Somer Sivrioğlu

Her ülkede bulunur: Türk ve patates

31 Mayıs 2025
Fransa’da Paris mash olur, Hindistan’da aloo gobi, ABD’de hamburgerin yancısı, Almanya’da kartoffelsalat’la sosisin sırdaşı. Sadece bir kök sebze değil, mutfakların sırtını yasladığı emektar.

Sidney’de çalıştığım otelden kazandığım bedava biletle Papua Yeni Gine’ye gittim. 90’ların sonuydu... Tropik, egzotik bir macera bekliyorum. Ama yemekler... Felaket. Yağlar garip, Hindistan cevizi her yemeğin içinde. ‘Survivor’ yarışmacısı bile bu kadar yememiştir.

Şikâyet ettim, kısa süre sonra oda telefonu çaldı. Türk bir çalışan arıyor. “Abi, senin ne işin var burada” dedim. Meğer gemiden kaçmış, sevgili yapmış, hayat ucuz, hava güzel diye kalmış. “Yemekler berbat” dedim, sağ olsun, ızgara tavukla patates püresi yolladı.

Dünyanın her yerinde bir Türk bulursun; bir de patates. İkisi de nerede olursa olsun ayakta kalır, uyum sağlar ama özünden de ödün vermez. Patates de bizim gibidir; güvenilir, dirençli, emekçi... Hem halk çocuğu hem dünya vatandaşı...

Fransa’da Paris mash olur, Hindistan’da aloo gobi, ABD’de hamburgerin yancısı, Almanya’da kartoffelsalat’la sosisin sırdaşı. Sadece bir kök sebze değil, mutfakların sırtını yasladığı emektar. Dünya mutfağının en iyi yardımcı oyuncusu.

Bu ‘dünya mutfağı’ lafına da ayrıca uyuz olurum, sanki başka gezegende mutfak var! Ama konu patatesse, o ünü gerçekten dünya dışına taşar. Ridley Scott’ın 2015 yapımı ‘Marslı’ (The Martian) filminde, Mars’ta mahsur kalan astronot neyle hayatta kalır? Tabii ki patatesle. Çünkü patates varsa umut da vardır.

O umut, yüzyıllar önce Peru’nun dağlarında başladı. İnkalar ona altın kadar değer verirken Avrupa ilk başta yüz vermedi. Ancak kıtlıklar başlayınca insanlar çiçekten çok köke yöneldi. Patates işte o günden beri açın dostu, sofranın sigortası.

Bizdeyse Osmanlı önce bir burun kıvırmış “Bu

Yazının Devamını Oku

Çerkes gelinin tavuğu: Sofrada tarih, tavada gerilim

17 Mayıs 2025
Nasıl ki İtalyan ve Çin mutfağı dünyaya göç eden şefler sayesinde yayıldıysa bizde de farklı kültürlerin yemekleri gelinler sayesinde farklı yerlere taşınır, yayılır. Yani bir gelin, yeni evine giderken kendi yemeklerini, tarif defterini de yanında götürür. Naguib Mahfouz’un ‘Kahire Üçlemesi’nin ilk kitabı ‘Bayn al-Qasrayn’de (İki Saray Arasında) bu tür bir hikâyeyi anlatır; Çerkes gelin Zeynep ve tavuğu...

Bir mutfağın kimliğini belirleyen en temel şeyler; toprak, coğrafya ve o coğrafyanın sunduğu ürünlerdir. Ama bu kimliğin başka yerlere taşınmasında, yani mutfağın yayılmasında esas itici güç genellikle göçtür. İtalyan ya da Çin mutfağının dünyaya yayılmasında şeflerin göç hikâyeleri nasıl etkiliyse bizde de mutfağı yayan en büyük kahramanlar aslında gelinlerdir!

Bir yörenin gelini, sadece çeyizini değil, tarif defterini de yanında getirir. Gittiği evin mutfağını öğrenirken kendi mutfağını da yerel ürünlerle yeniden yorumlar. Böylece yemek sadece karın doyurmaz; kültür taşır, hikâye anlatır, bazen de evde küçük çaplı diplomatik krizlere yol açar.

Naguib Mahfouz’un ‘Kahire Üçlemesi’nin ilk kitabı ‘Bayn al-Qasrayn’de (İki Saray Arasında), bu
kültürel çarpışmanın en lezzetli örneğine rastlarız. Mısırlı bir ailenin hayatı, yeni gelin Zeynep’in sofraya getirdiği bir tabakla değişir: Çerkestavuğu!

Zeynep’in poşe tavuk, ceviz sosu ve pilavla sunduğu bu sade ama asaletli yemek, aslında Osmanlı mutfağından çıkıp Mısır’da ikonikleşmiş bir lezzettir: Sharkasiyya. Ama Mahfouz’un kaleminde bu yemek sadece karın doyurmaz; sınıf, kadınlık, gelenek gibi konuları da sofraya getirir. Yani bir tabak Çerkestavuğu, evin dinamiğini yerinden oynatabilir! Ne de olsa mutfakta iktidar, tahta kaşığı tutan elin ucundadır.

Her Çerkes gelininin tavuğu da kendine göredir. Aile dostumuz ressam Oya Arutan’ın Abhazya’dan gelen ailesi mesela ekmek yerine sarı mısır unu kullanıyor. Mısır unu, sıcak suyla karıştırılıp tavada pişiriliyor; tavuğun göğüs ve budu birlikte haşlanıyor. Tavuk kemikleri suya geri konup aroma çektiriliyor. Cevizse acıkayla birlikte havanda dövülüyor; çıkan yağı da son dokunuşta yemeğin üstüne gezdiriliyor. Sanat eseri gibi!

 

Yazının Devamını Oku

Bir imza yemeği olarak kadayıf karides

21 Aralık 2024
Şef restoranlarının alameti farikasıdır imza tabakları... 2007’de Avustralya’da açtığım ilk restoranım Efendy’den itibaren her menümde mutlaka yer bulan kadayıf karides, benim için böyledir. İlk kez ben yapmadım ama kendi yorumumla birleşen haliyle lezzetinin zirvesine çıkan bu yemeği tüm detaylarıyla yazdım bu hafta...

Mutfakta uzun süre çalışan ve restoranı olan her şefin kariyerine damga vuran bir imza yemeği vardır. Benim imza yemeğim de kadayıf karides. 2007 yılında Sidney’de Efendy’yi açtığımda menüme giren ilk yemeklerden biriydi kadayıf karides. O günden bugüne önce Efendy’de, sonra Anason’da, daha sonra açtığım pek çok restoranda ve şu anda Efendy İstanbul’da menüden hiç çıkmayan tek tabağımızdır. Altında muhammara sosu, üzerinde jumbo boy karidesiyle yıllar içinde iyice geliştirdiğimiz bir imza yemeğidir.

Aslında kadayıf karidesin Türkiye’de yapılması çok eskilere dayanıyor. Kokteyl yemeklerinin artmasıyla beraber kadayıf karides, acı ve ekşi sosun içinde, daha çok pişmiş kadayıfa sarılı karideslerin kızartılmasıyla yapılan bir yemek. Tabii zaman içinde biz bu yemeği daha çok bizden bir lezzete ve Efendy’nin
klasiğine çevirdik. Kadayıf karides yaparken her zaman taze kadayıf kullanır ve tek sıra özenli şekilde sararız. Sıkıca sardığımız kadayıflar hem karidesin dengeli pişmesini hem de dışında harika bir çıtırtı olmasını sağlıyor.

Gelelim şimdi imza yemeğim kadayıf karidesin malzeme listesine ve yapılışına...

Kadayıf karides

(4 kişilik)

NE LAZIM?

Muhammara için

Yazının Devamını Oku

Pırasa ve ördeğin benzersiz uyumu Ördek pastilla

7 Aralık 2024
Kariyer hayatımın en önemli yemeklerinden biri olan ördek pastilla ile ilgili anılarımı ve tarifini sizlerle paylaşmak istiyorum. Değerli şef Greg Malouf’tan öğrendiğim, orijinali güvercinle yapılan bu Fas yemeği servis sırasında da görsel bir şölen sunuyor.

Avustralya’nın en önemli mentorlarından biri olan ve daha önce de bu sayfalarda birçok kez bahsettiğim Greg Malouf’un bende çok özel bir yeri vardır. Greg, Avustralya’da anne-baba dükkânından, yani mütevazı lokantalardan en kaliteli lezzetleri alıp birçok lokantaya sokan şeftir. İlk önce Melbourne’de City Centre’da açtığı Momo Restoranı, sonra Melbourne’de Grand Hyatt’ın içine taşıdı ve Avustralya’daki Michelin muadili en yüksek yıldız olan ‘3 yıldız’ aldı. Ardından Londra’nın ünlü Petersham Nurseries’in başına geçen Greg orada da ilk Michelin yıldızını aldı. Greg, tüm bunları yaparken aynı zamanda da benim gibi pek çok Türk şefin yanı sıra Yunan, Lübnanlı ve İspanyol şefe kendi mutfaklarının elçileri
olmayı ve o mutfakların da İtalyan, Fransız ve Japon mutfağı gibi Avustralya’da modern bir şekilde yorumlanabileceğini öğretti.

Kalıtsal bir kalp rahatsızlığı olmasına rağmen yoğun iş temposundan ve yoğun yaşamından asla vazgeçmeyen Greg, birçok hastalıkla mücadele etti ve geçirdiği dört tane açık kalp ameliyatından sonra maalesef eylül ayında hayatını kaybetti. Avustralya’nın en sevilen ve en özel şeflerinden biri olan Greg’e vefatından sonra kariyerine ve tüm yaşamına saygı adına Avustralya’nın Efsane Şefi Ödülü verildi.

Ördek pastilla benim Greg’den öğrendiğim ve her zaman bütün restoranlarımda kullandığım bir yemek. Pastilla güvercinden yapılan bir Fas yemeği ama tabii bizim ülkemizde güvercin pek tercih edilmediği için ben bu yemeği ördekle yorumladım. Hem Efendy İstanbul restoranımızda hem Avustralya’daki bütün restoranlarımızda özellikle kış aylarında pırasayla birlikte sunduğumuz ve ördek içiyle hazırladığımız, şovuyla ve lezzetiyle öne çıkan yemeklerimizden biri.

Şimdi gelelim ördek pastilla’nın malzemelerine ve yapılışına..

Ördek pastilla 

(3-4 kişilik)

NE LAZIM?

Yazının Devamını Oku

Yarışmadaki eleme tabaklarımdan The Alice’in hikâyesi

23 Kasım 2024
Sizi bilmem ama ben köşemi ve sizleri çok özledim. Yoğunluğum nedeniyle bir süredir ara verdiğim köşemde sene sonuna kadar ‘MasterChef’ eleme gecesinde çıkan tariflerimi ve bu tariflerin arkasındaki hikâyeleri yazacağım. Ocaktan sonra yine yemek kültürü, gastronomi seyahatleri ve gastronomi dünyası üzerine yazmaya vaktim olacak.

MasterChef çekimlerimiz bu sene o kadar yoğun ki istemeyerek de olsa haftalık yazılarıma ara vermek durumunda kaldım. Her gün öğlen 12.00 gibi yayına girip gece yarısından sonra kanaldan çıkıyoruz. Kalan zamanımda dinlenip iş toplantılarımı yapmaktan başka bir şey düşünmeye fırsatım olmuyor. Sevgili Aslı Çakır (Hürriyet Ekler Yayın Yönetmeni) ve ekibi Masterchef sezonunun sonunu beklemeden yazılarıma yeniden başlamam için rica ettiler, tabii ki ben de onları kırmadım. Bu süreçte programdaki eleme tabaklarımı ve arkasındaki hikâyeleri yazacağım.

Bu sezon en çok ses getiren eleme tabaklarımdan biri The Alice’ti. İtalya seyahatimizin gastronomik olarak en önemli iki noktası Danilo Zanna’nın önerdiği Bologna ve sevgili dostum Marco Vignali’nin tavsiyesiyle Portofino olmuştu. Marco’nun tavsiyesiyle gittiğimiz Portofino’daki Cracco, aynı zamanda MasterChef İtalya’nın jüri üyelerinden Carlo Cracco’nun adını taşıyan, şehrin en önemli restoranlarından biri.

MasterChef jürilerinin şöyle bir kaderi var: Restoranları ne kadar iyi olursa olsun Michelin gibi uluslararası değerlendirme kriterleri tarafından fazla popüler görülüyor ve ciddiye alınmıyor. Bence Cracco kesinlikle 1 Michelin yıldızını hak eden, şehrin en gastronomik, servis ve lezzet olarak en başarılı restoranı. 

Bu restoranın en önemli tabaklarından The Alice, 1996 doğumlu İtalyan şef Mattia Pecis’in. Şu an İtalyan şef Carlo Cracco’nun Portofino’daki restoranında executive şeflik yapıyor ve menünün çoğunu o oluşturmuş. İtalya’nın Liguria bölgesinin mutfağını ve yerel ürünlerini kullanıyor. Tabaktaki balık örgüsü, balıkçıların ağını ve bize en taze balıkları getirmek için zorlu bir iş yapmalarını sembolize ediyor. Gelelim şimdi çok sevilen The Alice’in yapımına...

 

THE ALİCE (1-2 KİŞİLİK)

Yazının Devamını Oku

Üç yıldızlı, unutulabilir bir Michelin deneyimi

10 Ağustos 2024
İtalya’nın 3 Michelin yıldızlı restoranı Enoteca Pinchiorri dünyanın en zengin mahzenlerinden birine sahip fakat yemekleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu restoranın üç yıldız alması benim için anlaşılmaz.


Geçen ay yaptığımız Floransa gurme gezisinin en önemli durağı Enoteca Pinchiorri idi. İtalya’daki 13 adet, 3 Michelin yıldızlı restorandan biri olan Pinchiorri, Floransa’nın ve hatta İtalya’nın en efsanevi restoranlarından biri olarak kabul ediliyor. 1979’da şarap uzmanı Giorgio Pinchiorri ve eşi Fransız şef Annie Féolde tarafından kurulan bu restoran, ilk Michelin yıldızını 1982’de, ikinci yıldızını 1983’te ve nihayet üçüncü yıldızını 1993’te kazandı. Ancak 1995’te kundaklama sonucu restoranda ve ünlü mahzeninde çıkan yangında dünyanın en değerli şaraplarından 25 bin şişe kayboldu ve restoran bu olayla birlikte üçüncü yıldızını da yitirdi. Ancak süreç içinde muazzam bir dönüş oldu. 2004’te bugün hâlâ koruduğu üçüncü yıldızını geri kazanmayı başardı.Enoteca Pinchiorri’nin tadım menüsü dokuz tabaktan oluşuyor ve fiyatı kişi başı 350 euro.

Fransa dışında kaybettiği 3 Michelin yıldızını geri alan tek restoran olan Pinchiorri, şarap dünyasında kazandığı sayısız ödülle de adını duyurdu.

Restoranın şarap listesi çift ciltli bir Meydan Larousse ansiklopedisi gibi. Bu mahzende Sassicaia, Solaia ve Masseto gibi süper Toskanalar; Mouton, Petrus ve Henri Jayer gibi Fransız klasikleri bir arada. 150 bin şişe kapasiteli ve 4 binden fazla markanın olduğu bu mahzende, 1889 ve 1870 yıllarından kalan tek şişe Château Mouton-Rothschild’ler en eski şaraplar arasında. En değerli şarapsa 1985 Domaine de la Romanée-Conti’nin Methuselah şişesi; değeri tam 250 bin dolar. Burası şarapseverler için İtalya’nın en değerli mahzeni ve adeta bir şarap müzesi.

Rezervasyonumuzu aylar öncesinden yaptık ayrıca asistanım arayıp teyit ettirmişti, üstelik bir de şef olduğumu belirterek. Ponte Vecchio’nun kıyısında kısa bir yürüyüşten sonra şık bir binadaki restorana vardık. Masamıza yerleştirildikten sonra 1976 rekoltesi bir şampanya servis edildi. Türk olduğumuzdan mı bilmem, bu şampanyanın ikram olup olmadığını merak etmeye başladım. Açılmış şampanyanın hesabı olmaz düşüncesiyle bu konuyu ertelemeye karar verdim.

Restoranın atmosferi eski usul, biraz steril ve sıkıcıydı. Işıklar çok parlaktı ve biraz snob bir hava vardı. Aslında iyi başlamıştık. Ayşe (Özyılmazel) şarap ansiklopedisini bana bırakıp normal bir restoranın şarap menüsü büyüklüğündeki su menüsünü inceliyordu. Suyun pH değerinin bu tarz yemeklerin sindirimi üzerindeki etkisini su someliyesiyle tartışıyordu. Ben şarap ansiklopedisinde 1976 yılı şampanyaların fiyatlarını araştırıyordum. O sırada amuse bouche (yemekten önce ikram edilen ağız hoşluğu) masaya geldi. Mercimek ve tahıllarla yapılmış bir kraker, oldukça lezzetliydi ve altındaki kuru mercimeklere saplanmıştı. Ayşe, krakerden sonra mercimekleri de yemeye kalkınca, garsonumuz bizi uyardı. Ancak bu durumu Ayşe’ye verdiğim söz gereği yazmayacağım! Bu olaydan sonra menüdeki ikinci en ucuz şarabı söyleme stratejisini izledim.

Denizkestanesi olağanüstüydü...

3 Michelin yıldızlı, takım elbisesi benim tüm kimonolarımdan daha pahalı olduğunu düşündüğüm garsonumuz, kibarlığını kaybetmeden ama bizden daha fazla para alabilme umudunu yitirerek servisine devam etti. Çok fazla 3 Michelin yıldızlı restoran tecrübem yok, bunu kabul ediyorum. Ancak 3 Michelin yıldızı sadece şarapta değil, yemekte de kusursuz olmalı, hele ki tadım menüsü 350 euro’ysa... Yemekler güzel ama bizi etkileyip uçurmadı. Mutfakta patron olan, kurucusu ve İtalya’nın 3 Michelin yıldızlı ilk kadın şefi Annie Féolde, mutfağını artık iki profesyonele bırakmış. Yemekler çok iyi olsa da üç yıldız seviyesinde mi derseniz, bence değil. Dokuz tabaklık tadım menüsünde, kuzu consommesi’ne batırılmış ekmek ve denizkestanesi olağanüstüydü ancak diğer yemekler zorlama 1 yıldız seviyesindeydi. Hatta mercan balığı fazla pişmişti ki, bu normal bir restoranda bile kabul edilemez bir hatadır. Yemekler lezzetli ancak doku eksikliğinden mustarip; yeni nesil şeflere pek kendilerini gösterme fırsatı verilmemiş gibi duruyor.

Yazının Devamını Oku

Herkese göre bir lokanta var!

13 Temmuz 2024
İtalyan mutfağı, tam anlamıyla bir lezzet cümbüşü! Sadece ürün çeşitliliğiyle değil, farklı tarzda lokantalarıyla da segmentasyon nasıl olmalı üzerine adeta bir pazarlama dersi veriyorlar. İtalya’nın bu birbirinden farklı tarzdaki işletmelerinin özellikleri neler, birlikte bakalım…

Geçen haftalarda Bolonya’daki lezzet turumdan bahsetmiştim. Bu hafta dumanı üstünde İtalya seyahatimizden tüm öğrendiklerimizle, İtalya’nın farklı tarzdaki lokantalarına bakalım istiyorum.

Ristorante, İtalyan mutfağının lüks ve zarif yüzünü temsil eden havalı bir gastronomi cennetidir! Bu tür restoranlar, sadece lezzetli yemekler sunmakla kalmaz, aynı zamanda size unutulmaz bir deneyim yaşatır. Bir ristoranteye girdiğinizde, şık masa örtüleri, kristal kadehler ve sanatsal bir dekorasyon, burada sıradan bir yemek yemenin ötesinde bir deneyim yaşayacağınızı hemen hissettirir. Menüde, İtalyan mutfağının en rafine örneklerini bulabilirsiniz.

Başlangıçlar genellikle İtalyan mutfağına dokunuşların sunulduğu carpaccio, crudo ve diğer antipastilerin şefin vizyonuyla harmanlanmasıyla oluşturulur. Primi, genellikle el açma makarnalar ve arborio pirinciyle yapılıp envai çesit sosla servis edilen karbonhidratlardan oluşur. Tabii bizdeki ‘Türkalyan’ restoranlarının aksine, primi küçük porsiyon sunulur; secondi’ye yani ana yemeklere yer açmak için. Ana yemeklerdeyse deniz mahsulleri, osso buco, bistecca fiorentina gibi klasik İtalyan yemekleri veya modern versiyonları olur. Tatlılarsa tam bir sanat eseridir; tiramisu, panna cotta veya cannoli ile yemeğinizi şık bir sonla noktalarsınız.

Detaylar fiyatlara yansır

Peki, neden ristorante’ler pahalıdır? Bunun birkaç nedeni var. Öncelikle, burada kullanılan malzemeler en kaliteli ve taze olanlardır. Trüf mantarları, kaliteli zeytinyağları ve en taze deniz mahsulleri yemeklerin lezzetini zirveye taşır. Ayrıca ristorante’lerde çalışan şefler genellikle çok deneyimli ve ünlü isimlerdir. Bu şeflerin ustalıkla hazırladığı yemekler adeta bir sanat eseridir. Mekânın atmosferi, şıklığı ve detaylara verilen önem de fiyatlara yansır. Sonuçta, burada sadece bir yemek değil, aynı zamanda bir deneyim satın alırsınız.

Eğer, daha klasik, daha uygun fiyatlı, makarna ağırlıklı yemek tercih ediyorsanız o zaman sizi trattoria’lara alalım.

Trattoria, İtalya’nın sıcak ve samimi ruhunu yansıtan, adeta evde yemek yiyor gibi hissettiren, rahat ve keyifli bir yemek deneyimi sunan yerel restoranlardır. Trattoria’ya adım attığınızda, sizi güleryüzlü garsonlar ve ahşap masalar karşılar. Dekorasyon sade ama sıcak, adeta bir İtalyan büyükannenin evinde misafirmişsiniz gibi. Trattoria’nın kalbi mutfakta atar; buradaki yemekler ‘ev yapımı’, lezzet dolu ve tazedir.  Menüler genellikle karatahtaya yazılmıştır ve günlük olarak değişebilir, bu da her ziyaretinizde yeni bir sürprizle karşılaşacağınız anlamına gelir.

Bruschetta veya caprese salatasıyla hafif ama lezzetli bir giriş yapabilirsiniz. Ana yemeklerdeyse seçenekler bol ve çeşitli. Taze makarnalar, lazanya, gnocchi veya risotto gibi klasik İtalyan lezzetlerini denemelisiniz. Eğer et seviyorsanız, bollito misto (karışık haşlama et) veya pollo alla cacciatora (avcı usulü tavuk) gibi yemekler tam size göre. Deniz ürünleri de genellikle menüde olur ve taptaze servis edilir. Tatlı olarak tiramisu veya panna cotta’yla kendinizi şımartabilirsiniz.Trattoria’lar adeta evde yemek yiyor gibi hissettiriyor.

Yazının Devamını Oku

Aklımı başımdan aldı

29 Haziran 2024
İtalya’nın her bölgesi ülke mutfağının tanıtılıp geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır, ama Bolonya gastronomi kültürü açısından ayrı bir saygıyı hak ediyor. Bayram tatilinde bölgede denediğim her lezzette hayran kaldım…

Bayram tatilini İtalya’da bir yemek macerasına dönüştürmek istediğimizden beri, sevgili Danilo’nun (Yazarımız,
şef Danilo Zanna) başının etini yedim. Bu süre içinde Bolonya, Floransa, Toskana ve Portofino’da olağanüstü lezzetler tatma imkânı bulduk. O yüzden önümüzdeki haftalarda artık bir değil iki İtalya hayranı şefin yazılarını görmeye hazırlıklı olun.Mò Mortadella Lab’in sandvici

İlk durağımız Bolonya’ydı. Açık söylemek gerekirse yemeklerin aklımızı başımızdan almasını beklemiyorduk. Danilo’nun tavsiyesiyle bölgenin en iyi geleneksel restoranlarından Ristorante Al Cambio’ya gitmek için oradaydık. Öğle saatinde bavulları atıp direkt Bolonya’nın en meşhur ürünü mortadella’yı (salam çeşidi) en ünlü sokak büfesi Mò Mortadella Lab’de denemek üzere kuyruğa girdik. Yarım saat sırada ağzımız sulanarak bekledikten sonra sıcacık balon panini içinde mortadella, asma yaprağı ve buratta enfes bir gastronomik başlangıç oldu.

Amerika’da da sandviçlerde çok kullanılan ‘baloney’ de ismini Bolonya’nın kendi mortadella’sından alıyor. İlk tadışta bazı baharat çeşitleri benzer ama Bolonay’nın mortadella’sı ve Amerika’nın baloney’si ‘Ford v Ferrari’ filminin devamı gibi.

Geleneksel mortadella, 300 kiloya kadar çıkabilen devasa kütüklerde hazırlanıp kâğıt inceliğinde kesiliyor. Karakteristik pembe ve beyaz renklerinin arasından göz kırpan yeşil Antep fıstığı parçaları iştah açıcı.

Al Cambio, Bolonya’nın turistik merkezinden 10 dakika uzaklıkta ve rezervasyonsuz yer bulmak neredeyse imkansız. Torpilimiz Danilo’dan; maestrosu Piero Pompili’yi kafalamış, Pompili bizi kapıda sıcak bir biçimde karşılıyor. Özlemişiz şık takım elbiseli, mis kokulu ve tıraşlı servis ekibi tarafından karşılanmayı.Ristorante Al Cambio’nun et suyunda tortellini ve lazanya sunumları

Yemekleri önceden belirledik zaten, Ayşe sağ olsun (Özyılmazel) günde bir porsiyon yediğinden onu da

Yazının Devamını Oku