Namus Belası'nın olduğu 45'li
Yazıya bu başlığı atınca, rahmetli Cem Karaca’nın o çok bildik şarkısını hatırlamadan geçmek olmaz. Önce ona bir bakalım ama yerimizi idareli kullanmak adına, keserek vereyim izninizle.
*
Düştüm mapus damlarına öğüt veren bol olur
Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur
(.....)
Ayakkabı Cinderella'ya uyuyor. Ressam Jean Antoine Laurent. 1818
Ünlü Kül Kedisi veya özel ismiyle Cinderella (Sindirella. Bizdeki çeviri adı, bir sindirim sistemi musibeti gibi geliyor kulağa. Ya da İtalyan işi, sindirim sistemine iyi gelen çikolatalı bir ürün.) masalını hemen hepimiz biliriz, duymuşuzdur. Mutlu mesut yaşayan varlıklı bir aile vardır. İyi kalpli bir anne, çok iyi ama silik bir tip olduğu sonradan anlaşılan epey zengin bir baba ve bir de güzeller güzeli kızları Cinderella. Önce anne ölür, baba da başka bir kadınla evlenir ama kadının önceki evliliğinden olan iki de kızı vardır. Bu kızlar kibirli, çirkin ve kötü kalplidirler ve kötü kalp, analarının ustalık alanıdır! Bu üvey ana ve kızları, Cinderella’yı kıskanmaktadırlar ve baba evde yokken ona kötü davranırlar ama iş henüz çığırından çıkmamıştır. Cinderella da çok sevdiği babasını üzmemek için olan biteni nedense gizler! Üvey üçlü, ikinci evlilik yoluyla amaçlarına ulaşmış, güzel bir köşke, bol paraya kavuşmuşlardır. Derken varlıklı ve iyi baba da ölür. Cinderella tek başına kalır! Üvey ve kötü üçlü, Cinderella’yı hizmetçi gibi kullanmaya başlarlar. Durmadan bulaşık, çamaşır ve ocak işleri yaptığı, üstü başı kül içinde kaldığı için de ona Kül Kedisi denir.
İYİLİK YA DA BALODA SAHTECİLİK
Bir gün ülkenin prensi, eş bulmak için bir balo düzenler, tabii ki gıcık üçlü gider ve çok güzel olan Cinderella’lı evde bırakırlar. Kül Kedisi ağlar, karşısına iyilik perisi çıkar, sihir yapar, kabaktan araba, farelerden at falan yapar, biraz da elbise, ayakkabı ayarlar ve Kül Kedisi’ni baloya gönderir. Tek önemli nokta, büyünün gece yarısında bozulacak olmasıdır ve Cinderella’nın o saatten önce balodan çıkması gerekir. Ne hikmetse Kül Kedisi’nin ayakkabıları camdandır. Hiç kuşku yok ki prens bey bir tek Cinderella’ya ilgi gösterir, herkes onu kıskanır, kıskananlar çatlar, üvey üçlü bile baloda oldukları ve onu gördükleri halde tanıyamazlar. Sindirella, büyünün son kullanma saatini hepten unutmuş, prensle dans etmekteyken saatler birden gece yarısını vurmaya başlar. Cinderella panik halde balo salonunu terk eder, eşini bulduğunu sanan prens de arkasından “dur… bekle!..” diyerek seğirtir ama Kül Kedisi hiç oralı olmaz, çünkü olursa foyası meydana çıkacaktır. Fakat büyük hızla kaçarken, cam ayakkabılarından tekini düşürür ve mecburen orada bırakır. (Demek o zamanlarda da kırılmaz cam teknolojisi varmış!) Neyse kazasız belasız evine varan Kül Kedisi, geçer yine ocağın başına ama aradığı aşkı bulduğuna inanan prens, kızı kovalarken tek ayakkabıyı bulur ve bu ayakkabı ona ümit olur. Çeşitli maceralardan ve bir süreden sonra ayakkabının Kül Kedisi’ne ait olduğu ortaya çıkar ve Cinderella prensle evlenir. Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
İSİM OLMASI GÜZEL
Bu, Fransız şair Charles Perrault’nun versiyonu. Charles Perrault, 1628-1703 yılları arasında Paris’te yaşamış, hukuk eğitimi almış şair ve edebiyatçı. Bildiğimiz Uyuyan Güzel, Kırmızı Başlıklı Kız, Çizmeli Kedi ve Kül Kedisi masalları ona ait. Aslında, “ait” demek çok adil bir yaklaşım olmaz zira o dönemde bu masalların farklı pek çok versiyon halinde Avrupa genelinde kulaktan kulağa dolaştığı, Perrault’nun bu masalları derleyerek kayda geçirdiği bilinmekte. Şair’in, şahsen dikkatimi çeken bir özelliği, Kül Kedisi’nin isminin masalda geçmesi. Çünkü hep merak ettiğim şeylerden biri Kırmızı Başlıklı (zavallı) Kız’ın ismidir! Nedense şair onunkini vermemiş. Anası bile kızcağıza “Kırmızı Başlıklı Kıııız!” diye sesleniyor. Kızın kapüşonlu kırmızı pelerini (ki aslında masaldaki giyim malzemesi sadece başlık değil bu başlıklı pelerindir) küçülünce -veya kız büyüyünce- ona ne dediler bilemiyorum. Ölene kadar aynı giysinin bir büyük bedeniyle mi idare etti yok yere dersiniz? Ya da evlendiyse, belediye bakanından aldığı yetkiye dayanan evlendirme memuru, o soruyu nasıl sordu: “Siz Kırmızı Başlıklı Kız, Yeşil Kasketli Oğlan’ı eş olarak kabul ediyor musunuz?” gibi mi acaba? Evet Kül Kedisi’nin ismi var bereket versin. Tabii onun masaldaki orijinal ismi Cendrillon. Ona Cinderella diyen, İngilizler. Almanlarınki ise daha değişik: Aschenbrödel ya da Aschenpüttel. Kül Kedisi demek.
WU GİDİNCE BAK NELER OLDU!
Vişnu, bineği Garuda'nın sırtında.
Hollywood’un çok gişe yapan filmlerine burun kıvırırız, öcülerle, yaratıklarla, büyücülerle dolu diye. Saçma gelir bazen, köklü bir tarihleri olmaması yüzünden para kazanmak için abuk sabuk yaratıklar icat edip onların filmini çektiklerini ileri süreriz, fazla derin olmayan (derin olması için hiçbir çaba harcamadığımız) sohbetlerimizde! Oysa insan zihninin yarattığı ne kadar gerçekdışı ve doğaüstü yaratık varsa, hemen hepsi doğu kaynaklıdır. Avrupa falan da değil, doğrudan doğu! Yakındoğu, Ortadoğu, Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin. Anadolu’dan başlayıp doğuya, okyanusa kadar uzanan geniş coğrafya, (hatta kabaca 20-40 derece kuzey enlemleri arasındaki bant diyebiliriz) biraz kuzeyi ve biraz güneyi de dâhil olmak üzere hayal gücümüzün en hararetli üretim tezgâhıdır. Pers etkisiyle Yunan dediğimiz Helen uygarlığı ise bu bandın içine sonradan dâhil olur. Demem o ki, mitoloji deyince aklına Zeus, Afrodit falan gelenler, modası geçmiş ve artık kenara itilmiş Batılı tarihçilerin etkisi altındadırlar hâlâ. Zeus masalları anlatılmaya başlandığında, eli şimşekli tanrının ağa babaları binlerce yıldır bahsettiğimiz coğrafyada kulaktan kulağa cirit atıyorlardı!
PANİK YARATAN ÇOBAN KEÇİ
Bir sürü tuhaf yaratık var. İster mitoloji deyin, ister edebiyat, nasıl olsa hepsi insan hayal gücünün üretimi, kaynıyor tuhaf yaratıklarla. Yaratılmamış yaratıklardan söz ediyoruz elbette. Mesela keçi bacaklı ve boynuzlu Pan’ı duymuşsunuzdur. Helen mitolojisinin önemli figürlerindendir. Sürülerin ve çobanların tanrısıdır Yunan panteonunda. Keçinin sadece boynuzu ve bacağı değil, kuyruğu da vardır Pan’da. Yunan’dan Roma’ya geçen mitolojik öykülerde, “panik” sözcüğüne de kaynaklık eder bu tuhaf yaratık. Kimi törenlerde/ritüellerde farklı anlatılır Pan’dan kaçış anlamına gelen “panik” ama işin doğrusu çok daha basittir. Pan bir çobandır ve keçilere “höt!” deyince zavallı hayvanlar toplu halde, nereye ve neden olduğunu bilmeden toplu halde kaçışırlar. İşte “panik” odur aslında. Pan bir de “abartılı cinsel iştah” ile özdeşleştirilmiştir ve insanların törenlerde Pan’dan kaçışı, “Aman bize de sulanmasın” diye anlamlandırılır. (Tabii laf aramızda, kimi törenlerde bazı kadınlar, nasıl olsa o dönemlerde törenler ahlâkî yargılardan muaftır diye özellikle yakalanırlarmış Pan’a.) Hâl böyleyken kimse de bilmez, neden bir “keçi kılıklı çoban” cinsellikle ilişkilidir diye.
İlişkilidir çünkü bu boynuzlu ve kamıştan flütünü çalan ilginç arkadaş, aslında pek çok diğer mitolojik tuhaf yaratık gibi Doğu’dan gelir. Antik Mısır’da Min adlı bir tuhaf yaratık vardır ve Pan’ın kökenidir. (Ya da öyle olduğu düşünülür.) Min, muazzam cinsel güce sahip olduğu için resimlerde hep abartılı organıyla tasvir edilmiştir. Mısır’da, Min’in başında bulunan iki çok uzun kuş tüyü de Yunan’da boynuza dönüşmüştür. Şu an çok da üzerinde durmamız gereken detaylar değil bunlar. Konumuz, tuhaf yaratıklar ve biz ona devam edelim.
İSLÂM MİTOLOJİSİNDEN
Dokumacı bir Hint. Foto Akhil Pawar - Unsplash
Hindistan, kültür oluşturan insanın ilk vatanlarından biri. Başka deyişle, tarih öncesinden beri insanların yaşadığı ve ortak bir kültür oluşturdukları bir vatan. Yeri de öyle güzel ki… Sağında bugün İran dediğimiz kadim Pers toprakları, solunda (ya da üstünde mi demeli?) devasa Çin uzanıyor. İndus Vadisi’nde (zaten Hindistan’ın “İndia” ismi de İndus Nehri’nden alır adını) can bulan ilk Hint toplulukları, yavaş yavaş güneye ve Ganj Nehri’ne ilerlerken, tarihin en köklü ve renkli kültürlerinden birini oluşturdular. Zamanla, Çin’le olan ilişkileri, güneylerinde onlara kucak açan Hint Okyanusu’nu kullanarak batıyla (kendi batılarından söz ediyoruz, Avrupa’dan değil. Mesela İran, Arap Yarımadası, Anadolu vs.) yaptıkları ticaret, Hint kültürünün hem tanınmasına hem kendisini geliştirmesine olanak tanıdı.
YOK ARTIK!
Çok eski uygarlıkların belirgin yanları vardır, bazı şeyleri çok iyi yaparlar. Hinduizm, yani o görkemli ülkede yaşayanların görkemli dini, bol ve çok renkli tanrılarıyla öne çıkan bir inançtır. İnançlarının çok renkliliği, ülkenin aşırı verimli toprakları, pamuğun bolluğu, ipeğin ulaşılabilirliği gibi unsurlar bir araya gelince Hindistan, dokuma işinde zirveye yerleşmiş. “Hint kumaşı” çok eskiden terimleşmiş bir laftır. Kendisini fazla önemseyen, kibirli kişiler için kullanılan “sanki bulunmaz Hint kumaşı” sözünde geçen kumaş, anlattığımız gibi çok eski köklere dayanan ticari üründür. Onu “bulunmaz” yapan ise İngiliz sömürgeci Doğu Hindistan Şirketi yetkililerinin, dokuma yapmasınlar diye Hint dokumacı ustalarının parmaklarını kestirmeleri öyküsü anlatılır ama Hint kumaşı, henüz İngilizler ortada yokken de çok değerliydi. Parmak kesme iddiaları, 18’inci yüzyıl sonu, 19’uncunun başına rastlayan dönemde, büyük olasılıkla gerçekten meydana gelmiş lokal bir olayın, yine İngiliz raportörlerinin ağzında şirket aleyhtarı metinlerde giderek abartılı hale gelmiş anlatımı olsa gerek. Ama bizim internette ararsanız (ki hiç önermem) karşınıza şu iddia çıkar: “İngilizler, Hint dokumacıların parmaklarını kesti ve ülkede dokumacı kalmadı, bu nedenle Hint kumaşı bulunmaz oldu!” Affınıza sığınarak bu iddiayı şöyle yanıtlamak isterim: Yok devenin nalı!
NEDEN TÜRKÇE’DE?
Bir dokuma, bir kumaş, bir belge... Foto Chris Chow -Unsplash
Zaman zaman küçük çaplı tufanlar yaşanıyor yeryüzünde. Foto Chris Gallagher - Unsplash
Biliyorum, geçen hafta size, bu hafta için “mitolojilerdeki süt” üzerine sohbet sözü vermiştim ama bu sözü, hoşgörünüze sığınarak bir parça ertelemek istiyorum. Zira epey yağış aldık bu arada, İstanbul’un barajları doldu, küresel ısınma nedeniyle eriyen buzulların su seviyesini yükseltme tehdidiyle burun buruna yaşamayı sürdürüyoruz derken, insanın aklına ister istemez “tufan” geliyor. İslâmiyet ve Yahudilikte “Nuh Tufanı” olarak bilinen ve çok eskiden meydana gelmiş gerçek bir (veya birden fazla) doğa olayı olduğu çoktan kanıtlanmış olan o büyük felaket anlatısından söz edeceğiz bu hafta. Ama, daha önce ele aldığımız gibi değil, biraz başka türlüsünü… Yazının başlığını hak edecek bir şekilde yani…
BİR KİTAP ÖNERİSİ
ABD'de Nuh'un Gemisi'nin replikası yapılmıştı. Foto Elias Null - Unsplash
Önce bazı önemli noktaları kısaca hatırlayalım. Tarihte gerçekten çok büyük bir taşkının/tufanın yaşandığı artık biliniyor, bilimsel kanıtlarla önümüzde duruyor bu. Ryan ve Pitman’ın “Nuh Tufanı” adlı kitabını öneririm, bu konuda ulaşılmış/edinilmiş bilimsel tüm kanıtları orada bulmak mümkün. Ayrıca büyük bir tufanın Amerikan yerlilerinden Çin’e, İrlanda’dan Hindistan’a, tüm kültürlerde bir şekilde anlatılıyor olması da, insanlığın ortak hafızasında yer etmiş büyük tufana elbette işaret ediyor. Hiç şüphe yok ki Homo Sapiens, avcı-toplayıcı düzenden tarıma dayalı yerleşik düzene geçtikten sonra böyle büyük bir hadise meydana geldi ve yerlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanlar önce sözlü, sonra da yazılı anlatılarla olayı ölümsüzleştirdiler. Bu nedenle biz, tufan hadisesinin değil, anlatısının peşinde koşuyoruz bu yazıda. Çünkü bu “anlatılar” bize tufandan başka şeyler de “anlatıyor.”
Kısraklar sağılır kımız için.
Biz Türkler, Orta Asya’da kımız içerdik. Tarıma çok uygun olmayan topraklarda yaşayan atalarımızın, at sütünü mayalayarak ürettikleri bu alkollü içki (ki içki zaten alkollü içecek demektir) millî içeceğimizdi o zamanlar. Bu, herkes yediden yetmişe durmadan kımız içerdi demek değil tabii. Ama evet, çocuklar da, kadınlar da kımız içerdi Orta Asya’da. Anlaşılan atalarımız, hayatı güzel kılan şeyleri ölçülü yapmak konusunda bugün bizim olduğumuzdan daha becerikli imişler. Çocukların içtiğini de nereden çıkarttım? Anlatacağım.
Ulusaldır elbette kımız.
KIMIZ NASIL YAPILIR?
Genel Türk Tarihi (Editörler Hasan Celal Güzel, Prof. Dr. Ali Birinci, Yeni Türkiye Yay.) 2. Cilt, s. 375’te Prof. Dr. Salim Koca kımızı şöyle anlatır: “Türkler, milli içkileri olan ‘kımız’ı da sütten yapmaktaydılar. Onlar, kımız yapımında tek bir çeşit süt kullanmaktaydılar ki, o da kısrak sütüydü. Kısraktan sağılan taze süt, önce bir tulumda toplanmakta ve bu tulum dolunca da sütün içine ‘kor’ adı verilen kımız mayası veya biraz kımız ilave edilmekteydi. Bundan sonra ağzı hava almayacak şekilde sıkıca kapatılan tulum, çadırın direğine asılarak ara sıra çalkalanmaktaydı. Tulumun içindeki süt, mayanın ve çalkalanmanın etkisiyle 15-20 gün içinde kımıza dönüşerek içilecek duruma gelmekteydi.
Ganj kıyısındaki Varanasi'de halen ölüler yakılmakta ama artık kadınlar, kocalarıyla birlikte yakılmıyorlar. Foto Srivatsan Balaji - Unsplash
“Dulun Çilesi” başlığını okuyan kaç kişinin aklına erkek dul geldi? Pek az olduğunu sanıyorum. Dul deyince genellikle aklımıza kadınların gelmesi, bu toplumda ve neredeyse tüm Yakındoğu’da kocasını kaybetmiş veya boşanmış kadınların çektiği çilenin en net kanıtıdır.
Şu söyleyeceklerim sadece erkekler için ama kadınlar da kendilerini erkek yerine koyup okuyabilirler: Bayım, diyelim eşiniz (Allah korusun) hayatını kaybetti ve dul kaldınız. Töre de öyle ki sizi, ölen karınızın yaşlı anasıyla, o ölmüşse teyzesiyle veya daha reşit bile olmamış küçük kız kardeşi ile evlendiriyorlar. Mecbursunuz, bunu reddedemezsiniz. Reddedecek olursanız sizi öldürürler! Adına da töre derler! Nasıl hissederdiniz bayım? Hiç hoş hissetmeyeceğinize eminim. Ama bu korkunçluğu kadınlara binlerce yıldır yaptıklarını yani yaptığımızı biliyorsunuz değil mi? (Erkeklere hitap eden kısım bitti.)
SATILMIŞ BEY BAKAR MISINIZ?
Çocukluğum Adana’da geçti. Hem orada hem de Güney ve Güneydoğu Anadolu’da eskiden sıkça rastlanan, şimdilerde azaldığını sandığım bir erkek ismi vardır, bilenler bilir: Satılmış. Kulağa ilk başta itici gelir çünkü derin anlamını bilmeyiz ama artık bilinmesi de zor, kullanılmayan hatta Türkçede olmayan sözcükten türemiş. Satılmış burada elbette “Parası karşılığında verilmiş mal” gibi bir şey değil; haşa, insan ismi zaten, olur mu öyle şey? İyi de, yaygın denebilecek bir ismin mantıklı bir anlamı olmasa, hele bir de bugünkü kulaklara biraz değişik geliyorsa, insan çocuğuna ne diye “Satılmış” diye isim koyar? 70’lerdeki çocuk kulağıma garip gelirdi “Satılmış Bey, bakar mısınız lütfen?” gibi cümleler. Genellikle erkeklere konur bu isim, kızlar için “Satı” formu tercih edilir.
FEODAL DERLERSE DE...
En önemli şifa ve lezzet kaynaklarımızdan biri olan elmayı, kim ne diye yasak meyve diye uydurdu, bilemiyoruz. Foto Marek Sstudzinski - Unsplash
BU hafta için yazmayı uzun süredir planladığım konu, bir anda gündem olunca şaşırdım doğrusu. İnancın (adı üzerinde inanılan şey) toplumsal huzuru bozacak, birbirimize saldırmaya yarayacak bir şey olmadığı açık. Çünkü inanç tam tersini, huzuru ve barışı hedefler. Birbirimize “selam” veririz binlerce yıldır. “Selamet” dileriz. Selam, bize Arapça “salâm”dan gelmiştir ama Akadca “şalamu”, o dilden türemiş İbranice “şalom” ile aynı şeydir. “Sağ salim olma, güvende olma, barış içinde olma” anlamlarını taşır. İslamî selamlaşmada söylenen “selamünaleyküm” sözcüğü, kimilerinin sandığı gibi “Allah’ın selamı üzerine olsun” değil, “barış ve huzur üzerinize olsun” demektir. Birbirine barış ve huzur dileyen bir toplumun nasıl olur da bir kaşık suda fırtınalar kopartarak birilerini linç etmeye çalıştığını anlamak gerçekten güç. Biz bu değiliz. Sanırım sinirlerimiz epey bozuk.
Haklı olarak ecdadı ile gurur duyan bu toplum, asırlarca, -bakın “asırlarca” yani yüzlerce yıl boyunca- Yahudisi, Ermenisi, Katoliği, Ortodoksu ile kapı komşusu idi. Birbirimizden yemek tarifleri aldık, birbirimizle halleştik, dertleştik, dert ortağı olduk; memleketin önemli makamlarında her inançtan insan oldu, daha önce yazmıştı; en güzel bestelerimizin, efkâr bastığında dinlediğimiz birbirinden güzel şarkılarımızın çoğu bu güzel komşularımızdan geldi. Mutfağımızı şenlendiren, damak çatlatan yemeklerin önemli kısmı komşu mutfaklarından. Asırlar boyu çan sesi ile ezan sesi birbirine karışırken, o güzel insanların torunları nasıl olur da birbirinin kuyusunu kazmaya yeltenir bu kadar hevesle? Eğer gurur duyulan ceddimiz gibi hoşgörülü olamayacaksak, hiç olmazsa onlara layık olmaya çalışmak gerekmez mi?
ÖRNEĞİN TÜRK KÜLTÜRÜ
Sümerce Enki, Akkadca Ea isimli tanrı.