Ruhun fotoğrafı çekilse neye benzerdi acaba. Foto Ahmad Odeh - Unsplash
Gelin bir anlığına en ilkel insanı düşünelim lütfen. Biliyorum bunu arada sırada yapıyoruz, gerçekten zevkli oluyor çünkü kendi atalarımızın ne hissettiklerini anlamamıza yardım eden bir yöntem bu. Şöyle düşünebiliriz: Hiçbir şey hakkında gerçekten bir bilgimiz yok. Tek motivasyonumuz hayatta kalmak, içgüdüsel olarak karnımızı doyurmak, içgüdüsel olarak çoğalmak ve içgüdüsel olarak barınmak. Yaşamaya dair temel unsurlara odaklanmışız kısacası. (Artık “sadece hayatta kalmak”la “yaşamak” arasında bir fark olduğunu biliyoruz tabii.) Tek rehberimiz var, o da doğa. Bir tek onu biliyoruz ama henüz onun bir parçası mıyız, düşmanı mıyız, dostu muyuz, kulu muyuz, nesiyiz bilmiyoruz o dönem.
NEFES YOKSA CAN VAR MI?
Nefesin fotoğrafı da zor oluyor. Foto Nine Koepfer - Unsplash
Mağaramızda yaşarken, tanıdığımız, mağara halkından (hane halkı gibi) biri ölüveriyor. O ilkel zihin, ölene bakıyor, her şeyi tam, bizden bir farkı yok gibi. Tek fark var, nefes almıyor. Tabii o zamanlar ne kalbin farkındayız, ne dolaşım sisteminin, ne başka şeylerin… Ama bugün de geçerli olan bir algı bu elbette, yaşayanla yaşamayan arasındaki en belirgin tek fark, biri nefes alıyor, diğeri almıyor!
Dünya'nın zırhı atmosfer olmasa halimiz haraptı. Foto NASA - Unsplash
Son birkaç yılda başımıza öyle şeyler geldi ki, bütün dünya insanları olarak artık hepimiz ciddi ciddi olası bir uzaylı istilasından endişe eder olduk! Bir de üstüne üstlük giderek artan UFO görüntüleri ve ifşa olan resmi raporlar, bu endişeyi katlıyor. Bu sonu oymayan evrende bir tek Dünya’da hayat olduğunu hiç düşünmedim ama düşünmek ya da inanmak yetmiyor, kanıt gerek. Eskiden pek yoktu kanıt ama son zamanlarda ortaya çıkanları yok saymak da akıllıca değil bence. Yaşayıp göreceğiz ama vurgulamak istediğim şu ki, kanıtlar ve emareler çoğalıyorsa, akıbet çok uzak olmasa gerek.
Diyebilirsiniz ki “Tarihten, mitolojiden, antik inançlardan, olmadı felsefeden dem vuran bu adam şimdi çıkmış karşımıza bize uzaylılardan söz ediyor! Delirdi herhalde!” Hayır delirmedim, biraz sabrınızı rica ederim. Ayrıca gerçek düşüncem odur ki, bu milyarlarca kere koskoca evrende bizden başka hiçbir canlının olmamasına inanmayı tercih etmek, daha bir delilik olabilir.
ZAMAN GÖRECELİ BİR ŞEY
Ay'ın yüzeyi göktaşlarının oluşturduğu kraterlerle dolu. Foto NASA -unsplash
Dünyamız, öyle müthiş bir gezegen ki, kendi virüs programı ve (bilgisayarla uğraşanlar bilirler) firewall (ateş duvarı) sistemi var. Yan içinden geçmeye çalışan yabancı varlık ve nesneleri tespit edip yok eden bir sistem. Hem de bu öyle bir sistem ki bizim yaşamamızı sağlıyor. Adı, atmosfer! Onun sayesinde nefes alabiliyor, yaşıyor, Güneş’in kahredici ışınları “yumuşayıp” hayat verici hale geliyor. Gerçek bir filtre yani. Atmosfer olmasa Güneş’in etkisiyle hepimiz cayır cayır yanardık. Zaten her şeyden önce Dünya’da hayat olmazdı. Bir felaket olsa ve atmosferimiz ortadan kalkıverse, boğulmaya fırsat bulamadan yanarız muhtemelen. Olağanüstü bir şey yani. Oluşumu, Dünya ile hemen hemen yaşıt sayılır. Dünya 4,543 çarpı on üzeri dokuz yaşında. Türkçesiyle, 4 milyar 543 milyon yaşında gezegenimiz. Küsurattaki milyon kısmı var ya hani, o 543’ten söz ediyorum; işte o 543’ü mesela 541 yazsak Dünya’yı tanımlamak adına çok büyük bir hata yapmış olmayız ama göz ardı ettiğimiz o 2 milyon yıl, işte biz insanların bile değil, insanımsıların yeryüzünde arz-ı endam eylemeye başladığı süre. Geçen hafta üzerinde durmuştuk, Doğu Afrika’da insan denebilecek türlerin belirmeye başladığı zaman, günümüzden 2 milyon yıl öncesi. Bu çok ama çok uzun süre, Dünya’nın yaşı ile kıyaslandığında hiçbir şeydir. Şöyle örnekleyelim: Normal ve ortalama değerlere sahip bir insan günde ortalama 22 bin kere nefes alıp veriyor. Bir günlük aldığımız toplam nefes Dünya’nın yaşı olsa, insanın varlığı, son 9 nefesimize denk geliyor. İnsan, dakikada 14-18 arası nefes alıp verir. Yani 24 saatin son bir dakikası bile değil! (Kötü bir matematik ama olsun, örnek idare eder.)
Her zaman biraz kuşkulular. Yaşamak için tabii. Foto Mikhail - Vasilyev - Unsplash
Uygarlık hep -kaba tabirle- “su kenarında” ortaya çıktı. Akarsuların yanında olmak bir zorunluluktu çünkü daha önce de konuştuğumuz gibi su yoksa hayat yoktur. Yaşamak için suya ihtiyacımız var. Var olan her şeyi canlı-cansız diye ayırma huyumuz çok fena. Suyu “cansız” kategorisine koyarız değil mi? E ama su olmadan hiçbir canlı yaşayamıyor. Su cansız mı şimdi? Neyse, bu derin felsefe tartışmalarına neden olabilecek konuyu atlayalım. Kısaca şunu söyleyebiliriz: Su yoksa ne hayat var, ne de medeniyet. Bu nedenle akarsular çok önemli.
ŞOL DÜNYANIN IRMAKLARI
Fırat ve Dicle, Anadolu'dan doğar.
Uygarlığın beşiği Mezopotamya’nın adı zaten “nehirler arası” anlamına geliyor. Dicle ve Fırat’ın arasında oluşan büyük ve kadim Sümer medeniyeti, onu takip eden Assur, Babil, Pers uygarlıkları. Mezopotamya uygarlığı ile neredeyse eş zamanlı gelişen ve kuşkusuz ondan da birşeyler alan Mısır desek, zaten Nil olmasaydı olmazdı. Tarihin babası Herodot’un kitabında yazdığı (II/5) ama aslında ondan 60 yıl önce dünyaya gelen diğer bir tarihçi Miletoslu Hekataios’a ait olan o ünlü laf boşa söylenmedi: “Mısır, Nil’in armağanıdır.” İkisi de vatandaşımız, Herodot Bodrumlu, Hekataios Milet’li.
Cennet zaten elimizin altındayken neden birbirimize cehennem kılıyoruz acaba. Foto Dawid Zawila - Unsplash
İnsan en mükemmel canlı! Kim diyor bunu? İnsan tabii ki. Soralım bakalım, yaşam alanlarını yok ettiğimiz, öldürüp durduğumuz, sırf yemek için de değil, süs yapmak için bile katlettiğimiz, soylarını kuruttuğumuz, doğanın bahşettiği kürklerini üstümüze geçirdiğimiz, boyunlarına tasma taktığımız ve daha türlü işkencelerle hayatlarından bezdirdiğimiz diğer canlılara bunu: “Mükemmeliz değil mi?” Şahsen genel olarak cevabın, “Allah belanızı versin!” gibi bir şey olacağına inanıyorum. İçlerinden bazılarının çıkıp onca işkenceye rağmen, “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyeceğinden de kuşkum yok ama bu, durumun genel bozukluğunu ortadan kaldıracak güçte olmayacaktır. Hele aynı soruyu gezegenimiz Dünya’ya yönelttiğimizde, daha da beter yanıtlar alacağımızdan adım gibi eminim.
AMAN DA NE KADAR GÜZELİM BEN!
Mükemmellik nedir ki? İnsanın kendi kendine, “Ben harikayım, ben bir taneyim, ben mükemmelim, aman da ne kadar güzelim” falan demesinin ne anlamı var? Evet zaman zaman kendimizi iyi hissetmek için ayna karşısında veya yastığa başımızı koyduğumuzda bunlar düşünülebilir kuşkusuz ama ele güne söyleyip duruyorsak, bize “hasta” denmez mi? Çünkü işin doğrusu, bizim ne olduğumuzu, ne olduğumuza dair sanılarımız değil, neler yaptığımız belirler. İstediğimiz kadar “iyi insan” olduğumuzu sanalım, yaptıklarımız iyi değilse, hatta tam tersine kötü ise, sanılarımız ancak hastalıklı düşüncelerdir. Aynı durum, bireyler için olduğu gibi, toplumlar için de geçerlidir. Toplumların kendi kedilerini pohpohlaması bir şey ifade etmez, diğer toplumlarla kıyaslandığında durumun nicedir, ona bakılır.
AYNA AYNA, SÖYLE BANA!
Kısa bir süre ortadan kaybolmuştuk, yunuslar Boğaz'da şölen düzenlemişti. 'Oh be dünya varmış' der gibi.
Her şeyin içinde su var. En başta hayatın. Foto Jong marshes - Unsplash
“Bazıları yeryüzünün su üzerinde durduğunu belirtiyorlar. Aslında, bu bize ulaşan en eski öğreti olup, Miletoslu Thales’e atfedilir. Thales’e göre yeryüzü, tahta ya da benzeri bir madde gibi su üstünde yüzebildiği için, sabit kalır. Gerçekten de, bu cisimlerden hiçbirinin doğası, havada kalmaya uygun değildir; ama su yüzeyinde kalmaya uydundur.” Aristoteles bunları MÖ 4. yüzyılda “Gökyüzü Üzerine” adlı eserinde kaleme alırken, kuşkusuz ne Sümerlerden haberi vardı ne Mısırlılardan ne de Hint uygarlığından. Mısırlıları biliyordu elbette ama onların “yaratılış” fikirleri hakkında bir bilgisi yoktu. Aristoteles’in haklı olduğu konu şu ki, evet, bu bize ulaşan en eski öğretidir ve hemen tüm kültürlerde izi rahatlıkla sürülebilir. Birazdan göreceğimiz gibi Türkler bu konuda istisna değildir.
AÇIKLAMA GEREKSİNİMİ
Çok yazıda ele aldığımız gibi insanın, bundan binlerce, onbinlerce yıl önce sorularına yanıt ararken, elinde değerlendirebileceği fazla malzemesi, bilgisi yoktu. Bilim denen şey, çok uzun bir süre gökyüzünü izlemekten ibaretti ve mesela birbiriyle hiç ama hiç ilgisi olmayan, birbirlerine katrilyonlarca kilometre uzak bir sürü yıldızın, sadece yeryüzünden bakıldığında tanıdık bir motife, bir canlıya, bir nesneye benzetilmesinden ibaretti. O yüzden yıldız kümeleri hâlâ Büyükayı’dır, Aslan’dır, Boğa’dır, Kova’dır vs. Başka türlü söyleyecek olursak, soru çoktu ama yanıt yoktu. Nasıl ki birbirleri ile hiç ilgisi olmayan yıldızları, tanıdığımız birşeylere benzettik, hiç ilgisi olmayan konulara da, tanıdığımız şeylerle yanıt vermeye çalıştık. Uzayın sonsuzluğu karşısında bugün de zayıf ve çelimsiz olan (ama en azından artık araçlar gönderip daha net bilgi sahibi olabiliyoruz…diyeceğim ama o araçları gönderenlerle mesela “kızların okuması yasak” diyenler aynı insanlık mıdır?) insan, binlerce yıl önce hayal gücünden başka hiçbir malzemeye sahip değildi. Ama kafalarda deli sorular vardı.
MISIR’IN İNANDIĞI
İşte her kültür bu sorulara kendine göre yanıt verdi ama işin çok ilginç bir yanı var. Hemen hemen bütün kültürler her şeyi su ile başlattılar. Kimine göre o suyun adı sadece “su”dur, kimine göre “deniz”dir ve “ilksel deniz” adını alır. Geçtiğimiz hafta Mısır’ın ahiret inancını ele aldığımız için bu yazıya da Mısır’dan başlayalım. Mısır’ın tarihine ve inançlarına yönelik bilgiyi, mezarlara, sütunlara, dikili taşlara, tapınaklara vs. hakkedilmiş hiyerogliflerden ve bugüne kalabilmiş bir miktar papirüsten elde ediyoruz. Bir tanrının ağzından yazılmış şu belge, her şeyin başını anlatır Antik Mısır’da: “Var olan her şeyin yaratıcısı benim. Tanrı Khepera suretinde ben kendim var oldum. Pautti olarak meydana geldim, kendime ilk maddeden biçim verdim, en eski zamanda var olan bir maddeyle kendimi yarattım. O zaman Nu denilen engin su kütlesinden başka hiçbir şey yoktu, fakat bu su daha sonradan var olacak her şeyin tohumlarını içinde barındırıyordu.” (E.A. Wallis Budge, antik Mısır Edebiyatı, İlya İzmir Yayınevi, 12. Baskı, 2014, s.96) Bu Nu, sonradan Nun isimli bir tanrı olarak algılanır ve yaşamın kaynağı olan kadim okyanusu simgeler. Böylesi metinleri okurken, “o vakitler” inanılanları görüyoruz. Mantık aramak, bugünkü düşüncemize yerleştirmeye çalışmak, “Peki o ilk madde nereden gelmiş?” gibi sorular sormak pek faydalı değil. Sadece yazılanlara dikkat etmek yerinde ve keyifli olacaktır. Geçelim.
SÜMER’İN NAMMU’SU
Keops (Khufu) piramidinde bulunan firavuna özel kayığın rekonstrüksiyonu
Ölüm gerçeğini kabullenmek pek kolay değil. Gitmek ve bir daha gelmemek düşüncesi, epey tüyler ürpertici. Ama hayatın düzeni böyle. Fakat anlamak ihtiyacı da düzenin bir parçası. O halde anlamak, anlamlandırmak, yaşamın boşuna ve bu kadar kısa olmadığını, olamayacağını birilerinden duymamız gerekiyor. Bu nedenle ölümden sonrası ile ilgili binlerce yıldır teoriler üretiyoruz. Henüz hiçbiri ispatlanmış, kanıtlanmış, belgelenmiş değil. 2 milyon yıldır insana benzer şekilde yeryüzündeyiz, o kadar süre içinde milyarlarca insan gelip geçti dünyadan ama henüz bir tanemiz, bir tekimiz bile gittiği yerden dönüp gördüklerini anlatamadı. Ancak bizde teoriler bitmez. Hayat sonrası hayat, ya da “sonraki hayat” hakkında fikirlerimiz hep vardı, var olmaya da devam edecek. Zira “sonraki hayat” fikrine ihtiyaç duyuyoruz.
ESKİYE… DAHA ESKİYE…
Mısır Doğu Çölü kaya resimlerinden bir başka kayık. Herkes binecek o kayığa bir gün.
Dilden başlayalım. Bizim için “sonraki yaşam” ahiret sözcüğüyle tanımlanır. Ahiret, Arapça “ahir”den, yani “sonraki” veya “son” anlamındaki sözcükten dilimize geçmiş. “Bilahare”, “tehir”, hatta “uhrevî” sözcükleri de bu ahir kökündendir. Uhrevî, “sonraki dünyaya dair” demek. Bu yazıda biz de uhrevî şeylerden söz edeceğiz. Dedim ya, o fikre ihtiyaç duyuyoruz. Sondan geriye gidecek olursak, elbette İslâmiyet’teki ahiret inancıyla ilgili bir şey anlatacak değilim, konunun uzmanları var. Hıristiyanlık ve Musevîlik de pek dokunmaz ahirete, kitaplarında fazla konuşulmaz öte dünya. Bu durumda geldik antik dünyaya. Zira Hz. Musa’nın dönemi, nereden baksak MÖ 1250 civarı. Yani bize konuyu ele almak için daha da eskileri, şöyle okkalı “antik” birileri gerekiyor. Merak etmeyin var. Ama önce antik çağların zihinsel yapısına şöyle bir bakalım.Antik dünyanın insanları için üzerinde yaşadığımız (ve o zamanlar için bilinen) topraklar suyla çevriliydi. Doğal sınırdı su. Zaten daha önce de üzerinde kısmen durduğumuz ama bir sonraki yazıda daha da detaylı inceleyeceğimiz gibi, hiçbir şey yokken su vardı. Yaratılış öncesi her yer suydu ve sudan başka bir şey yoktu. (Pek çok mit ve inanç sistemi böyle söyler.) Bu suya biz “ilksel deniz” diyoruz. Bu inanç, farklılaşarak günümüze dek ulaşmıştır.
KADIM ÖTE DÜNYALAR
Bir erken dönem Helen çömleği. Zeus'un sol elinde şimşek demeti. Tesadüfe bakın ki üçlü demet.
Zeus adını duymayanımız yok. Antik Hellen (Yunan) panteonunun (çok tanrılı sisteminin) baş tanrısıdır. Dünyadaki hemen herkesin Zeus isminin farkında olmasının aslında çok uzun süren bir halkla ilişkiler faaliyetinin sonucu olduğunu söylemek mümkün. Batı (ki bu konuda daha önce hayli konuştuk) çok uzun bir zaman boyunca kendi kökünü Hellen kültüründe aradı ve buldu da. Mitolojik öyküler çok keyiflidir, konuşana, anlatana, yazana, okuyana büyük keyif verir. Yunan mitolojisi de epey hareketli ve canlı olduğu için herkesi sardı. Bir de işin içine sinema girince… Ama asıl neden, Yunan belgelerinin (yazıtlar, sütunlar, kitaplar, çeviriler, çanak-çömlek, mimari, velhasıl her şey) diğer bütün uygarlıkların belgelerinden daha kolay ulaşılabilir olmasıydı. Ama Avrupa’nın kendi kökünü Yunan’da bulmasının esas sebebi mitoloji değil, felsefe ve demokrasi modelleridir. Bu haliyle örnek teşkil eder elbette. Bizim bir dönem aydınlarımızın da Yunan mitolojisinin ve felsefesinin etkisi altında epey kaldıkları da yadsınamaz ki zaten hayran olunmayacak gibi de değildir. Benim için sadece tiyatronun varlığı bile, önünde ceket iliklemek için yeterlidir mesela. Gerçek ismi olan Timuçin’i küçük bir değişiklikle soy adımda taşıdığım Cengiz Han’ın ordularının oradan oraya koşturmalarından neredeyse bin yıl önce Aristofanes’in oyunları, Atina’da, Akropolis’in altındaki tiyatroda sahnelenmekteydi. Bu büyük bir şeydir ve saygıyı hak eder. Ama “her şey orada başladı” diyen çoğu Yunan kültürü hayranının yanıldığı çok ama çok önemli bir şey var: Her şey kesinlikle orada başlamadı!
HER ŞEY DE NE OLA?
Biz bugün bu “her şey” faslının sadece dinsel kısmını ele alacağız. Bu konuyu bu tarihte ele almamızın bir nedeni de, baharın gelmesiyle yeryüzünün (aslında üzerinde bulunduğumuz yarıkürenin) canlanması, bir süredir ölü gibi duran toprağın yeşermesi, yaprakların ve çiçeklerin yeniden ortaya çıkması, börtü böceğin görünür hale gelmesi, kelebeklerin uçuşması, göçmen kuşların göğümüzü şenlendirmesi, kısaca doğanın hayat bulması. Denebilir ki, “Doğanın canlanmasının, dinsel bir konuyla ne ilgisi olabilir?” Olmaz olur mu? Her şey Yunan kültürüyle değil ama işte tam olarak doğanın bu halleriyle başladı çünkü. Yani her şey doğayla başladı!
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda daha önce farklı açılardan söyleştik köşemizde. Arşivde yerli yerinde duruyorlar. İki milyon yıldır “insanımsı” olarak varlığımızı sürdürüyoruz. Ateşi kullanıyoruz, mağara duvarlarına resimler yapıyoruz, kendimizden sonrakilere bir şeyler iletiyoruz. Yaratıcılığımız şüphe götürmez, sanatsal yanımız ve yapımız güçlü. Bunlarda şüphe yok. Kafamız, binerce yıldır soru işaretleri ile dolu. Fakat bilimin olmadığı zamanlarda yanıt bulmak zordu kuşkusuz.
E GOOGLE DA YOK O ZAMANLAR TABİİ
Kafamızdaki sorular listesinin başında kim olduğumuz, nasıl olduğumuz, nereden geldiğimiz, bizden öncesi, evrenin ne olduğu gibi sorular olduğu muhakkak. Tamam, kadın-erkek cinselliği ile üreyebiliyorduk, çocuklar doğuyordu ama bu iş nasıl başlamıştı? Yani, bütün insanların bir öncesi olmalıydı ama nasıldı o önce? Kadın doğurgandı ama erkeğin fonksiyonu vardı onun doğurganlığında. Yani, kadın doğaüstü gibi görünen bir iş yapıp çocuk doğurabiliyordu erkeğin aksine ama onu dölleyen de erkekti. Aynı gözlemi, toprağa bakarak da yaptı insan. Toprak çok verimliydi, doğaüstü gibi görünen işler yapıyordu, ölü toprağın içinden çiçekler, bitkiler çıkıyordu. Onu dölleyen neydi? Ne olacak? Gökyüzü! Yağmuruyla, rüzgârıyla, Güneşiyle gökyüzü, ilk dölleyici olmalıydı. Biz ölünce toprağa karışıyorduk, o halde topraktan gelmiş olmalıydık, tıpkı çiçekler, bitkiler gibi. O halde bizi dölleyen de, topraktan/çamurdan şekillendirip yaratan da yine gökyüzü olmalıydı. İşte ilk ve en büyük “kutsal”, Gök olarak kabul edildi daha o zaman. Yani yüzbinlerce yıl önce.
Hakiki bir humma. Foto Max Kukurudziak - Unsplash
Humma, bugünkü kullanımımızda “ateşli hastalık”, “sıtma nöbeti” gibi anlamlara gelir. Eğer öyleyse, örneğin yoğun bir çalışma temposu içinde olan insanları gördüğümüzde neden “hummalı bir çalışma” deriz? Çalışanlar sıtma nöbeti mi geçirmektedir yoksa ateşli bir hastalığa mı tutulmuşlardır? Tabii ki hiçbiri! Humma, sandığımızdan daha farklı bir şey aslında.
Dilimize Arapça “hummâ” sözcüğünden gelmiş ama çıkış yeni Arapça değil. Sami dillerinde (Akadca, Aramca, İbranca, Arapça vs.) “h-m-m” kökü, genel olarak “ateş” anlamına gelir. Ancak ister Sami olsun, ister Hint-Avrupa dil ailesi, bölgedeki komşuluklar ve kültürel ilişkilerden dolayı farklı dil ailelerinde de aynı sözcükleri, aynı sesleri bulmak mümkün ve pek çok örneği de var. Bakınız Hindistan’ın çok zengin olan tarihindeki yazılı metinlerden neler öğreniyoruz. Güney Hindistan’da Tamil etnik kökenli bir topluluk vardır. Ben yaşlardakiler, eski haber bültenlerinden mutlak “Tamil gerillaları” lafını duymuştur. Sık gündeme gelirlerdi. O bölgenin bağımsızlığı için çatışan ayrılıkçı bir örgütün adıdır. Fakat 1976’da kurulan bu örgütün konumuzla hiç ilgisi yok. Çok daha eskiye gidip, Tamil bölgesinin tapınaklarına göz atalım. Hinduizm’in bir parçası olan Tamil tapınaklarında (ki elbette sadece buraya özel değildir ama kayda geçtiği için orayı konuşuyoruz) kendilerini tanrı hizmetine adayan dansçı kızlar vardı. Bunlara “deva-dasis” adı verilirdi. Yani tanrı hizmetkârı. Bunların işi gücü tanrıların huzurunda dans etmekti. Tapınağa kabul törenlerinde, Sümerlerden de bildiğimiz “kutsal evlilik” töreni gibi bir tören olurdu ve Brahman rahip, mantralar (yani dualar) okuduktan sonra kutsal ateşi yakardı. Bu kutsal ateşin adı “homam”dı. Ateşin kutsallığı ise ülkenin diğer (batı) yanındaki İran’dan, Avesta dininden zaten aşina olduğumuz şey.
EVLİYÂ ÇELEBİ’MİZ ANLATIYOR
Sami dillerinin atası olan Akkadca ateş “umumu” veya “ememu” olarak bilinir. (Bu dillerde sesli harf sıkıntısı olduğu için sesler genellikle net değildir. Sorun değil, zaten sessiz harfler belirliyor sözcüğü ve onlar da yine h-m-m ile aynı. Anlaşıldığı gibi hamam ile humma, “ateş” kökünden gelen iki sözcük. O yüzden biz “hummalı çalışma”dan söz ediyoruz. Yani “ateşli çalışma”. Biricik Evliyâ Çelebi’miz, Seyahatnâme’sinin Bursa’yı anlattığı ikinci cildinde, farklı bölgelerde hamamın nasıl söylendiğini anlatır. “Anadolu’da ılıca derler, Arabistan’da humma derler, Acem’de germâb derler, Rum’da kaynarca derler, Bursa’da kaplıca derler, Moğolca’da kerense derler, Rumeli’de bana derler. Nice diyarlarda vardır.” (Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, YKY, Haz. Y.Dağlı-S.A.Kahraman, 2. Cilt, 1. Kitap, s.23)
FİN HAMAMI DERKEN?..
Bu arada, ateş anlamındaki h-m-m kökü orada duruyorken, bizim hamam dediğimiz şeyin karşılığını da merak ediyor insan. Girip yıkandığımız, temizlendiğimiz, keyif çattığımız hamamdan söz ediyoruz. Efendim Hindistan’ın Bengal bölgesinde hamama “snâna” diyorlar, bugünkü Hintçesi “snaan”. Pencap dolaylarında (penc-âb: beş su/beş nehir) ise “ısanâna”. Tablo çok net. Siz “sauna” lafını Fince, kendisini de Fin hamamı zannediyordunuz değil mi?