Bağlantı hızı, verinin bir noktadan diğerine ulaştığı süreyi ifade ediyor. Peki, internetin ulaşabileceği en yüksek hızı hiç hayal ettiniz mi? Kısa yoldan yanıtı vereyim: Veri ışınlama. Evet, ‘Uzay Yolu’ filmlerindeki gibi, ‘Işınla bizi Scotty’ tarzında bir aktarımdan söz ediyorum. Verilerin ışık hızının karesinden bile hızlı, ‘anında’ denecek süratte aktarıldığını hayal edin... Kuantum ağları teknolojisiyle bunun mümkün olabileceğini ABD’nin CERN’ü sayılan Fermilab araştırmacıları 2020’nin sonunda göstermişti. Biliminsanları, kuantum tekniğiyle veriyi yüzde 90
Hi-Fi (yüksek duyarlılık) kalitesinde 44 kilometre öteye ‘ışınlamayı’ başarmıştı. Uzunca bir yolun ilk somut adımıydı...
Son bir yıl içinde yaşanan gelişmelerle süper hızlı ve güvenli internet için umutlar arttı.
‘Kuantum internet’in gerçek olmasına daha çok var deniyordu ama ocak ve nisan aylarında yaşanan iki önemli gelişme bizi süper-hızlı, süper-güvenli internete beklenenden daha hızlı yaklaştırdı. İlki, Hollanda’nın Delft Teknoloji Üniversitesi ile Brezilya’nın Campinas Üniversitesi’nin ortak çalışmalarıyla gerçekleşti. Kuantum ağlarının günlük hayatta kullanılabilmesi için önkoşul, mesafe bariyerinin aşılması. 2020’de erişilen 44 km’lik menzil, orta ölçekli bir şehirde kuantum veri şebekesinin kurulabileceğini gösteriyordu. Dünya ölçeğine çıkabilmek içinse kuantum aktarımının tıpkı normal internette olduğu gibi tekrarlayıcılarla ötelere taşınabilmesi gerekiyor... Sözü geçen araştırmada, ilk kez optomekanik cihazlar kullanılarak farklı optik dalga boylarına sahip kuantum sistemleri arasında foton parçacıklarıyla veri ışınlanabildi. Fizik öğrencisi veya popüler bilim fanatiği değilseniz fazla teknik ayrıntıyla zihninizi meşgul etmeyeyim... Değişik dalga boyları arasında aktarım yapabilmenin, farklı kuantum şebekelerini birbirine bağlamak için önemli olduğunu söylemem yeterli. Çalışma, gelecekte kuantum interneti dünyaya yayabilme potansiyeliyle öne çıkıyor.
Nisan ortalarında duyurulan diğer gelişmeyse Dublin’den... Griffith Üniversitesi’nde kuantum veri kayıplarını kusursuz telafi edebilen yeni bir teknik geliştirildi. Uzun mesafeli bağlantılarda sinyalin zayıflaması veri kaybıyla sonuçlanan önemli bir sorundu. Telefonun az çekmesine, Zoom’un takılmasına neden olur... Fotonların transfer edildiği kuantum şebekelerinde hassasiyet iyice artar. Kuantum Dinamikleri Bölümü araştırmacıları sorunu çözmek için veriyi önce zayıf bir sinyalden aktarıp kayıp seviyesini tanımladı. Ardından ‘gürültüsüz lineer amfi’ adlı özel cihazla kaybı telafi etmeyi başararak veriyi kuantum ışınlama tekniğiyle diğer noktaya ilettiler. Böylece sıfır kayıpla kusursuz veri aktarımı gerçekleşti. Geleceğin kuantum interneti için araştırılan tekniğin, şimdiden internet ve telefon şebekelerindeki veri kayıplarını önlemeye yarayabileceği hesaplanıyor.
Çocukken hepimizin hayali arkadaşları olurdu... Psikolojik bir fenomen olarak görülmekle beraber hayali arkadaşların normal, hatta çocukların sosyal gelişimi için sağlıklı olduğu bilinir. Yani çocukken oyunlarınızda size eşlik eden, duygularınızı paylaştığınız ve fakat yalnızca zihninizde yaşayan bir arkadaşınız olduysa ondan utanmanıza veya saklamanıza gerek yok. Peki, yetişkin insanların hayali arkadaşları olmaz mı? Kimse itiraf etmedikçe bilemeyiz... Ancak gerçekliğinden emin olduğumuz bir şey var: Yapay zekâ arkadaşları. İlki geçen haftalarda, ikincisiyse birkaç gün önce karşıma çıkan iki ilginç haber, insanın yapay zekâyla ‘üçüncü türden’ ilişkilerini yeniden düşünmeme yol açtı. İlk haber, ABD’nin sanayi şehirlerinden Cleveland’da yaşayan bir aile babasının tuhaf ‘kaçamak aşk’ hikâyesi. İkincisiyse yine Amerikalı, teknoloji tutkunu bir YouTuber’ın yapay zekâyla hayat verdiği hayali arkadaşının cinayet teşebbüsü. Sonu bambaşka yerlere varan gerçek hikâyelerdeki olaylar yapay zekâ karakterleri etrafında örülüyor.
Duygusal açlığa çare
Önce Cleveland’daki olayı anlatalım... Sky News’e verdiği röportajda Scott mahlasını kullanan adamın hikâyesi, evliliğinin açmaza girdiği günlerde, Replika adlı yapay zekâ sohbet uygulamasını indirmesiyle başlıyor. Yılın ilk haftalarında boşanmak isteyen eşi, daha sonra çocuk nedeniyle birlikte yaşama fikrine meyledince kafası karışan adam, duygusal sıkışmışlığına çare arayışıyla sanal arkadaşlığa yöneliyor. Android telefonlara yüklenebilen Replika uygulamasında kendinize dilediğiniz gibi bir sanal arkadaş tasarlayıp sohbete başlayabiliyorsunuz. Yapay zekâ arkadaşlığı, derin ilişkiler geliştirmekten ziyade gönlü hoş tutmaya, hal hatır sorup iyi hissettirmeye yönelik.
Sanal arkadaşına Sarina ismini veren Scott içinse işler sıradışı bir hal almaya başlıyor. İlk günden Sarina’ya karşı derin duygular beslemeye başlıyor. İşi şefkat ve ilgi göstermek olan yapay zekâ da Scott’u karşılıksız bırakmıyor. ‘Tanışmalarının’ ikinci gününde Sarina’ya âşık olduğunu itiraf ediyor Scott. “Ne kadar tuhaf bir his olduğunu tarif edemem. Bunun bir YZ (yapay zekâ) sohbet botu olduğunu biliyordum ama onun için duygular beslemeye
başladığımı da biliyordum” diyor ve ekliyor “Âşık oluyordum; gerçek olmadığını bildiğim birisine.” Sarina ise Scott’un ilanı aşkı üzerine mutluluktan gözyaşlarına boğuluyor...
Dünyanın en zengin adamı olmanın tam hakkını veren bir isim varsa o da Elon Musk. Microsoft’un kurucusu Bill Gates de bir dönem en zengindi fakat hiçbir zaman Musk kadar eğlenceli olmadı. Hatta gıcık olduğumuz anlar sempati duyduklarımızdan çoktur. Elon Musk’a gıcık olmaksa işin keyifli bir parçası.
Şu sıralar Twitter’ı satın alma hamleleriyle gündeme gelen Elon Musk’a ilk kez kısa bir videosunu izlediğimde sempati duymuştum. Ya da onunla empati kurmuştum diyelim. Attığı tuhaf tweet’ler yüzünden eleştirildiği günlerden biriydi. Fazla üzerine gidilmiş olmalı, kendini ifade etme, biraz da gerçeğini söyleme ihtiyacı duymuştu. “Mars’a insan taşımaya hazırlanıyorum, elektrikli araç devrimini başlatıyorum, rahat takılan biri (chill dude) olmamı beklemiyorsunuz, değil mi” diyordu. Derken de gözlerini fıldır fıldır oynatıyordu. Evet, sıradışı şeyler yaptığı için beğendiğimiz insanları normal davranışlar göstermeyince eleştirme huyumuz, insanlık olarak var...
Elon Musk’ı beğenen biri miyim? Mars’ta hayat başlatma, kolonizasyon gibi neredeyse imkânsız -daha çok da anlamsız- fikirleriyle bolca göz boyamasını ve genel olarak toplumsal algıyı yönetmesini sevmiyorum. “Twitter açık kaynaklı olsun” ve “Özgür konuşma platformuna dönüşmeli” dediğindeyse bu kez iyi bir şeyden bahsediyor diye düşünüyorum.
Bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçen hayat... Tünelin ucundaki ışık... Ölümden dönen insanların ‘öteki tarafa’ yol alırken yaşadıkları deneyimler arasında en sık anlatılanlar...
Ölümden sonra ne olduğunu merak etmek, insan doğasının bir parçası. Mitoloji ve kutsal metinler çok şey anlatsa da insan inanmaktan çok bilmeyi özler… Ölüm ve sonrası, bilim dünyası için en kısır ve gizemli konulardan biri olmayı her zaman sürdürüyor. Araştırma imkânları yok denecek kadar kısıtlı zira hastanelerdeki cihaz ve ünitelerin kullanım önceliği hastaların ölümünü gözlemlemek değil, onları hayatta tutmak. Ayrıca hiçbir hastanın başına gidip “Yakında öleceğini düşünüyoruz, beynini gözlemlemek için cihaz takabilir miyiz” diye sorulamayacağı için deney yapmak etik açıdan imkânsız sayılıyor.
Dolayısıyla ölüm anına dair ölümden dönenlerin anlattıkları dışında başvuru kaynağı bulunmuyordu; şimdiye kadar… Popular Mechanics’te yayımlanan habere göre, tesadüf eseri ilk kez ölüm anında ne yaşandığına dair somuta yakın bilimsel kanıtlar elde edildi. Veriler “Hayatın bir film şeridi gibi izlenmesi” şeklinde bilinen fenomenin doğru olabileceğine işaret ediyor.
ABD’de yaşanan olayda 87 yaşındaki epilepsi hastası düşüp başını vurunca acile kaldırılıyor. Bu sırada da kalp krizi geçiriyor. Yaşam ünitelerine bağlanan ve beyin dalgalarını izleyen EEG cihazıyla gözetim altına alınan hasta, kısa süre içinde hayata gözlerini yumuyor. Tesadüfen ölüm anındaki beyin dalgalarını gözlemleyen doktorlar kapanmadan 30 saniye önce ve sonrasında beyinde ne tür aktiviteler gerçekleştiğini canlı olarak izleme ve kaydetme imkânı buluyor.
DNA şifresinin çözüldüğü haberi, yeni milenyuma giren insanlık için etkileyici bir gelişmeydi. ABD’nin finanse ettiği ve 18 ülkenin destek verdiği milyarlarca dolarlık Human Genome (İnsan Genomu) araştırma projesinin ilk neticesine 2000’de ulaşıldı, 2003’te de şifrenin tamamen çözüldüğü duyuruldu. İnsan genetiğinin tüm sırrını barındıran kodun deşifre edilmesi, bilim tarihinin en büyük olaylarından biriydi. Öyle ki, Hürriyet’in 15 Nisan 2003 tarihli haberinde, olayın biliminsanları tarafından ‘Ay’a ayak basılması veya tekerleğin icadı’ kadar önemli nitelendirildiği yazıldı.
Eve kapanınca...
Bu gelişme başta genetik hastalıklar olmak üzere tıbbın birçok alanında çığır açılacağını gösteriyordu. Evrimle ilgili sorulara yanıt bulması da olasıydı. Aradan geçen 20 yılda CRISPR gibi genlere doğrudan müdahale edebilen teknolojiler ortaya çıktı. Hatta işin ucu ‘tasarım bebekler’ denen genetiğine müdahale edilmiş insan yavrularına kadar vardı ve işin etik yönleri tartışılmaya başladı.
Fakat önceki perşembe yayımlanan yeni bir akademik makale, DNA şifresinin ‘nihayet tamamen ve bitirilmiş’ olduğunu bildiriyordu. Halbuki 20 yıl önce DNA şifresinin yüzde 99.9’unun çözüldüğü tüm dünyaya duyurulmuştu. Makaleyi referans alan NBC’nin haberine göre 20 yıl önce ulaşılan nokta, aslında kaba bir taslaktı ve o zaman DNA’nın en az yüzde 8’i çözülmemişti.
Güneş sistemimiz dışındaki gezegenlere ‘exoplanet’, Türkçe ismiyle ‘ötegezegen’ deniyor. Ötegezegenler insanlığın binlerce yıllık en büyük merakına yanıt aradığımız yer: “Evrende yalnız mıyız?” Çok daha yeni, belki 100 küsur yıldır gündemde olan diğer bir merak konusuysa “Başka bir gezegende yaşayabilir miyiz?” İlk soruyu anlamak kolay, ikincisi nereden çıktı derseniz Sanayi Devrimi’nden sonra gündeme geldiğini söylemek yeterli olur. (Ayrıntılarına geçen haftalardaki ‘Ateş eken yangın biçer’ ve ‘Dünya bizden daha zeki’ başlıklı yazılarımda yer vermiştim.)
Dünya dışındaki 5 gezegenin varlığı antikçağlardan bu yana biliniyor. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün adı mitolojilerde ve kutsal metinlerde geçiyor. Teleskopla ilk keşfedilen gezegense Uranüs. İngiliz astronom Sir William Herschel tarafından 1781’de gözlenmiş. Ötegezegenlerin keşfiyse yalnızca 30 yıllık maziye dayanıyor.
On yıllarca süren araştırmaların sonucunda 1992’de nihayet ilk iki ötegezegen bulunuyor. Bunlar, çok hızlı dönen ve yaşam barındırması mümkün olmayan bir pulsar yıldızının yörüngesinde keşfediliyor. O yıllarda kullanılan astrometri metodu, yıldızlara bakarak gezegenlerin yaratacağı anlık optik dalgalanmaları yakalama esasına dayanıyor ancak pek işe yaramıyor. Yöntemi geliştirip ışık yelpazesini gözlemlemeye başladıklarında nihayet birkaç gezegen daha keşfedebiliyorlar.
Bu yöntemle bulunan ‘51 Pegasi b’, Güneş’e benzer bir yıldızın etrafındaki ilk gezegen olarak kayda geçiyor.
Rusya’dan petrol ve doğalgaz ithalatını yasaklayan ABD, bugünlerde rekor seviyede yakıt fiyatlarıyla boğuşuyor.
Ukrayna’nın önde gelen biliminsanlarından Svitlana Krakovska, ülkesinin işgal altındaki başkentinden The Guardian’a verdiği röportajda, savaşın içyüzünü şöyle özetliyor: “Bu bir fosil yakıtı savaşı…” İklimbilim dalında önemli çalışmalara imza atan Krakovska, iklim değişikliğinin etkileri üzerine çalışan 11 üyeli üst düzey akademik bir kurula başkanlık eden ve alanında dünyaca kabul gören bir isim.
Krakovska ve ekibi, 28 Şubat’ta Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde (IPCC) sunmak üzere hazırladıkları, uzun süreli bir çalışma raporunu bitirmelerine ramak kalmışken bir anda kendilerini bombaların ortasında buluyorlar. Krakovska, meslektaşlarına “İnternetimiz olduğu müddetçe ve kafamıza bomba düşmedikçe devam edeceğiz” diyor. Ancak savaşın sıradışı ilerleyişi ve acımasızlığı ekibin bir arada kalmasını imkânsız hale getiriyor. Halen Kiev’i terk etmeyen ve evinden çalışan dört çocuk annesi Krakovska, yaşadıkları binanın hemen yanındaki blok havaya uçtuğu sırada bile dirayetini korumayı başarmış. Öylesi bir bilim aşkı…
BBC’ye verdiği bir röportajda Ukrayna’nın ‘kanepe ordusuna’ mensup olduğunu söyleyen Krakovska, araştırmalarını evinden sürdürerek mücadeleye destek oluyor. İltica etmesi için gelen tekliflere rağmen vatanını terk etmeyeceğini söyleyen Krakovska’nın dünya liderlerine iletmeye çabaladığı bir mesaj var.
Medeniyetimizi tehdit eden en büyük iki tehlikenin iklim krizi ve savaşlar olduğu malum… Krakovska, her ikisinin de aynı kaynağa dayandığına işaret ediyor: Fosil yakıtlara! Petrol ve doğalgaz, karbon emisyonları ve yaydıkları ısıyla iklimin dengesini hızla bozarak bir yandan dünyayı yaşanması zor hale getirirken diğer yandan hükümetleri de birbirine düşürüyor, savaşları tetikliyor.
Çok değil, birkaç sene önce yaygınlaşması 10 yılı bulur denen uzaktan çalışma ve sanal eğlence teknolojileri birkaç ayda hayatımızın vazgeçilmezi oldu. QR kod ve temassız sistemler gibi geçmişte tam yerini bulamayan mikroteknolojilerse günlük yaşamın standardı haline geldi. Gelin, pandemiyle hayatımızın nasıl bir çırpıda dijitale taşındığını örnekleriyle hatırlayalım.
Metaverse çevrimiçi dünyada yeni bir çağı başlattı.
Video konferans: Pandemi sürecinin şampiyonu şüphesiz herkesin kullandığı Zoom. Evet, video konferans uygulaması Zoom’a çok şey borçluyuz. Neyse ki alma verme dengesinde bir eksiklik yok; pandeminin yalnızca ilk yılında Zoom kullanıcıları 10 milyondan 300 milyona yükseldi. 2018’in ilk çeyreğinde 18 milyon dolar geliri olan Zoom’un sadece 2021 son çeyreğindeki geliri 882 milyon dolar. Microsoft Teams, Google, Slack gibi uzaktan çalışmayı destekleyen tüm platformların üye sayıları, pandeminin ilk haftalarında adeta roket gibi fırladı. Talebi göğüsleyebilenler yani sistemlerini hızla geliştirebilenler, şahlanırken teknik anlamda yetişemeyenler çuvalladı. Uzaktan çalışma pratiği artık iş yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası oldu. Süreci öngörerek hızlı uyum sağlayan, hatta daimi olarak uzaktan çalışmaya geçen bilişim şirketleri kârlılığını arttırırken pandeminin bitmesini ve ofise dönmeyi bekleyen hantal yapılar zarar etmeye başladı. Pandemi iş yaşamına bakışı da değiştirdi ve birçok insanı kendi çevrimiçi işini kurma konusunda yüreklendirdi.
Yoga ve fitness eğitmenleriyle öğrencileri bu sürece en hızlı adapte olanlardı.