Paylaş
Üç hafta evvel Cambridge University Press’te yayımlanan ilham verici bir makalenin ilk cümleleri şöyleydi: “Geleneksel olarak zekâ bireylerin bir özelliği olarak görülür. Aynı zamanda kolektiflerin de bir özelliği olarak bilinir. Biz burada zekâ kavramını kolektif bir özellik olarak genişletip gezegensel bir ölçeğe taşıyacağız.” Çalışmaya imza atan Rochester Üniversitesi akademisyenleri, Dünya’nın yaşam barındıran bir gezegen olmanın ötesinde başlı başına yaşayan zeki bir varlık olabileceği fikrini öne sürerek, kendi tabirleriyle bir ‘düşünce deneyi’ne kalkışıyor.
Yaşamın kaynağı
Dünya ‘nın öz idrakine sahip olduğu fikri mitoloji için yeni değil. Her şeyin bir ‘ruhu’ olduğunu bilen şamanlar, mistikler ve ezoterik âlimler bu anlayışı binlerce yıldır benimser. Yunan mitolojisinde Mars, Venüs gibi tanrısal bir varlık olan Gaia, Dünya gezegeninin kişileşmiş halidir ve bir kadın şeklinde tasvir edilir. Kadim öğretilerin sezgisel vizyonlarla eriştiği bu fikre, biliminsanları artık rasyonel bir yaklaşımla erişiyor. Ana fikir, yaşamın kaynağı... Akademisyenler, evrimi bireysel olarak değerlendiren geleneksel yaklaşımı geride bırakıyor ve yaşamı gezegensel bir fenomen olarak inceliyor. Başka bir deyişle yaşamı tek tek canlılara göre değil, tüm gezegenin bütünsel niteliği olarak değerlendiriyorlar. Böylece gezegenin, üzerindeki canlılarla birlikte daha büyük bir canlı olabileceği, dolayısıyla kendi zekâsı ve bilinci olması olasılığı üzerinde duruyorlar.
1970’lerde ortaya atılan ve halen tartışılan ‘Gaia Hipotezi’, tüm canlıların yer aldığı biyosferin; cansız olan hava, toprak ve su elementleriyle güçlü biçimde etkileşime girmesi sayesinde yaşam döngüsünün gerçekleştiğine işaret eder. Hipoteze göre milyarlarca yılda gelişen bu etkileşim kabiliyeti, görülmeyen bir zekânın varlığına delalet sayılabilir... Güncel makaleyi yayımlayan fizik ve astronomi bölümü profesörleri Adam Frank, David Grinspoon ve Sara Walker, araştırmalarında Gaia Hipotezi’ni temel alarak buna doğada yeni keşfedilen bilgi ağlarını ve insanların yarattığı ‘teknosfer’ adlı teknolojik bilişsel katmanı dahil ediyor. Akademisyenlere göre teknolojik zekâ, gezegenin üzerinde yer almıyor, doğrudan kendisini etkiliyor. Buradaki en büyük dezavantaj, teknosferin henüz biyosfer gibi kendi kendini idame ettirebilen olgunluğa ulaşmamış olması. Biyosfer sınırsız güneş enerjisiyle çalışırken teknosfer var olabilmek için sınırlı yakıtları tüketiyor ve atıkları yüzünden hem kendi işleyişini zorlaştırıyor hem de varlığını borçlu olduğu biyosfere hasar veriyor.
“Yunan mitolojisinde Mars, Venüs gibi tanrısal bir varlık olan Gaia, Dünya gezegeninin kişileşmiş halidir.”
Teknoloji denince akla hemen çipler, elektronik cihazlar vb. gelir. Halbuki gezegenimizin milyarlarca yılda oluşan ‘organik teknolojilere’ sahip olduğu görüşü giderek yaygınlaşıyor. Ormanlarda toprağın içine yayılan mantarların bir ‘ağ şebekesi’ şeklinde ağaçların ihtiyaçlarını birbirlerine ilettikleri yakın zamanda keşfedildi. Besinleri ve mineralleri bir bölgeden diğerine transfer edebiliyorlar. Pekâlâ orman, bir tarafında ihtiyaç duyulan maddelerin başka hangi bölgelerinde yer aldığını nereden biliyor? Dengeyi bozmadan ne kadar aktarılacağını nasıl hesaplıyor?
Bir başka örnekse evrim... En basit ifadeyle evrim, çevre şartlarına en uyumlu genlerin doğal seçilimle daha az uyumlu olanlara tercih edilmesidir. Evrim, doğal seçilim neticesinde gerçekleşir. İnsan zihninde seçme eyleminin bilgi ve hesaplama marifetiyle gerçekleştiğini biliyoruz. Öyleyse evrim için seçimi yapan ‘doğal’ akıl nerededir? İşte kendi kendini idare eden, gezegen ölçeğinde bağlantılı tüm sistemlerin kolektif bir zekâya dönüşmesi fikri, gezegenimizin başlı başına bir ‘canlı’ olabileceğini hissettiriyor.
Çevre farkındalığı
Akademisyenlerin bu fikri gündeme getirmelerinin başlıca amacı, çevresel farkındalığı ve bilinci güçlendirmek. Görüşü içselleştirince gezegene yapılan her tür tahribatın bir canlıya eziyet etmekten farksız olduğu anlaşılıyor. Ayrıca yeni yaklaşımın farklı disiplinlere de ufuk açacağı öngörülüyor. Bunlar arasında Dünya sistemleri, exo-planet araştırmaları, antroposen ve sürdürülebilirlik çalışmaları, teknoizler (technosignatures) ve hatta Dünya dışı yaşam araştırmaları (SETI)
yer alıyor.
NASA’ya göre karşılaşma ihtimalimiz olan Dünya dışı medeniyetler, ancak ‘kendilerini yok etmeyenler’ olabilir. Kendi kendini idame edemeyen ve sınırlı kaynakları tüketen bir medeniyetin karşısındaki en büyük tehlike, yine kendisi.
Alet yapan ilk insan, doğaya karşı hayatta kalabilmeye çalışıyordu. Gelişti, ilerledi ve teknolojiyi üretti. Şimdiyse, teknolojiye karşı hayatta kalmamızın yolu, gezegenin bilgeliğini anlamamızdan geçiyor.
Bedenimizdeki milyarlarca hücre...
Dünya’nın biyosferindeki bilişsel ağlar sayesinde nasıl kendi bilincine sahip olabileceği fikrini insan bedeniyle betimleyebiliriz. Bedenimizdeki milyarlarca hücre belirli görevleri olan organları oluşturuyor. Her hücrenin de kendi mikrobilinci olduğu kabul ediliyor. Hücrelerden meydana gelen organlarsa kendi özel işlevleriyle bir bakıma daha üst yapıda bir bilinç sergiliyor. Örneğin, bir beyin hücresi tek başına bilişsel faaliyette bulunamazken hepsi bir aradayken beynin tüm faaliyetlerini gerçekleştiriyorlar. Buna ‘bir bütünün, kendini oluşturan parçaların toplamından fazla olması’ deniyor.
Paylaş