Buna göre parti tüzüğü demokratik esaslara göre düzenlenecekti. Ancak kısa bir süre sonra nepolitik, ahbap kayırmacılığı anlayışında değişiklik olmadığı görüldü. Yerel seçim adaylarına dair birikim, deneyim, performans gibi kaliteler her zamanki gibi nazara alınmadı. Bu arada Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu arasında çekişme emareleri gözleniyordu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ittifak politikaları sahiplenilmedi. Hoş bu konuda İyi Parti’nin tutumu da bir sebepti.
Ekrem İmamoğlu için İstanbul seçimleri hayati önem taşıyor. Dem Parti ile dayanışma çok kritik bir önemde. Genel kanı, İmamoğlu’nun İstanbul seçimlerini kazanması durumunda, kendisinin ve CHP’nin 2028 yılı seçimlerinde şansının çok yükseleceği. Yerel seçim sonucu ne olursa olsun, İmamoğlu CHP’de ikili yönetim yapısını gidermek üzere Özgür Özel’i tasfiye etmeye çalışacağı söyleniyor. “Siyasetin doğası”, geçmişin dayanışma ve vefa ipoteğini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Bu arada mevcut yönetimin da olası bir yerel seçim başarısızlığında yeni bir kurultay süreci başlayabilir. Bu noktada kim kimle ittifak yapar? kestirmek güç.
Bu ülkede kişilerin siyasete ilgisi parti farkı gözetmeksizin hep aynıdır. Sınırlı sayıda donanımlı ve idealistler dışında, insanlar kendilerine bir imkân yaratmak için siyasete yöneliyor. İş ve sosyal yaşamında bir yerlere gelmiş kişiler mesafeli kalıyorlar. Bu insan dokusuyla siyaset, kendi partisi dahil, seçim başarısızlıklarından bile medet umar hale geliyor. Sözün özü, parti içi çekişmeler normal ve sıradan seçmenlerin asla kavrayamayacakları parametreler üzerinden yürüyor ve onlara her daim “kadrolu figüran” rolü biçiliyor.
Milei’nin fikirleri mealen şöyle: “Sosyalist modeller girişimci ruhu yok ederek toplumsal refahın oluşumunu önlüyor, yoksulluk diktatoryal ortamlara yol açıyor. Geçmişte Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinin başına gelenler bu yaklaşımı teyit ediyor. Bugün Çin, devlet eliyle kapitalizme yöneldiği için ekonomisini bir yerlere getirebilmiştir.
Yine ‘derin fakirlik’ dünya nüfusunun yüzde 10’larının altına gerilemişse serbest piyasa ekonomisi sayesindedir. Gelişmiş ülkelerde son dönemlerde sosyalist değerlerin yükseliyor olması vahim ve hatalı bir gelişmedir. Kapitalizm girişimciler marifetiyle önce ‘pastayı büyütme’ ideolojisidir. Sosyal devlet anlayışı büyütülmüş pastadan paylaşım yüzdesinin artırılması çabasıdır. Bu noktada sendikalar ölçüsüz taleplerle, siyasetçiler popülizmle ölçüyü kaçırırlarsa, kamu-özel tüm ekonomik parametreler hırpalanmaya başlar. Bu yolun sonu genellikle ‘pastanın’ küçülmesi ile sonuçlanır. Neticede toplumsal refah düşmeye başlar. En fazla zararı da geniş kitleler görür.”
Milei’nin bu görüşleri, bırakın dünyayı, ülkemizde 10 bin lira emekli maaşı ile yetinme durumunda kalanlara ya da 17 bin lira asgari ücretle ev geçindirenlere haklı olarak ikna edici gelmeyecektir.
Konumuza dönersek...
Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin aykırı Davos konuşması çok ses getirdi. Kapitalizm neredeyse ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olarak nitelendi. Pek tabii o kadar da uzun boylu değil! Vahşi kapitalizminin insanlık tarihindeki ayıpları hafızalarda duruyor. İskandinav ülkelerinde hem serbest piyasa ekonomisi, hem sosyal adalet politikaları birlikte sürdürülüyor. Milei’nin söylemleri gerçeklerin sadece ‘akademik katılık’ boyutunu öne çıkartıyor. Bu yönüyle hepten yabana atılamaz. Ancak uygarlık birikimi ‘önce insan’ mottosunu işaret ediyor. Bunun yolu evrensel değerleri sahiplenmekten geçiyor. Bu amaçla özgür aklın ve girişim ruhunun korunması vazgeçilmez görülüyor. Bu amacın kalıcılığı hiç şüphesiz adil gelir dağılımının temin edildiği örgütlü ve demokratik toplum düzeniyle mümkündür.
İyi Parti siyasi haritada merkez sağda büyük bir boşluk görmüş, eskinin ANAP ve Adalet Partisi’nin ulaştığı sınırlar hedeflenerek kurulmuştu.
Hem AK Parti, hem de CHP seçmenlerinin bir kısmının böylesi bir oluşuma yönelebileceğini öngörmüşlerdi.
Kuruluşunda milliyetçi bir nüve de barındırdığından, hata yapılmadığı takdirde siyaseten dört eğilimi birleştirmek suretiyle önlerinin çok açık olabileceğini hesap ediyorlardı.
Bu amaçla ilk etapta iktidar karşıtlığı üzerinden yola çıktılar.
Aynı pozisyonda olan CHP ile yakınlaşmaları bir ‘yol arkadaşlığı’ idi.
Kısa zamanda iktidar bileşenlerine ve aynı zamanda CHP’ye ihtiyatla bakan seçmen nezdinde özel bir dikkatle izlenen bir siyasi oluşum haline geldiler.
Adnan Dalgakıran isimli bir kişiye ait.
Nasıl da gerçekçi ve acımasız bir toplumsal özeleştiri fotoğrafı ortaya koymuş.
Hani, ‘herkes kendine Müslüman’ deyişi vardır.
Bizler de aynen öyleyiz.
Bahse konu paylaşımı aynen aktarıyorum.
“Halkımızın siyasetçilerden talepleri neler?
- İmar affı
Esasında bu gecikme dört kesimi rencide ediyor. Birincisi; kim aday olarak açıklanacaksa bu durum tüm aday adaylarını, özellikle de muhtemel aday mevcut Başkan Tunç Soyer’i olumsuz etkiliyor. Zira geçmiş tecrübelerin ışığında, günün sonunda Tunç Soyer’in aday gösterilmesi, çok kişiye göre normal bir sonuç. Bu durum böyle gelişecekse, CHP’nin kendi adayına yönelik net tutumunu hemen belirlemesi beklenen siyasi tutumdur.
İkincisi; “gecikme” doğrudan ve bizzat CHP’ye zarar veriyor. “Kaynayan kazan mı” söylentileri oluşuyor. Parti içi “çekişme” söylentilerine sebep oluyor.
Üçüncüsü; “CHP seçmeni” bu kararsızlık hallerini anlamaz gözlerle izliyor, değerli aday adaylarının yanı sıra, alakasız isimlerin telaffuz edilmesi karşısında “parti aidiyetini” bile sorguluyor.
Dördüncüsü; ki, bu en önemlisi, işin uzatılması “kentimize” yönelik, kaale alınmama şeklinde İzmirlilerin haklı kızgınlıklara sebep oluyor.
CHP’nin yeni yönetimi “Tüzük Kurultayı, önseçim esası” gibi heyecanlandırıcı vaatlerini unutmuş görünüyor. Hal böyle olunca, aday belirlemede manipülasyona açık bir takım anket öyküleri ile dezenformasyonlar yaratılıyor. Esasında, daha evvel çok yazıldı, çizildi. Tunç Soyer’in tekrar aday gösterilmesi normal senaryo olarak ortada duruyor. Bir başkan, üstelik ikinci dönemi için, örgütten, sivil toplumdan, sendikalardan, muhtarlardan, ulusal ve uluslararası kuruluşlardan, hemşehri derneklerinden ve İzmirli’lerden, özetle tüm rasyonel parametrelerden destek alıyor ve gerçekleştirdiklerinin yanı sıra, başlattığı projeler için bir 5 yıl daha istiyorsa...
Basiretli bir parti yönetimi artık kararını bir an önce açıklamalıdır
İkinci vergileme türü, “dolaylı” vergilerdir. Katma Değer Vergisi, Özel Tüketim Vergisi bu cümledendir. Harcama üzerinden alınan bu vergiler kişi ve kurumların gelirlerinden bağımsız, herkes için aynı orandadır. Sınırlı geliri olanın, örneğin bir akıllı telefon alırken ödediği vergi ile, üst seviyede geliri olanın vergisi aynı tutardadır. Haliyle harcama vergileri gelir dağılımını daha da bozan bir vergi türüdür. Ülkemizde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının yüzde 70’ler mertebesinde oluşu, bahse konu adaletsizliği daha da derinleştirmektedir.
Üçüncü grup ise; “servet” vergileridir. Veraset ve intikal vergileri, emlak vergileri, motorlu taşıtlar vergileri, en bilinenleridir. Ülkemizde veraset ve intikal vergileri esasında çok ciddi bir vergisel kaynaktır. Ancak bu verginin üzerine pek gidilmemektedir. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek kişilerin sahip olduğu ev sayısına ve değerine göre farklı oranlarda vergileme planladıklarını, ifade etti. Varlığını farklı yerlerde, örneğin gayrimenkul yerine Borsa’da değerlendirenler için vergileme niyetinden söz etmedi. Serveti değerlendirme tercihine göre farklı vergi uygulaması yanlıştır.
Esasına bakarsanız Türkiye’de vergi mevzuatı kötü değildir. Yanı sıra, OECD ortalamalarına göre toplanan vergilerin milli gelire oranında eksiklenecek bir durum yoktur. Temel sıkıntı uygulamadadır. Harcama üzerinden alınan vergilerin yüksekliğinin bir sebebi de beyanla kavranamayan kayıt dışı gelirlerin bu yolla kıstırılmasıdır. Örneğin kayıt dışı gelir elde eden bir kişi bahse konu vergisiz geliriyle bir binek araç aldığı zaman bir dizi ve yüksek tutarlarda vergi ödeme durumundadır.
Bu arada vergili geliriyle aynı binek aracını alan kişiler, bu defa yüzde 80’lere varan vergi yükü ile karşılaşmaktadır.
Özetle, kolay geldiği için dolaylı vergilerin tercih edilmesi ve “kümesteki kaz” konumundaki gelir ve servet unsurlarına ilave yüklenmeler gibi uygulamalar vergi adaletini aşırı zedelemektedir. Bu durumun değişmesini samimi olarak isteyen bir siyasi irade üç tedbiri hemen alabilir.
Birincisi; 1980 öncesinde olduğu gibi “nereden buldun?” sorgusunu getiren servet incelemesi yöntemini yeniden ihdas etmek.
Geçmişte 2007 yılında Özelleştirme İdaresi tarafından açılan ihaleyi Global-Hutchison- İhracatçı Birlikleri, konsorsiyumu 1.275 milyar Dolar teklif vererek kazanmış, ancak açılan davalarda süreç uzayınca bahse konu konsorsiyum ihaleden çekilmişti.
Aradan geçen zaman içerisinde Aliağa limanları devreye girdi. Hemen arkasından Çandarlı, limanlar bölgesi olarak ilaveten projelendirildi. Bahse konu yerlere otoyol ve demiryolu imkanları sağlandı. Neticede Alsancak, konteyner limancılığı için sınırlı kapasitesi ile cazibesini kaybetti. Şimdi bu limanı sözünü ettiğimiz yerlerle rekabet edebilir hale getirebilmek çok anlamlı gözükmüyor. Her şeyden önce yeni nesil gemilerin 19 metre derinlik gerektirmesi, köhnemiş liman zemininin dev vinçler için sıfırdan güçlendirilmesi gibi elzem ve pahalı yatırımlar, pek çok çevresel ve ulaşım sorunlarını da beraberinde getiriyor.
Kilometreler boyunca sürekli derinleştirmelerle çıkartılacak körfez çamurunun nereye def edileceği, çözümü zor bir soru olarak karşımıza çıkıyor.
Diyelim yıllık 2 milyon TEU’luk bir kapasite oluşturuldu, kent trafiğinin yüzlerce tırlarla nasıl kilitleneceğini tahmin etmek zor değil. Neticede bu liman bu haliyle ticari olarak sembolik yapısı korunsa da, esas fonksiyonunun kruvaziyer turizm olması makul seçenek gibi duruyor.
Özetle; bu yerde dev bir ticari liman şehircilik prensipleri ile uyuşmuyor. Bu güçlükler ve itiraz ihtimalleri ortadayken yabancı sermaye hangi sebeplerle bu limana ilgi duyar, bunu tam bilemiyoruz. Hele 500 milyon dolar gibi bir rakam, konu limancılık ise bugünün gerçeklerinde yüksek bir rakam. Satın alacaklar konteyner limancılığı yapmak istiyorlarsa Çandarlı çok daha rasyonel duruyor. Bu arada Alsancak liman arazisi, gayrimenkul olarak belki de İzmir’in en kıymetli yeri. Herhalde satış sonrası bir gayrimenkul projesi söz konusu değildir. Kaldı ki “yap-işle-devret” kapsamında bu yolu hayal etmek bile mümkün değildir herhalde.
Aksi durum bırakın yargıyı tüm kent bileşenlerinin haklı tepkisine konu olur. Niyet okumak durumunda bırakılmadan, bir an önce İzmir kamuoyu bilgilendirilme ihtiyacı giderilmelidir.
Her şeyden önce her iki yapı da tartışmasız iş örgütleridir. Bilindiği üzere Oda’lar kanunla kurulmuş, üye olmanın ve aidat ödemenin yine mevzuatla sağlandığı, merkezi hükümetlerin hiyerarşisi içinde tam olmasalar da, yarı resmi özerk organizasyonlardır.
Siad’ler ise; dernek şeklinde örgütlenen, gönüllülük esasında üye aidatlarıyla çalışmalarını sürdüren, bağımsız ve nispeten muhalif tutum alabilen yapılardır. Demokratik standartlarda sivil toplum kuruluşu sıfatı Siad’ler için kullanılır. Ancak bu durum Oda ve Birlik’lerin önemini azaltan bir durum değildir.
Kentimizde Ticaret, Sanayi, Borsa ve Meslek odaları başta olmak üzere, pek çok işleve sahiplerdir. Esasında tüm bu yapılar “yerelden yönetim” ilkesini hayata geçiren çok önemli can damarlarıdır. Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulurken, esas itibariyle merkezi bürokrasinin görevlerini hafifleten, yatırımcıları ilk etapta karşılayan, bölgede hem yerel hem de merkezi hükümet ihtiyaçlarını organize edebilen ve bölgede “nefes” almaları sebebiyle rasyoneli ortaya çıkartabilecek kuruluşlar olarak planlanmıştı.
Önceleri 1960’larda kurulmuş sadece bir DTP vardı. DTP; çok değerli bürokratlar yetiştirmesine rağmen, kararların masa başında veriliyor olması şeklinde eleştirilere muhatap oluyordu. Bu ihtiyaca binaen Bölgesel Kalkınma Ajansları hayata geçirildi. İlk örnek olarak kurulan İzmir Kalkınma Ajansı, nedense il valilerinin etkili olduğu bir yönetim anlayışı ile oluşturuldu. Bu tercih sebebiyle makro amaç hasıl olmamıştı. Hiç şüphesiz İZKA’nın çok birikimli kadrosu söz konusudur. Ama, sonunda Ankara’ya uzanan hiyerarşik yapı, kalkınma ajansı teorisine açıkça terstir. Bu noktada oluşan boşluğu Oda’lar doldurmaya başladılar. Özellikle İzmir Ticaret ve Sanayi Odaları; üniversiteler, lojistik köyler, küçük ve normal organize sanayi bölgeleri, iş insanları birlikteliklerine vesile olma, yatırımcıları çekme, yerel yönetimle iş birlikleri, çok sayıda kentsel raporlar gibi üretken projelerin gündeme gelmesi ve hayata geçirilmesinde sonuç alıcı bir yapı olarak, hali hazırda işlev görüyorlar.
Esasında Oda’ların böylesi bir konuma gelmesi onlara değer katmıştır. Tabii ki Siad’ler de benzer çaba içindedir. Özetle Oda’lar rölasyon kurabilme, Siad’ler de yanlışı özgürce seslendirebilme avantajları ile çok iyi takım oyuncusu olabilirler.