Bu tünelden disiplinli bir program uygulayarak çıkılabilir. Tabii ki asgari ücretle geçinenlerden fedakârlık beklenmesi izahı ve izanı zor bir konudur ama işler bu noktaya gelmişse böylesi bir tedbirler manzumesi bir mecburiyete dönüşmüştür. Bu hale düşülmesinin sebebi hiç kuşkusuz emekçiler ve dar gelirliler değil. Ancak şu aşamada suçlu arama tartışmalarından öte bir durum söz konusu. Sebep olanlar zaten siyasi bedel ödediler. Konumuza dönersek; asgari ücret artırıldığı zaman enflasyonist tetiklemeye yol açıyor. Zira bu gelir seviyesinde harcamaların tamamı tüketime yöneliyor, haliyle tasarruf söz konusu olamıyor. Diğer faktör ise, asgari ücret artışı, her seviyedeki ücretlerin yanı sıra, mal ve hizmetlerde de yeniden fiyat ayarlamalarına vesile kılınıyor ve enflasyon sarmalı besleniyor. Bunun yanında; imkânı olan özel sektör kuruluşları yaşanan enflasyona çalışanları ezdirmemek veya kritik önemdeki personellerini muhafaza etmek adına ara zammı tercih ediyorlar. Mamafih böyle işletme sayısı ne kadardır, bilemiyoruz.
Asgari ücret halen net 515 dolar mertebesinde. Giydirilmiş haliyle bu rakamın brüt tutarı, kıdem tazminat payı da dahil 1000 dolarlara yaklaşmaktadır. Bu seviye Mehmet Şimşek’in de ifade ettiği üzere gelişmekte olan ülkeler skalasında en üstlerdedir. Temel mesele, asgari ücretin yetersizliğinden ziyade fiyatlama davranışlarının tamamen bozulmuş olmasıdır. Yüksek faizle baskılanan döviz fiyatı esasında asgari ücreti de döviz bazında olduğundan daha yüksek göstermektedir.
Türk Lirası’nın endaze kaybı, asgari ücretin iki katını dahi makul bir semtte bir ev kirası bedeli için bile yeterli kılmıyor. Piyasa oyuncularının fırsatçı tutumlarla fiyatlarını arttırdığı bir ortamda, ekonomik istikrarın sağlanması ancak sıkılaştırıcı bir program uygulamasıyla mümkün olabilir. Bu çerçevede asgari ücrete ara zam bu geliri elde edenlerin refahına bir katkı olmayacaktır. Pek tabii enflasyonun günah keçisi sadece bu zam olgusu değildir. Kamunun elektrikten köprü ve otoyol ücretlerine yaptığı zamlar enflasyon programıyla ne ölçüde uyumludur, bu husus da ayrı bir tartışma konusudur.
Özetle; tüm yollar, beklentilerin düzeleceği bir ekonomik istikrar programının disiplinli uygulanması gereğine çıkmaktadır.
Parlamentoya sunulacak, hatta Meclis’ten geçecek kanun hükümleri haliyle daha pek çok revizyona uğrayacaktır. Taslak metinde, “atılan taş ürküttüğü kurbağaya değmeli” kabilinden lüzumsuz gürültü kopartan maddeler de söz konusuydu.
Sonradan bunların çıkartıldığı açıklandı. Vergi ile ilgili bunca verimli ve boş bırakılmış alanlar dururken, “garson bahşişi, kuryecinin geliri...” gibi unsurları vergilemeye çalışmak işi sulandırıyordu. Oysa taslakta, hani tam servet beyanı esası gibi bir düzenleme olmasa da, ona yakın “gelir-harcama mukayesesini” öngören ve kayıt dışını endirekt yolla kavramayı hedefleyen hükümler de vardı. Yine bu ülkenin vergisel anlamda en bakir alanı olan gayrimenkul rantları için gerçek değer esası gibi bir müessese ile birlikte istisna daraltıcı düzenlemeler öngörülüyordu. Medyaya yansıdığı kadarıyla bu iki düzenlemeden de vazgeçilmiş.
Esasında devlet, hele bu çağda her türlü otomasyon imkanına sahip. Belirli büyüklükteki işlemlerin finansal sistem içinde yürümesi mecbur kılınması halinde vergi kayıp ve kaçağı mevcut teknolojilerle bu mevzuat seviyesinde dahi minimum düzeye indirilebilir. Maalesef vergi toplama iradesi ne ölçüde samimi, onu göremiyoruz. Hal böyle olunca, “vergi ödeme namusu”, diğer deyişle “vergi ahlakı” aşırı derecede bozuluyor. Sürekli çıkartılan vergi afları da tuzu biberi oluyor.
Ülkemizde “doğrudan vergilerde” randıman alınamadığı için işin kolayına kaçılıp, adil olmayan dolaylı vergilere gidiliyor. Vergisini ödeyen hep “enayi” oldu. Yük; kurumsal firmalar, bordro mahkumları ve dolaysız (harcama) vergilerini çaresiz üstlenenlere yıkılmış durumda. Bu durum vergi adaletini yerle bir ediyor. Güncel çalışmalara dönersek; görünen o ki 104 sahifelik metin “tırpanlana tırpanlana” öngörülen amaçtan uzaklaştırılıyor. Dağ yine fare doğuracak.
Mehmet Şimşek kariyerini ortaya koydu. Bu çerçevede, gerekirse “rest” çekebilirse, bir şeylerin değişebileceğine dair bir umut ışığı belirmiş demektir.
2023 Mayıs seçimlerinden sonra arka arkaya gelen başarısızlıklar mevcut yönetime bu defa tüzük kalkanını yeterli kılmadı ve bilindiği üzere yönetim değişti. Partinin parlayan yıldızı Ekrem İmamoğlu Ankara bacağında tercih ettiği Özgür Özel ile öne çıkarak, “değişim” sloganıyla Kılıçdaroğlu ve ekibini tasfiye etti. Cumhuriyet Halk Partisi’nde Ekrem İmamoğlu’nun yanında öne çıkan diğer bir siyasi kişilik ise Mansur Yavaş oldu. O hala sessiz kalmayı sürdürüyor. Rengini belli etmiyor. Özgür Özel üçüncü kişi konumuyla cumhurbaşkanlığı seçimine kadar partide öne çıkan bu iki adayı peşinen destekleyeceğini ifade etmişti. Böylesi bir ikili tercih ifade etmesi Ekrem İmamoğlu nezdinde tabii ki hoş karşılanmadı. Süreç içerisinde Özgür Özel’in parti başkanlığı avantajını kullanarak kamuoyunda ön plana çıkma çabası gözle görülür hale geldi. Oysa kendisi bir emanetçi olarak algılanıyordu. Bu eğilim temposunu artırınca,Ekrem Bey’in karşı atağı beklenir oldu. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu ile bir takım temasların başladığı haberleri medyada yer almaya başladı. Bu durum sonbahardaki Tüzük Kurultayı’nı seçimli hale dönüştürebilir. Bahse konu yeni ittifak gerçek olursa bu defa Özgür Özel tasfiye edilebilir. Siyaset baş döndürücü bir hızla yaşanıyor. Bakalım gelişmeleri hep birlikte göreceğiz.
Bilinen ifadesiyle turizm “beyaz altın”dır. Bu sektör bahse konu İzmir ilçe ekonomileri için gelir yaratan, yabancı turistler söz konusu olursa döviz getiren ve “bacasız sanayi” niteliği ile ana iş kolu olmaya adaydır. Her biri mücevher niteliğinde olan bu beldeler kendi hallerine bırakılınca, maalesef Bodrum ve Kuşadası örneklerinde olduğu gibi doğaya ve şehircilik ilkelerine aykırı, çarpık kentleşme çukuruna yuvarlanıyor. Yanısıra, istisnasız tamamı, fiyat, lezzet ve kalite seviyesi genel olarak bir standart oluşturulmuyor, “müşteri kazıklama” marifet belleniyor.
Kent merkezine gelinirse; İzmir'in merkez ilçeleri, maalesef bilinen nedenlerle “tarihi dokusu”nu koruyamamıştır. Mevcut bina stoku büyük ölçüde kalitesizdir ve çok büyük oranda “estetik” değildir. Beri yandan, “körfezimizin” hali ortadadır. 1960'lı yıllardan beri hoyrat davrandığımız ve çözümleri konusunda yetersiz kaldığımız bir “mahzun kraliçe”den söz ediyoruz. Esasında, gerçekçi bir saptamayla; kent merkezinin dışarıdan gelenlerde tekrar ziyaret etme isteği uyandırdığı pek söylenemez. Esasında tozlu bir hazine olarak Kemeraltı gerçeğimiz vardır. Şu anda İzmir’de yaşayan üst ve orta gelir gruplarının bile ilgisini kaybetmiş bir yerdir tarihi çarşı… Oysa 240 hektara yayılmış, on binlerce esnafı ve tarihi kimliği ile ayağa kaldırınca kentin en keyifli yeri olacağı kesindir.
Listeyi uzatıp İzmirlileri üzmek istemiyoruz. Özetle; konu turizm olunca daha alınacak çok mesafemiz var. İzmir; Venedik, Barselona, Roma değildir, yeterli olmayan imkanlarıyla “aşırı ilgi” tehdidi oluşturma riskine (!) çok uzaktadır. Neticede; nitelikli turisti hedeflemeliyiz, bu amaçla tüm şehir bileşenleri, kapsamlı bir şehir politikası oluşturmalı, bunun yanında kamusal denetimi ve teşvikleri de ihmal etmemeliyiz.
Türk Eğitim Vakfı (TEV) İzmir Şubesinin geleneksel hale gelmiş yaz etkinliğinden söz ediyoruz.
TEV, bilindiği üzere 1967 yılında Vehbi Koç ve 205 yardımseverin bir araya gelmesiyle kurulmuş bir vakıf.
Halen, 250.000’i aşkın öğrenciye yurtiçi ve yurtdışı burs vermiştir.
TEV, Cumhuriyet değerleri ile yetişen evlatlarımızın eğitimine destek olma yolunda çabalarına devam ediyor.
Bu anlamlı koşuya İzmir Şubenin organizasyonunda TEV İzmir “Yürütme Kurulu” da uzun yıllardır katkıda bulunuyor.
Sözü edilen “Yürütme Kurulu” İzmirli kadınlarımızın yüreklerini koyarak oluşturduğu, bir “iyi kalpliler” topluluğu.
Bu insanlar yıl boyu muhtelif etkinliklerle, eğitim burs fonu oluşturma gayesiyle bağış temin ediyorlar.
Yılda bir kez de büyük bir organizasyon yapıyorlar.
Bu hazin öykü kentimizin yok edilmiş tarihsel miraslarına duyarsızlığımızın örneğidir. Tarafların anlaşmasıyla, din esaslı bir mübadele yaşanmıştı. O kişiler, koparıldıkları topraklara hep özlem duydular. Geride hasretleri, ruhları, bir de binaları, işledikleri toprakları kalmıştı. Koca kordon boyunda, sadece birkaç bina bugüne ulaşabildi.
Pasaport iskelesine gelince; O civarda yaşayanlar her gün denize uzanmış bu zarif yapıyı seyrederler. Binanın orijinali 1922 yangınında çok büyük ölçüde tahrip olmuştu. Bina erken Cumhuriyet dönemi eseridir. Şu anda vapur iskelesi ve karakol olarak kullanılıyor. Bir tarihsel yapı bu denli mi özensiz bırakılır? Karadan iskele binasına ulaşan "koridor kısmına” metal ve plastik malzemelerle, en küçük bir estetik kaygı duymadan, eser niteliğine saygı göstermeden, derme çatma işlem yapılmış. Ana binalar ise, denizin yıpratıcılığında adeta dökülüyor.
Neyse, İzmir genelinde sayıları azalsa da hala tarihi binalarımız mevcut. Mevzuat o dönemlerden kalanları tescillemiş durumda. Örneğin Kemeraltı’nda 2000’e yakın korunmaya alınmış yapı sözkonusu. Artık, kısmen de olsa bir bilinç oluşmaya başladı. Tarihi geçmişini sevgili Yaşar Ürük hocamızdan öğrendiğimiz Pasaport binası bu anlamıyla kaderine terk edilmemeli. Bu neviden simgesel yapılar, Valimiz ve yerel yöneticilerimizden el uzatılmasını bekliyor.
Bu sayede keyifleniyor ya da hüzünleniyoruz. Bu vesileyle rakip takımı tutan dostlarla “mavra” yapmak işin en kazançlı kısmı. Futbol tüm dertlere, hele bir de derbi haftası ise bir “morfin” etkisi yapıyor. Şimdi Süper Lig'de şampiyonun belirleneceği son dönemece girdik. Heyecan dorukta, haliyle kaynatıp duruyoruz. Tüm dünyada futbol olgusu adeta sihirli bir fenomen. Pek çoğumuzun duygu dünyasında çok önemli bir yer tutuyor. En sakin karakterler bile, yeri geliyor “koyu taraftar” kostümünü kuşanıp, futbol tutkularını doya doya yaşıyorlar.
Esasında bu ilgi futbolla da sınırlı kalmıyor. Örneğin kadın voleybol Milli Takımı’mız ekran karşısında hepimizi kendinden geçiriyor. Ama futbol….. Onun yeri bambaşka. Her daim, her boşlukta, her sıkıntıda imdada yetişiyor, derde deva muhabbetiyle rahatlatıyor. Ancak bu “hoş”luğun maalesef ölçüsünü kaçıranlar var. Tuttuğu ya da yöneticisi olduğu takımlarıyla “hastalıklı” ilişki kuranlardan söz ediyoruz. Bu neviden fanatikler futbol keyfini kirletiyor. Hiç şüphesiz takımdaşlık duygusu heyecan gerektirir. Ancak makul ve aklı başında futbolseverler, arada bir tepkilerini renklendirseler de , neticede “gibi” gibi yaptıklarının bilincindedir. Umarız futbol bahse konu sorunlarından arındırılır ve bizleri mutlu etmeye devam eder.
Türkiye son derece güç koşullarda hayata geçirilmiş bir mucize öyküdür. Onun kodlarında “bölünme” tehlikesine karşı “aşırı dikkatli” bir duruş söz konusudur. Bu anlamıyla bünyesindeki kültürlerin dillerinin ön plana çıkarılması istenmemiştir.
Bugün hala Kürtçe’ye dair resmi platformlarda hassasiyet devam etmektedir. Devletin bu tutumu, Boşnakça, Çerkezce ve benzeri dillerde neredeyse yüzde 100’e yakın sonuç doğurmuştur. Arapça’nın, tıpkı Kürtçe gibi daha özel bir durumu vardır. Son yıllarda milyonlarca Suriyeli'nin gelişi ile ülkemizin ilave sosyolojik gerçekliğidir.
Netice “dil” temel insan hakkıdır. Ne yasaklanmalıdır ne de kısıtlanmalı. 1920'lerin dünyası için geçerli olanlar, aynı katılıkta sürdürülemez. AK Parti bu konularda daha ılımlı tutumlar sergilemiştir. Ancak CHP'nin, hele Genel Başkan düzeyinde bu yaklaşımı ülke demokrasisi açısından daha bir kıymetlidir. Bu fiili durum “Türkçemiz yabancı dillerin istilasına uğruyor, korumalıyız” yaklaşımıyla değerlendirilemez.
Çok kültürlü yapımız ve onun temel öğeleri hepimizin ortak değeri ve korunmaya muhtaç zenginliğimizdir.