötesinde piller geliştirmeyi başarır ve depolama kapasitesini 20 katına çıkarırsa enerjide yeni bir çağ başlayacak.
İstanbul Teknik Üniversitesi akademisyenlerinden Dr. Onur Ergen’in geleceğin yeni pil teknolojisini yaratmayı hedefleyen QUEEN projesi, Avrupa Araştırma Komisyonu’ndan (ERC) 1.4 milyon Euro’luk hibe ödülü aldı. Dr. Ergen’in kurucusu olduğu Silikon Vadisi’nde yer alan Türk şirketi Next-Ion çatısı altında geliştirilen çalışmalar amacına ulaşırsa pil pazarı için bir devrim niteliği taşıyacak. Böylece fırsatı önden yakalama imkânı bulan Türkiye’deki pil üreticilerinin dünya çapında milyarlarca dolarlık bir pazara hâkim olma şansı doğacak. Dr. Ergen’le teknolojik hedeflerini ve yaklaşan enerji devrimini konuştuk, piller hakkında bilinmeyen gerçekleri öğrendik.
Tüm dünyanın kullandığı pil teknolojisini temelinden değiştirecek bir fikirle ERC hibe ödülüne layık görüldünüz. Nedir mevcut pillerin eksiği, siz ne yenilik sunmayı planlıyorsunuz?
Günümüzde pillerin ömrü düşük. Güvenlik riskleri çok fazla. Bunun nedeni, pillerin içerdiği karmaşık kimyanın tam olarak bilinmemesi ve kontrol edilememesi. QUEEN projesinin amacı, pil kimyasındaki kaotik yapıyı çözerek atomik seviyede hassas ve programlanabilir bir biçime getirmek. Böylece maksimum güç ve enerji alanlarının kapıları aralanabilir ve anında şarj kavramı mümkün olabilir.
Gelecekte pillerin kapasite gücünü 20 katına çıkaracak bir kuantum teknolojisi üzerinde çalışıyorsunuz. Bu gerçekleşirse hayatımızda neler değişir?
Hemen her şey değişir. Enerji depolama problemi çözüleceği için güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi şebekeye daha kolay entegre edilebilecek. Elektrikli arabalar daha uzun kilometreler gidebilecek, drone’lar daha uzun uçacak. Pildeki limitasyonlardan dolayı şu an kullanamadığımız birçok sağlık aygıtı, kişiselleştirilmiş ve önleyici sağlık kapsamında hayatımıza girebilecek.
Bunu biraz açar mısınız?
META MODACILAR
Avatarlar için kostüm ve aksesuar tasarlayan dijital modacılar şimdiden hatırı sayılır gelir elde etmeye başladılar. Video oyunlarında karakterleri giydirmeye alışkın olduğumuz için metaverse ekonomisinin modayla başlaması çok normal. Geçenlerde dijtal bir Gucci çantanın 4 bin dolara satıldığını söylemem yeterli sanırım...
ALIŞVERİŞ DANIŞMANLARI
Metaverse’te satın aldığınız şeylere dokunamayacaksınız ama ürünlerin değerini anlamak önemli. Farklı evrenlerde olasılıklar sınırsız olacağı için trendleri takip etmek bir metaverse uzmanlığı olabilir.
META BROKER’LAR
Kripto para ekonomisiyle işleyen metaverse’te dijital arazi, emlak ve NFT sanat eserleri gibi büyük alım-satımlarda doğru yatırım yapabilmek için meta broker’lara ihtiyaç duyuluyor. Zamanla broker’lar arasında çapraz işbirliklerine de alan açılacak.
META AVUKATLAR
Soğuk ve puslu bir cumartesi günü, 30 Ocak 1982... Havanın kasvetine rağmen genç Richard Skrenta, bilgisayarları nasıl hack’leyeceğini keşfetmiş olmanın neşesi içindeydi. Henüz 9’uncu sınıftaki Rich, Apple II bilgisayarının sistem yükleme kaynağına inmeyi başarmıştı. Bugünkü deneyimli programcıların bile ilk bakışta pek anlamayacağı ‘Assembly’ kodlama tekniğini kullanarak RAM hafızasına virüsü yerleştirdi. Sistemlere zarar vermek gibi bir amacı yoktu. Sadece bilgisayarların durağanlığından sıkılmış ve bir şaka tasarlamak istemişti. İnternet arşivlerini tararken Skrenta ile 15 yıl önce yapılan bir röportaja ulaştım. ‘Hack’lemenin coşkusu’ (The Joy of Hacking) başlığını verdiği hikâyeyi kendi sözleriyle anlatıyor: “O zamanlar hiçbir şeyin ağ erişimi yoktu. Laboratuvardaki bilgisayarlar ve floppy disketler vardı. Disketi takar, yazılımı çalıştırırdın. O kadar basitti.” Genç yaşın kıpırtısı ve keşfetme merakıyla Skrenta, bilgisayarları bu ataletten kurtarabileceğini düşünmüş. “Yazacağım programın etrafta kendi başına dolaşabileceğini fark ettiğimde ‘A ha!’ dediğim an gelmişti. Ona kendi hareket gücünü verebilirdim. RAM’in içine saklamam yeterliydi ve floppy disketler değişeceği sırada yeni diskete atlayıp yolculuğuna devam edebilirdi. Vay canına! İşte bu fena olurdu!” Bilgisayarların disketten açıldığı, kare zarf ebadındaki floppy disklerin elden ele dolaştığı zamanlar… Skrenta’nın Elk Cloner adını verdiği virüs, büyük bir süratle yayıldı ve 1 milyondan fazla bilgisayara bulaştı. Böylece dünyanın ilk yayılmacı virüsü olarak tarihe geçti. Bugün haberlerde Elk Cloner’ın dünyanın ilk bilgisayar virüsü olarak anıldığını görebilirsiniz.
Bu bilgiyi düzeltmek istiyorum. Bir konsept olarak virüs teorilerinin geçmişi 1949’a kadar uzanıyor. 1966’da John von Neumann kendi kendini kopyalayabilen sistemler üzerine ilk makalesini yayımlıyor. Nihayet 1971’de Bob Thomas, deneysel bir çalışma olarak ‘The Creeper Worm’ virüsünü yazıyor. 1974’te ise Wabbit isimli, bulaştığı sistemi çökerten tehlikeli bir virüs ortaya çıkıyor ancak bunlar kısıtlı sistemlerde çalıştığı için yayılma imkânı bulamıyor.
FİDYE YAZILIMLARI...
Son 10 yılda ‘siber suç’ kavramının ön plana çıkmasıyla virüslerin popülerliği azalmıştı. İnsanlar en çok hacker’lardan çekinmeye başladı. Bilgisayar korsanlarının motivasyonlarıysa kendi gücünü keşfetmek isteyen meraklı gençlerinkinden çok daha sofistike hale geldi. Verinin her şeyden değerli olduğu bilgi çağındayız. Virüsler eskisi gibi bilgisayarları çökertmek yerine artık içindeki bilgiyle ilgileniyorlar. Bilgisayarları kilitleyen ve fakat içeriğine zarar vermeyen fidye yazılımları revaçtaki korsanlık aracı… Virüsler, trojan’lar, solucanlar ve dahası hacker’ların savaş aletlerine dönüştü. Ancak insanlığı bekleyen gizli bir tehlike daha var... ‘Şeylerin interneti’ olarak bilinen IoT cihazları, önümüzdeki birkaç yıl içinde tüm evlerde yer almaya başlayacak. Akıllı termostatlar, enerji depolama sistemleri, akıllı beyaz eşyalar, akıllı kilitler, hoparlörler, asistanlar, ev robotları… Bu cihazların çoğu mekanik işler yapıyor ve basit programlar çalıştırıyor. Daha ilkel bir işlemci ve hafıza mimarisi çalışmalarına yeterli oluyor ve bu da hacker’ların işini kolaylaştırıyor. Evin enerji şebekesine veya kameralarına, sensörlerine sızmalarını hiç istemeyiz… Firma yazılımlarını sürekli güncellemek iyi bir çözüm olabilir. Bilhassa üçüncü parti -tabiri caizse ‘Çin malı’- ürünlere dikkat!
Siber güvenlikten bahsederken akla hemen popüler konu metaverse geliyor... Metaverse’ün virüslerle doğrudan ilgisi yok ancak daha riskli bir ortamı var: Veri hırsızlığı ve dolandırıcılık... Metaverse’ü özellikle kripto paralar çekip çevirdiği için bilhassa cüzdanı kabarık profiller korsanların iştahını kabartıyor. Aklınızda bulunsun, bire bir insan ilişkilerinin hâkim olacağı metaverse’ü deneyimlerken, tıpkı arka sokaklardan geçer gibi fazladan ‘uyanık’ olmakta fayda var…
VİRÜSTEN KORUNMANIN EN ETKİLİ YÖNTEMİ: TIKLAMAYIN!
Homo sapiens, Türkçesiyle ‘zeki insan’ sahip olduğu zekâyı çevresiyle ileri düzeyde etkileşime girebilmesine yani sosyal bir varlık olmasına borçlu. Temel hayatta kalma koşulları sağlandığı andan itibaren sosyal zekâ, bilinç düzeyinin çok katmanlı işlemesini sağlayarak düşünen insanı sofistike bir varlık haline getiriyor... Yapay zekânın günün birinde insan zekâsıyla boy ölçüşür hale geleceğinden her zaman söz edilir. Bir bakıma doğru… Ancak Montreal Üniversitesi’nden iki araştırmacının ay başında yayımladığı makaleye bakıldığındaysa bu pek kolay bir mesele değil; evvela sosyal etkileşim bariyerinin aşılması gerekiyor. Araştırmacılar buna yapay zekânın ‘kara maddesi’ diyorlar.
Sosyal öğrenimin zekâ gelişimi için neden önemli olduğunu açıklarsak yapay zekânın insanla rekabetinin aslında ne derece zor olduğunu anlamamız kolaylaşır. Bilgisayar bilimi, yapay zekâ ve psikiyatri alanlarında uzman Samuele Bolotta ve Guillaume Dumas imzalı makaleye göre insanın zihinsel işlevleri genetik aktarımla şekillenmekten ziyade, sosyal etkileşimle gelişen ‘bilişsel araçlardan’ oluşuyor. Sosyal canlılar, doğumlarından itibaren kendi türlerini çevreleri hakkında bilgi toplamaya yarayan araçlar olarak kullanıyorlar.
Yani ilk etkileşime girdiğimiz ebeveynlerimiz ve diğerleri çevrenin zorlayıcı koşullarına etkili karşılık verebilmemize yardım ediyorlar. Aynı zamanda kendi başına deneme, yanılma gibi vakit ve enerji harcayan süreçlerin azalmasına imkân sağlıyorlar.
AVERAJ ZEKÂNIN GERİSİNDE
Güncel araştırmalara göre sosyal öğrenme dört ana kategoride gerçekleşiyor. Kopyalama: Gözlemci olan diğerlerinin eylemlerini veya davranış sonuçlarını bire bir kopyalıyor. Olanak sağlayıcı öğrenme: Sosyal bir canlı, çevre koşullarının veya nesnelerin nasıl kullanılacağını diğer canlıları gözlemleyerek öğreniyor. Gözleme dayalı koşullama: Bir başka canlının davranış biçimi, öğrenen canlının uyarıcı bir etkenle daha önce bilinmeyen bir ilişkiyi fark etmesini ve kendi davranışını biçimlendirmesini sağlıyor. Arttırma: Öğrenen canlı belirli nesnelere veya konumlara odaklanmayı diğerlerinden görüyor ve aynı odağı kendi yaşamında uygulamaya başlıyor. Genelgeçer bir kavramı da eklemekte yarar var; çevre sürekli olarak bireyin davranışlarıyla değişir ve bireyin davranışları çevredeki değişimlerle şekillenir. Bu kusursuz alma-verme dengesi, durmaksızın her ‘an’ gerçekleşmeye devam eder.
Gelelim konunun yapay zekâyla ilişkisine… Yapay zekâ, daha gerçekçi tabiriyle ‘makine öğrenimi’ şöyle gerçekleşiyor: Yapay zekâ mevcut koşulları kaydediyor ve kıyaslama yöntemiyle yeni koşullara nasıl yanıt vereceğini öğreniyor. Yapay zekânın ilerleyebilmesi için kendisine sürekli yeni girdiler, yeni koşullar sunulması gerekiyor. Yani depolama ve işlemci kapasitesine bağlı olarak yapay zekâ ne kadar aktif olursa o kadar öğreniyor.
Şimdi bir insanı düşünün; uykudan uyandığı andan gözünü kapatana dek doğrudan ve dolaylı olarak onlarca insanla etkileşime girer. Sosyal medya, mesajlaşmalar, izledikleri, dinledikleri ve okudukları da cabası… Gözlemlediği deneyimleri kendi hafızasındaki anılarla eşleştirip çoğaltarak her yeni olaya farklı bir davranış biçimi geliştirebilir. Bunun ne kadar çok katmanlı bir bilinç faaliyeti yarattığını sezebilirsiniz. Bilinç, bildiğini bilmek, bildikleriyle yeni kavramlar yaratabilmek demektir. Yapay zekânınsa insandan en büyük eksiği bilinç; belki de asla sahip olamayacağı bir yeti… Yapay zekânın sürekli girdilere ihtiyaç duyduğunu söylemiştik... İnsanın sahip olduğu kesintisiz girdi akışı ve çok katmanlı ilişkilendirebilme kabiliyetiyle kıyaslandığında, averaj zekânın bile ne kadar gerisinde kalacağı anlaşılabilir.
Toplam 204 günle en uzun süre uzayda kalan Avrupalı astronotlardan biri olan Hollandalı André Kuipers, NASA sergisinin açılışı ve bir dizi etkinlik için İstanbul’daydı. Buluştuk, birbirimize hemen ısındık ve sohbetimiz çok verimli oldu.
Uzayda 6 ay geçirdiniz... Dünya’dan soyutlanmak nasıldı?
Aslında tamamen izole hissetmiyorsun... Yerle sürekli bağlantı halindeyiz. Astronot bir takım oyuncusudur, yerdekilerin gözleri ve elleri oluruz. Sürekli birbirimizle ve yerdeki mühendislerle konuşuruz. Ailemizle ve bazen de kendimizle konuşuruz. Astronotlar yaptıkları işe çok motivedir, o yüzden dert etmeyiz. İkinci görevimde 5 aylığına gitmiştim. Sonra yerde bir şey oldu ve 6 hafta daha uzattılar. Hiç umursamadım. Havada süzülmek çok hoş, manzara fantastik, önünde bir şeylerin uçuşması, suyun havada durması, hepsi çok güzel. Bir yıl çok rahat kalırdım. Uzayda bir tek doğayı çok özlüyorsun, bitkiler, kuşlar; onları özlememek elde değil.
Mars’a gitmekse çok daha uzun, belki hiç dönmeyecekler...
Teknik olarak gidip dönebiliriz. Dünya’dan gitmek ağır bir iş ama Ay’dan gitmek daha kolay olacak. Gelecekte küçük bir araştırma kolonisi kurulduğunda orada uzun süre kalanlar olabilir. Aslında geçmişte eski insanların yaptığı gibi... Amerika’yı keşfedenlerin çoğu da bir daha geri dönmediler.
Yazarımız Umut Fırat Eroğlu André Kuipers’le buluşmasında sergideki NASA tulumlarından birini giydi. Sergi Ataşehir’de Metropol İstanbul AVM’nin zemin katındaki HupaLupa Expo’da devam ediyor.
‘MARS’TA İNSAN BULUNMALI’
Mars’a insan götürmek gerçekten gerekli mi? Robotlar, rover’lar yeterli değil mi?