Günümüz parlamentolarının temeli, 5 bin yıl önce Sümer'de atıldı. Foto Hansjorg Keller - Unsplash
Demokrasiyi, yani halkın kendi temsilcileri tarafından yönetilmesi sistemini Batı, uzun zamandır Antik Yunan’a dayandırırdı. Tıpkı kendi kültürünü dayandırdığı gibi. Düşünsel sistemlerinin hepsinin Yunan uygarlığıyla başladığını zanneder, öyle yazarlardı tarihlerini. Artık onlar da bu eski ve boş iddiayı terk ediyorlar, hatta çoktan ettiler. Çünkü demokrasi denen şey, insan eseri uygarlıkla birlikte, Antik Yunan’dan çok gerilere, henüz ortada bir Helen kavramının, olgusunun, varlığının olmadığı zamanlara dayanıyor. Bu sayfayı takip edenler, nereye dayandığını çoktan tahmin ettiler bile.
Parlamenter demokrasi, Yunan veya Roma kökenli değil, Sümer kökenlidir. Ama Yunan ve Roma'ya bağlamak, Batı'nın çok hoşlandığı bir tavırdır.
BİZE YİNE MEZOPOTAMYA’NIN YOLLARI…
Çok ama çok önemli olduğu kadar meşhur da olan Gılgamış Destanı’nı duymayan yoktur. Önemi, hem bize uygarlığın doğum yeri Sümer’deki günlük hayata dair bilgiler vermesinden, ama çok daha ötesinde, hepimizin ortak hafızasında yer alan dehşetli Nuh Tufanı’nın kayıtlı/yazılı ilk anlatısının içinde yer almasından gelir.
Anadolu'daki Bergama'nın Berlin'deki Müzesi'nde yer alan bir rölyef. Sağ alttan yani topraktan yükselen figür Gaia.
Bir yakınını kaybetmeyenimiz yoktur. Olamaz zaten. Bu dünyadan kimse sağ kurtulamıyor. Bunu bilsek de sevdiğimiz birini bir daha görememenin acısı içimize çöker her zaman ve hiç kuşku yok ki her kayıp, erkendir. Zaten, insanı hem çileden çıkartan hem romantizme sürükleyen hem de delirmemesi için başka işlerle uğraşmaya yönelten ana motivasyon değil midir, hepimizin kısacık bir ömrün sonunda hayata veda edeceği gerçeği? “Kısacık”lığı göreceli tabii. Evrenin yaklaşık 14 milyar, Dünyamızın ise 4,5 milyar yaşında olduğunu düşünecek olursak, ortalama 80-90 yıllık ömürlerin ne önemi var? Oysa hiç de az sayılmaz bize göre 80-90 yıl. Dünya tarihinin en önemli sanatsal figürlerinden Mozart, 35 yaşında veda etmişti yaşama. Bize birkaç satırla dev öyküler, tarif edilemez duygular anlatan en sevdiğim şair Orhan Veli Kanık ise sadece 36’sındaydı öldüğünde. Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ise 33 yaşındaydı. Bilgelerin hep söylediği gibi: “Ne kadar yaşadığın değil, yaşarken ne yaptığındır hayatın.”
CAN VERİR Mİ DERSİNİZ?
Sevdiklerimizi kaybedeceğimizi bilmek endişe, kaybetmekse büyük acıdır her zaman. Sadece bizim değil, pek çok dünya kültürünün geleneğidir aramızdan ayrılanları “toprağa vermek”. Çünkü toprak, binlerce yıldır yeniden dirilişin sembolüdür ve sevdiklerimizin bir gün aramıza dönmesi ya da bir gün onlarla, bilmediğimiz bir şekilde, bilmediğimiz bir zamanda ve bilmediğimiz bir yerde yeniden görüşecek olma umudu gizlidir bu eylemin altında. Madem ki hepimiz gireceğiz toprağın altına, ve (işte o motivasyona geldik) hayat bu kadar anlamsız olacak değil ya, yaşa, çalış, çabala, öğren, olgunlaş, sonra pat diye öl, eh mutlaka nereye gidiyorsak orada görüşeceğiz o zaman. Buna, elimizde bir tane bile somut kanıt olmamasına rağmen binlerce yıldır inanıyoruz. İnanmaya ihtiyacımız var. Değil mi ki kışa girerken doğa ölüyor ve sonra yeniden diriliyor; değil mi ki kara kuru bir tohumu toprağa bırakıyorsun ve kısa süre sonra oradan yemyeşil bir hayat beliriveriyor ve bize sulu, tatlı, enfes meyveler, mis kokulu çiçekler veriyor; başka deyişle değil mi ki toprak can veriyor, o halde neden bize de vermesin?
TOPRAK ANA
Tarihimizin en başından bu yana, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, binlerce yıldır toprağı “kadın” olarak tasvir etmişiz. Hayat vericilikten, doğurganlıktan dolayı. Ve o yüzden deriz ona “Toprak Ana”. (Daha önce toprağın analığı ve babalığı üzerine sohbet etmiştik: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/hem-anadir-hem-babadir-toprak-41942383 )
Eminim hepimize tanıdık gelecektir. Bir kral, kendi iktidarını korumak için kâhinlere başvurur. Öğrendiği kehanete göre o sırada doğacak bir erkek çocuğu, tahtını ele geçirecek veya onu tahtından edecektir. Hangi kral tahtından inmek ister ki? O da emir verir: “Yeni doğmuş bütün erkek çocukları öldürülsün!” Öldürülürler de. Daha gözü açılmamış bebekler, analarının koynundan alınıp tüm masumiyetleriyle meleklere karışırlar. Fakat bir anne (veya ana-baba), bu katliamı haber alıp bebeklerini kurtarmak için, kendi hayatlarını tehlikeye atarak yavrularını bir sepete koyarlar ve bir daha onu görmemek üzere yakındaki nehre bırakırlar. Nehir, kaderdir, bebeği meçhul bir geleceğe taşır ama en azından hayatta kalma şansı yükselmiştir. (Tabii şelaleler, büyük akıntılar, timsahlar vs. yoksa ve elbette sepet su almıyorsa.) O çocuk kurtulur ve bir kahraman, bir lider, bir önemli kişi olur.
4 BİN 5 YÜZ YILLIK BİR HİKÂYE
Bilenleriniz vardır ama ben yeni öğrendim. Bu sepetleri sahiden de 'Bebek Musa' diye satıyorlarmış. Foto Christian Bowen - Unsplash
Bu öykü, belli ki binlerce yıldır hoşumuza gidiyor. Çünkü pek çok yerde tekrarlanmış. Yeşilçam’ın eski “zengin kız-fakir oğlan” motifi gibi bir anlatı motifi bu da. Bilinen en eski yazılı “sepetteki bebek” öyküsü, (hayır, Hz. Musa değil) büyük Akkad imparatorluğunun kurucusu Kral Sargon’a dair. Akkadca, bir Sami diliydi. Yani Aramcanın, İbrancanın, Arapçanın atası sayılabilir. Akkadlar da Sümerlerin ülkesine gelip MÖ 2400’lerden itibaren Sami olmayan Sümer uygarlığına yavaş yavaş egemen olan ve dilleriyle Sümercenin hakimiyetini kendi dilleri lehine çeviren Sami kavim. Başka deyişle, Hz. Musa’nın da ataları sayılabilecek topluluk.
Kral Sargon, bir kronolojiye göre MÖ 2296-2240 arasında hüküm sürmüş. Bir imparatorluğun kurucusu olduğu için de doğuşu ile ilgili bir söylence yaratma ihtiyacı hissedilmiş. Tabii, bugünkü anlamda bir “Akkad Ulusal Söylence Uydurma Kurumu” falan yok ortada, o zamanın dinsel bir eylemi olarak yapılıyor tüm uydurmalar. Bakınız bir Ninova metninde nasıl anlatılıyor öykü, Sargon’un ağzından:“Sargon, kudretli kral, Akkad kralı, bu benim;Annem bir entum idi (bir çeşit dinsel görevli), babamı tanımadım;Babamın kardeşlerinin mekânı dağlarda;Kentim Azupiranu, Fırat’ın kıyılarında;Annem, entum, bana gebe kalmış, beni gizlice doğurmuş;Beni kamış bir sepete koymuş, kapağımı ziftle yapıştırmış;Suları yükselmeyen ırmağa bırakmış;Irmak yardım etti bana, su çekici Akki’ye götürdü.Su çekici Akki ibriğini daldırırken çıkardı beni sudan;….. oğlu bildi beni, büyüttü;.…. bahçesine bahçıvan yaptı beni.Bahçıvanken İştar bana âşık oldu (İştar: Yunan’da Afrodit’e dönüşecek aşk ve savaş tanrıçası);56 yıl krallık yaptım.” (Alıntı: Eski Çağ’da Yakındoğu, Amelie Kuhrt, T. İş Bank. Kültür Yay., 6. Baskı, Cilt 1, s. 62 vd.) Küçük bir not: Suları yükselmeyen ırmak Fırat’tır. Dicle deli akar, taşar. Bu nedenle tarihin en büyük kentleri hep Fırat kıyısındadır.
BİR ÇEŞİT KENDİNİ BULMA YOLCULUĞU
Hz. Hamza, Simurg üzerinde Kaf Dağı'na gidiyor. (Topkapı Sarayı Müzesi)
Her toplumun öyküleri vardır. Hiçbir toplum, salt kurallarla yaşayamaz. Toplumun yönetimi değişebilir, toplumun dili değişebilir, toplumun dini değişebilir ama toplumun öyküleri kalır. (Örneğin Türkler Müslüman olmadan önce anlattıkları öyküleri, Müslüman olduktan sonra da anlattılar. Ufak tefek değişikliklerle öyküler kaldı. Dede Korkut en belirgin örneklerdendir.) Mekanik yaşam, robotiktir, insanî değil. Her toplum, öyküler üretir. Doğaüstü güçler, insanın en eski hayal ürünlerinden biridir. Canavarlar, hayaller, ejderhalar, göklerin üzerinde dolaşan varlıklar, konuşan hayvanlar, ölmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan özel insanlar… Hepsi, yeryüzünde var olduğumuzdan bu yana hayal gücümüzle ürettiklerimizdir. Hiç kimsenin görmediği ama hemen herkesin bildiği şeylerdir onlar. Bu nedenle sanat vardır. Öykü ürettiğimiz için vardır edebiyat; öyküleri dinlemeyi sevdiğimiz için vardır tiyatro; öyküleri görmeyi sevdiğimiz için resim ve heykel vardır; her öykü bizde farklı duyguları canlandırdığı, ruhumuza iyi geldiği için vardır müzik. Sanatsız toplum olmaz. Sanat yoksa, orada toplum olmaz. Kuşkusuz bilim de vazgeçilmezdir ama bilim, yaşamak için vardır, sanat, yaşadığımız için. (Yazın bunu lütfen bir kenara, iyi laf oldu.) Sanat yoksa orada olan şeye yaşamak değil, hayatta kalmak denir. Örnekleri yeryüzünde maalesef hâlâ var.
KEŞKE BİRAZ…
Simurg yesin diye Rüstem'e vahşi hayvanlar getiriyor.
Hep derim ya, hiçbir kültür saf ve katışıksız değildir. (Birkaç Amazon yerli kabilesi hariç olabilir.) Eğer savaşıldıysa, ticaret yapıldıysa, göç edildiyse ve daha başka pek çok şey yaşandıysa, her toplum/topluluk/kültür, çevresinde bulunanlarla iletişim içinde kalır ve kültürel alışveriş kaçınılmazdır. Komşunuzda veya bir arkadaşınızda yediğiniz ve beğendiğiniz bir yemeğin tarifini alır, evde dener ve yersiniz. Artık o yemek, sizin de evinizin parçasıdır. Size tarifi veren kim bilir kimden öğrenmiştir onu ve kim bilir hangi ülkenin, hangi yöresinin mutfağının, hangi zaman dilimine tarifidir o? Eh içine de kendi yorumlarını kattıysa aradakiler, ortaya tam olarak özgün olmayan ama yemeğin yolunun geçtiği her mahallenin bildiği ve farklı yorumlarla orijinalini andıran pek çok tarif çıkmıştır, Ama uzman bir yemek tarihçisi, o yemeğin ilk halini de bilir. Siz inatla “Bu benim tarifim” deseniz de, uzman, arkeolojik kanıtlardan edinilmiş bilgilerine dayanarak yemeğin, bundan iki bin beş yüz yıl önce -mesela- Şanlıurfa dolaylarında ortaya çıktığı bilir. İşte kültür ve toplumsal her şey böyledir. Sen sadece senin sanırsın ama değildir. Keşke biraz okusak!
MEKÂNIMIZ UÇMAK OLSUN
Hayat Ağacı
Son zamanlarda giderek popülerleşen bir sembol hayat ağacı. Ev dekorasyonundan takılara, mistik öğretilerden öz kültürümüze her yerde karşımıza çıkabiliyor. Son zamanlarda giderek popülerleştiğini söylesek de, aslında insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en popüler sembollerinden biri olduğunu belirtmek daha doğru olacak. Bugün değil, binlerce yıl önce başlamış bir popülerlik bu. Evinizin duvarında, kolyenizde, okuduğunuz kitabın kapağında, bir kuruluşun logosunda veya herhangi başka bir yerde karşınıza çıktığında, “Aa, bu da yeni moda! Her yerde karşıma çıkıyor. Ne ağaç merakıymış arkadaş!” derseniz yanılırsınız. Çünkü hayat ağacı, barındırdığı anlam ve üzerine yüklenen kavramlar ile binlerce yılın en iyi tanınan görüntülerinden biri. Üstelik, dünyanın her yerinde tanınıyor olmasının yanında, Türklerin en kadim ve en kutsal nesnelerinden de.
Efendim, ağaçla ilgili daha önce birkaç kez konuşmuştuk, hatırlarsınız. Dünya üzerinde yaşayıp da ağaca özel bir anlam vermeyen, onu kutsal, kutsal olmasa bile çok değerli kabul etmeyen bir kültür neredeyse yok. Eski Türklerde kutsaldı, yeni Türkler onları kesip yerine beton dökmeyi pek seviyorlar. Demek artık beton kutsal. Bir ağaca kıymamak için evin yerini değiştirten bir liderin ülkesi, sanırım O gittikten sonra epey farklı tutum sergiledi, artarak da devam ediyor o betonize tutum. Neyse biz konumuza dönelim.
ANNE-BABA GİBİ BİR ŞEY
Atalarımızın kutsal kabul ettiği kayın ağacı.
Hayat ağacı sembolü, hiç kuşku yok ki tüm inanç ve kültürlerde ortak olan ağacın koruyuculuğu, kol kanat gericiliği, anne gibi ya da baba gibi hissettirmesi üzerine inşa edilmiş bir kutsiyetten geliyor. Bir bakıyorsunuz Tevrat’ta hayat ve bilgi ağacı olarak iki farklı ağaçla karşılaşıyoruz, bir bakıyorsunuz Gılgamış Destanı’nda gençlik veren bitkiye dönüşüyor, bir bakıyorsunuz ağaç çocuk doğuruyor. Lütfen kendinizden pay biçiniz: Şöyle irice, dalları uzamış, yemyeşil yapraklarıyla güneşin kavurucu ışığı altında serin gölgesiyle size can veren, rüzgârla hışırdayarak size ninniler söyleyen, dalları kadar koca kökleriyle dünyayı sıkı sıkı tutan bir ağaç gördüğünüzde (ağaca baktığınızda değil, gördüğünüzde diyorum çünkü o kadar çok bakıp görmediğimiz oluyor ki) sizin de içinizde o anne-babasını görmüş ufaklık duyguları uyanmıyor mu? (Hayır hayır, ben deli değilim. Bu konuda yalnız olmadığımı da biliyorum.) İşte o ağaç, hayat ağacı. Koca dalları, koca kökleri ile hayatı sembolize eden, gök ile yeri bir arada tutan, neredeyse tüm evreni kucaklayan hayat ağacı. Ağaçla ilgili inançları, yerimiz yettiğince ele alalım haydi.
Bir Ortodoks kilisesi. İki sütunlu mihrap, sadece bir dekorasyon veya mimari unsur değil, derin anlamları var.
Herkül (Herakles) Sütunları dendiğinde Cebelitarık Boğazı’nın anlaşılmasının yanlış olduğunu, doğrusunun Cebelitarık’tan çıkıp kuzeye dönünce karşımıza çıkan Cadiz (Kadiz) kenti olduğunu Haziran 2020’de yazmıştım. Cadiz’de Tartessos adında antik kent var. Bugünkü Suriye bölgesinde 3500 yıl kadar önce yaşamış olan Fenikeliler, Akdeniz’in her yerinde koloniler kurarken, Boğaz’dan çıkıp oraya da gitmişler. Hiç kuşku yok ki inançlarıyla birlikte kurmuşlar bütün kolonileri ve tanrılarını da taşımışlar yanlarında. Fenike’de Melkart veya Baal adıyla bilinen büyük tanrının adına küçük bir tapınak yapmışlar Tartessos’ta. Tüm Fenike tapınaklarında evreni ve ona bağlı yaratılışı simgeleyen, çoğunluğu ahşaptan yapılma iki sütun bulunur. İşte Herkül Sütunları, Cadiz’de bir zamanlar var olan Fenike tapınağındaki o sütunlardır. Konunun diğer detayları için sözünü ettiğim yazıya şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/herkul-sutunlari-gercegi-41550928
Bugün ele alacağımız konunun Herkül’le pek ilgisi yok. Sadece sütunları hatırlamak gerektiği için üzerinden şöyle bir geçtik. Lütfen o iki sütunu, yazının sonuna kadar aklımızda tutalım.
ARÎLER - SAMİLER
Tarihin en önemli gelişim bölgesi olan Yakındoğu ve Orta Asya, iki temel ırkın faaliyetleri üzerine şekillendi. Bunlardan biri “Arî”lerdi, diğeri “Sami”ler. Her ikisi de elbette yayıldılar. Türklerin de aralarında bulunduğu Ari ırkı, Mezopotamya’ya inip Sümer medeniyetini kurdu. “Haydi bakalım, medeniyetimiz hayırlı uğurlu olsun, keselim kurdelemizi” diye kurulmuyor tabii uygarlıklar. Binlerce yılın hareketleri ve gelişimleri sonucu oluyor bütün her şey ve zamanla, iğneyle kuyu kazarcasına gelişiyor toplumlar. Sümerler daha bilgili, daha organize oldukları için, bölgede var olan ama dağınık durumda ve organize olmaktan uzak Sami kavimlerinin üzerinde bir uygarlık ortaya çıkardılar. Nuh’un büyük oğlu Sam’ın soyundan gelenlerden oluşan Samiler, aslında ayrı bir ırk olmaktan ziyade, Sami dillerini konuşan ve bir çatı altında toplanmamış, dağınık toplulukların adıdır. Assurlular, Babilliler, Fenikeliler, Filistinliler, İsrailliler, Araplar ve Habeşler bu topluluktandırlar. (Birazdan ele alacağımız İsrail-Filistin çatışması, aslında bir anlamda aynı kavmin farklı gruplarının birbirine ettiği zulümden başka bir şey değil bu açıdan bakınca.) Kavmin dilleri ise birbirlerine çok benzeyen Akadca, Kenanca (Fenike dili), Saba dili, Aramca, İbranca ve Arapça.
AKRABANIN AKRABAYA ETTİĞİNİ…
Amacım, “ırk” tartışması yaratmak değil, aslında hepimizin ne kadar da girift bir akrabalık içinde olduğumuz. Arîler ise, dediğim gibi Türklerin de aralarında bulunduğu geniş bir topluluklar bütünüdür. Arîlerin diyarı anlamındaki ari+an, bugün dünyada İran olarak varlığını korumakta. Ve bu yüzden bir İranlı, bir Anadolu Türkü, bir Azerbaycan Türkü, bir Ermeni, bir Kürt yan yana geldiklerinde hangisi hangi millettendir, ağzını açıp konuşana kadar anlayamayız. Bunlar, genetik çalışmalarla desteklenen ama genetik bilimi alıp başını gidene kadar da dille, yani filolojiyle ortaya çıkıp neredeyse tamamen netlik kazanmış konular. Akrabalık dedik ya hani, işte insanın ister istemez aklına geliyor, “Akrabanın akrabaya ettiğini, akrep etmez” sözü!
Netflix'in Kulüp dizisi yeni bir tartışma başlattı. Aslında çok da tartışacak bir şey yok.
Tarihsel bazı konuları televizyon dizileri vasıtasıyla öğrenmeye çalışmamız ilginç. Yine bir TV dizisiyle hayatımızda yeni bir tartışma başladı. Netflix’in dizisi Kulüp, toplumsal çalkalanmalar arasında Musevî vatandaşlarımızın geçmişte yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Dizinin yayımlanmasının ardından ortaya çıkan yeni tartışma ise “Hz. Musa’nın dininden olanlara Yahudi mi demeli, yoksa Musevî mi?” Aslında çok basit bir yanıtı var bu sorunun ama doğruya ulaşabilmek için biraz tarihte geriye gidip, Yahudiler kimdir, nasıl ortaya çıkmışlardır, bunlara bakmak gerek. Göreceksiniz ki bakınca, her şeyi göreceğiz. Ama önce söylememiz gereken şu ki, konu çok detaylı. Bu sınırlı alanda konuyu anlaşılabilir kılabilmek için özen göstereceğim ama bunu yaparken de esası bozmamak kaydıyla pek çok detayı göz ardı etmek zorundayım. Burada İslamî kaynaklara da değinmeyecek, sadece Yahudi kaynaklarını ele alacağız. Detayları, sizler için hazırlamakta olduğum yeni kitapta bulabileceksiniz. Gelin başlayalım.
KAVİM KAVİM ÜSTÜNE…
Okurlarımın çok iyi bildiği gibi burada sık sık Mezopotamya’dan söz ederiz. Bunu yapmamızın nedeni takıntı değil kuşkusuz. Tarih boyu insanı insan yapan unsurların hemen hepsi orada ortaya çıktı da ondan öyle yapıyoruz. Muazzam bir sahne Mezopotamya. Hakikî bir tiyatro sahnesi. İnsanlığın fikir âlemi için tiyatro dekorları hep Mezopotamya’da imal edilmiştir. Tiyatro dekorunu bilirsiniz: Önden bakınca gerçek gibidir ama arkası boştur, hayal gücümüzle tamamlarız resmi. Mezopotamya… Fırat’la Dicle’nin arasındaki verimli arazi ve o hattın çevresi… Bu bölge, verimliliği ve insan hareketliliği ile öylesine canlı ki, tarihe beşik olmasından başka bir şey beklemek zaten çok olası değil. Türklerin de aralarında bulunduğu Asya halklarının yüzbinlerce yıl önce geniş coğrafi alana yayılması ve ardından kendi kendilerine kabileler halinde yaşamayı sürdürmeleri, ırksal ve kavimsel çeşitliliği de hayli körükledi. Genetik bilimi, kimsenin kimseden çok farklı ya da üstün ya da aşağı ya da muhteşem olmadığını, hepimizin aşağı yukarı aynı olduğumuzu ortaya koydu çoktan. Ama tarih ne yazık ki “şu kavim şundan üstündür, bu kavim şöyledir, öbür kavim böyledir” gibi aslı astarı olmayan ve tiyatro dekoru misali önü gerçek ama arkası bomboş düşünceler ve bunlara bağlı oldukça kanlı eylemlerle dolu.
YÜCE BABA ABRAM
Mezopotamya da yüzlerce farklı kavmin hareketine tanıklık etti, etmekte. Kimileri silindi gitti, kimileri imparatorluklar kurdu, kimileri bugün başka kavimlerle birleşmiş olarak hayatını sürdürüyor. İşte böylesi bir sahnede, şu kavim bunu, o kavim öbürünü rahatsız edip dururken, Anadolu’da Hititler, Mezopotamya’da Akkadlardan sonra Assurlular egemenken, Fırat’ın güney kıyılarında kurulu, Keldanilerin sahibi olduğu Ur kenti, gücünün zirvesindeydi. Bölge halkları, binlerce yıldır kendi inançları ile mutlu mesut yaşar, savaşlarda birbirlerini gırtlarlarken, MÖ 2. binyılın başlarında (tam ne zaman olduğunu bilemiyoruz) Ur’da İbrahim adında önemli biri dünyaya gelir. İbrahim, isminin Arapça söylenişidir, hazretin asıl adı doğduğunda “Abram”dır. Abram’ın anlamı, Yüce Baba’dır. Abram büyür ve Sarai (Saray) isimli bir kadınla evlenir. Tevrat’a göre Abram, babası Terah, karısı Sarai ve bütün kardeşleri ve eşleri, sebepsiz yere Ur’dan kalkıp bizim Harran’a taşınırlar. Ama tarihsel olarak o kadar da sebepsiz değildir bu hareket çünkü Ur, Fırat kıyısında ticareti elinde tuttuğu için epey paylaşılamayan bir şehirdir ve haliyle “dış güçler” tarafından sürekli rahatsız edilmektedir.
VAAT EDİLMİŞ TOPRAKLAR
Toprak olmasaydı nasıl doyardık. Foto Ddylan de Jonge - Unsplash
Toprak... Hemen tüm inançlarda insanın hammaddesi. Bilim için de aslında aşağı yukarı öyle. Doğrudan toprak olmasa da, toprak, su, ateş, hava, çeşitli mineraller, vitaminler vs. bir araya gelip, olağanüstü koşullarda “hayatı” başlattıysa yeryüzünde, işte bu durumda her kültürün ortak elementi toprak. Onsuz yaşayamayız. Tıpkı susuz ve havasız yaşayamayacağımız gibi. Milyarlarca insanın karnını, pamukta fasulye filizlendirerek doyuramayız. Kaldı ki pamuğu yetiştirmek için de toprak gerek. Toprak, sadece insanlar için değil, tüm canlılar âlemi için vazgeçilmez.Toprak... Hemen tüm inançlarda insanın hammaddesi. Bilim için de aslında aşağı yukarı öyle. Doğrudan toprak olmasa da, toprak, su, ateş, hava, çeşitli mineraller, vitaminler vs. bir araya gelip, olağanüstü koşullarda “hayatı” başlattıysa yeryüzünde, işte bu durumda her kültürün ortak elementi toprak. Onsuz yaşayamayız. Tıpkı susuz ve havasız yaşayamayacağımız gibi. Milyarlarca insanın karnını, pamukta fasulye filizlendirerek doyuramayız. Kaldı ki pamuğu yetiştirmek için de toprak gerek. Toprak, sadece insanlar için değil, tüm canlılar âlemi için vazgeçilmez.
O BİZDEN, BİZ ONDAN
İnsanın en ilkel inancından bu yana kutsal kabul edilir toprak. Çünkü hayat verendir. Bu nedenle de kadındır. Toprak Ana’dır. (Kadının hayat verici olmasını, Erkek Denizinde Kadın Gemiler kitabımda detaylarıyla anlatmıştım.) Her doğa olayına bir tanrı atayarak oluşturduğumuz o ilkel inanç sistemlerinde gökyüzü erkek (tanrı), yer ise kadın (tanrıça) olarak tasvir edilmiştir hep. Zira gökten yağmur düşer, toprak döllenir ve yeni hayatlar filizlenir. Her şeyimizin, tüm anlatı yöntemlerimiz ve hayal gücümüzün doğaya bağlı/doğayla ilgili olması hiç şaşırtıcı değil. Yüzbinlerce yılımız, doğanın parçası olduğumuzu bilerek geçti çünkü. Karnımızı doyurmak için ava gider, bazen av olurduk. Ne zaman teknoloji aracılığıyla her şeyi kendi yararımıza geliştirdik ve ava gidenler artık av olmamaya başladı (yani bir anlamda tüfek icat oldu, mertlik bozuldu) işte o zaman doğanın parçası değil efendisi olduğumuz kibrine kapıldık, hâlâ da öyle gidiyoruz.
O kadar bonkör ki toprak, bize düşen sadece biraz emek vermek. Foto Arka Roy - Unsplash
HER ŞEYDE TOPRAK