İzmir’in büyük hayaller kurduğu EXPO 2020 yarışında geçen hafta Paris’te ikinci sunum yapıldı. “Beş adaydan en iyisi İzmir’di, en çok alkışı aldık” haberlerini bir hayli okuyup dinledik. Ancak, kendi kendimize övünmekten çok, rakiplerin bizler için neler düşündükleri dana önemli. Örneğin Dubai’nin sunumda neler yaptığı ve rakiplerini nasıl gördüğünü bilmekte yarar var.
Dubai basınında benim bulabildiğim kadarıyla beş adaydan Brezilya ve Tayland’ın pek güçlü görülmediği yorumları ağırlıkta. Paris’teki sunum sırasında oy kullanacak delegelerle yapılan görüşmelerden çıkan sonuçlara göre yapılan analizlerde Olimpiyat Oyunları ve Dünya Futbol Şampiyonası’nı düzenleyecek olan Brezilya’ya EXPO’nun gitmesi zayıf bir ihtimal. Tayland da zayıf bir rakip. Buna karşılık Dubaili yetkililer, kendilerine en güçlü rakipler olarak İzmir ve Rusya’dan Ekaterinburg’u görüyorlar.
Buraya kadar güzel. Ama “Akılları birleştirmek. Geleceği yaratmak” temasıyla aday olan Dubai’nin hayli iddialı projelerle yarışa katıldığı gözleniyor. Ve en önemlisi para harcamaktan hiç çekinmiyor. EXPO’nun Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı da üstlenen Dubai Emiri’nin yeğeni ve Başbakan, dünyanın en zengin adamlarından Şeyh El Maktum, EXPO için 2-milyar dolarlık bütçeden söz ediyor.
Nitekim Dubai’nin kesenin ağzını açtığı Paris’teki sunumda anlaşılmış bulunuyor. Sunumu izleyen delegelerin karşısına Bill Gates’in görüntüsünün getirilmesi sürpriz olmuş. Bill Gates’in EXPO 2020 yarışında Dubai’yi desteklediğini söyleyerek, “Dubai, Dünya EXPO’sunu ağırlamak için çok iyi bir yer” sözleri hayli ilgi çekmiş.
Gates’in bu konuşma için, eşiyle birlikte kurduğu dünyanın en büyük özel yardım fonu Bill and Melinda Foundation’a El Maktum’dan ne kadar yardım aldığını bilemeyiz. Ama para böyle bir şey işte. Dünyanın en zengin adamı bile oy kullanacak delegelerin karşısına gelip Dubai için destek ister.
Dubai’nin avantaj ve dezavantajları
Geçen hafta, bulutlarla kaplı Almanya’nın bile güneşle ısınıp elektrik üretirken, yılın 300 günü güneş parlayan İzmir’in başının üzerindeki talih kuşundan faydalanamadığından söz etmiştim. Meğer aynı düşüncede ne kadar çok kişi varmış. Hürriyet Ege İdare Müdürü Murat Gökerti, yazımı bazı belediyelere göndermiş, Bornova Belediyesi’nden cevap gecikmemiş. Başkan Kamil Okyay Sındır, sürdürülebilir enerji konusunda Avrupa’da en etkin kuruluş olan Enerji Şehirleri Birliği’ne Bornova Belediyesi olarak üye oldukları bilgisini vermiş. Hatta Enerji Şehirleri Üst Kurulu’nda Türkiye’yi temsilen Bornova Belediyesi bulunuyormuş. Zaten diğer iki üye de yine İzmir’den, Karşıyaka ve Seferihisar belediyeleri imiş.
Enerji Şehirleri’ni iyice anlayabilmek için Başkan’la görüştüğümüzde, 2020’ye kadar karbondioksit salınımını yüzde 20 azaltmak için, Covenant of Mayors’ı (Belediye Başkanları Taahütnamesi) imzaladığını söyledi. Şimdi proje aşamasındaymışlar. Uygulama zamanı geldiğinde Bornova’da karbondioksit salınımını azaltıcı önlemler yürürlüğe girecekmiş. Örneğin; bisiklet kullanımı teşvik edilerek, nüfusun yüzde 10’unun bu yolla ulaşım yapması önlemlerden biri olabilirmiş. Ya da konut ve sanayide yeni inşaatlara ruhsat verilerken enerji tasarruflu aydınlatmalar, bahçelerin güneş enerjisiyle aydınlatılması gibi zorunluluklar getirilebilecekmiş. Başkan Sındır, “Geçen yıl belediye binasının tüm aydınlatmalarını florasandan ledli lambalara geçirdik, elektrikte yüzde 80 tasarruf sağladık” diyor. Görünen o ki, 2013’ten itibaren Bornovalılar yaşam biçimlerini karbona göre ayarlayacak. Tabii aynı durum taahhütnameyi imzalayan Karşıyaka ve Seferihisarlılar için de geçerli olacak.
Bitki yerine güneş enerjisi
Başkan Sındır, Londra’daki dört yılık doktora döneminden bir Alman arkadaşının güneş enerjisinden elektrik üretimini anlattı. Arkadaşı 7-8 yıl önce çiftlik evinin çatısını güneş paneliyle kaplamış. Burada üretilen elektrik merkezi sisteme bağlanmış. Devlet, arkadaşının ürettiği elektriği teşvik için o yıllarda kilowat saati 59 euro centten almış. Bugün ise güneş enerjisi yatırım maliyetleri azaldığı için teşvikler de azalıp kilowat saati 39 euro cente kadar inmiş. Yine de arkadaşı tükettiği elektriğe 29 euro cent ödediği için kilowatta 10 cent kazanmaya devam ediyormuş. Bugünlerde Almanya’da özellikle otoyol ve demiryolları kenarlarında teşvik daha çok olduğu için birçok çiftçi bitki yetiştirmeyi bırakıp tarlalarını güneş panelleri dizmeye başlamış.
Özetle, nükleer santral yapımından vazgeçen Almanya, kaynaklarını güneş enerjisinin yaygınlaştırılmasına harcıyor. Hem gökyüzünden hammaddesi bedava enerji üretiyor hem de vatandaşlarına kazandırıyor.
Nostalji
HAVALAR güzel gittiğinden yakıt faturaları henüz can yakmaya başlamadı. Ama eli kulağında, aralıktan itibaren bu sene bol bol zam gören elektrik ve doğalgaz faturalarını yana yakıla ödemeye başlarız.
Aslında yılın ortalama 300 günü güneşli olan İzmir’de güneş enerjisinin nimetlerinden yeterince yararlanılamamasının nedenlerini anlamak da mümkün değil. Her şeyi bırakıp sadece bu konuya yoğunlaşarak bile fark yaratan bir dünya kenti haline gelmek mümkün.
Bundan 10 sene önce en az 20 bin Euro’ya yapılabilen konut veya işyerlerini güneş enerjisiyle ısıtan yatırımların maliyeti bugün 7–8 bin Euro’ya kadar düşmüş durumda. Önümüzdeki yıllarda teknolojik gelişmeye paralel bu rakamlar çok daha aşağılara gelecek.
Neredeyse Alaska kadar az güneş alan Almanya bile son 10 yılda güneş enerjisine yönelik yatırımlarını tam 10 kat artırdı. Almanya’nın 1999’da sadece 32 megawat güneş enerjisi üretim kapasitesi vardı bugün ise tam 32 bin megawatlık gücü var. Eğer Almanya güneşi bol bir ülke olsaydı, sahip olduğu güneş enerjisi tesislerinde tam 13 nükleer santralin elektrik üretimine eş enerji üretebilecekti. Söz Almanya’dan açılmışken, Yeşiller Partisi’yle ünlü bu ülke, enerji ihtiyacının yüzde 25’ini rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediyor. Avrupa’nın bu en zengin ülkesinin hedefi 2050 yılına kadar elektrik üretiminin yüzde 80’ini yenilenebilir enerji kaynaklarından yapmak. Görüldüğü gibi kimse boşuna zengin olmuyor.
Gökyüzündeki petrol kuyuları
Hammaddesi bedava, üretimi ve kullanımı temiz, çevreye zararı olmayan ayrıca nükleer santrallerden çok daha ucuza mal olabilecek güneş gibi enerjilere yatırım yapmak varken, Türkiye’ye nükleer santralde ısrarın nedeni ise ayrı bir tartışma konusu.
İnsan kaçakçılarının hurda tekneleri battığında ambarlarda kilitli 21’i çocuk, 3’ü bebek, 18’i kadın tam 61 kişinin boğularak ölmesinin üzerinden sadece iki ay geçti. Eylül ayındaki bu facia henüz sıcaklığını kaybetmemişken, hafta sonu Hürriyet Ege’de çarpıcı fotoğraf ve rakamlarla insan kaçakçılarının yeni bir organizasyonu yer aldı.
Bu kez yakalanan kaçak sayısı tam 331 kişiydi. Yunan adalarına göçmenlerin sürat motorlarıyla kaçırılmanın tarifesi ise daha çarpıcıydı. Erkekler 5 bin, kadınlar 3 bin, çocuklar ise bin dolara kaçırılıyormuş. Zaten insan kaçakçılarının ölümlere ve yakalanmalarına rağmen hiç çekinmeden organizasyonlarına devam etmesinin nedeni rakamların büyüklüğü.
Türkiye’de kaçak göçmen ticaretinde dönen para yılda ortalama 300 milyon dolar. Hurda teknenin kaptanından kaçakları saklayan ev ve otel sahibine, nakliyeyi yapan araç şoföründen olan bitene göz yuman resmi görevlilere kadar herkes bu pastadan pay alıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü raporuna göre 2011 ile 2012’nin ilk yedi ayında tam 70 bin kaçak göçmen yakalanmış. Bunlar yakalananlar. Yakalanmayanların sayısının daha fazla olduğu düşünülecek olursa bilançonun büyüklüğü çok daha iyi anlaşılır.
Van’a ilk seyahatimde vızır vızır gidip gelen kasaları bomboş kamyonlar dikkatimi çekmişti. Ne taşıdıklarını sorduğumda bir emniyet görevlisi olağan bir ifadeyle, “Mazot, beyaz ya da canlıdır” demişti.
Mazotu biliyoruz, beyazın da uyuşturucu olduğunu “Bir kilo toz, bir otoboz” diye halk arasında ifade edilen değeriyle birlikte öğrenmiştim. O zamanlar Van sınırları dışına bir kilo uyuşturucu çıkarabilen, bir otobüs alabilecek kadar para kazanabiliyordu.
Ama ‘Canlı’ dedikleri insan ticaretinin ulaştığı boyutlar karşısında şaşırıp kalmıştım. Sınıra yakın noktada sohbet ettiğimiz bir jandarma görevlisi sadece kendi bölgelerinde haftada ortalama 100 kaçak göçmen yakaladıklarını söylemişti. Çin’den gelenler bile oluyormuş.
Dünyada ilk basın bülteni 1906’da yazılmış. Basın bülteninin yaratıcısı ve modern halkla ilişkilerin kurucusu olarak kabul edilen Ivy Lee, hazırladığı bülteni gazetelere göndererek yeni bir çığır açmış. Yakın zamana kadar özünde fazla bir değişim göstermeyen basın bülteni de medyadaki teknolojik gelişmelere paralel evrim geçiriyor.
90’lı yıllardan itibaren e-mailin posta ve faksın yerini alması son yıllarda ise akıllı telefonlarla sosyal medyanın patlaması basın bültenlerini de değişime zorluyor. Artık web sitelerinde yayımlanabilecek şekilde videolu basın bültenleri olmazsa olmaz hale geldi. Ama daha da önemlisi artık Twitter, Facebook gibi sosyal medya araçlarında yer alabilecek şekilde kısa, öz ve farklı, günün koşullarına uygun haber bültenleri hazırlanıyor.
Başkan Obama seçimi kazandığında eşine sarıldığı fotoğrafıyla birlikte gönderdiği Twit kısa sürede tam 20 milyon kişi tarafından paylaşılarak tarihi bir rekor kırdı. Tek bu olay bile iletişimdeki devrimin boyutlarını çok çarpıcı şekilde anlatmaya yeter.
İşte, iletişim ve tanıtım sektörleri tarihin en hızlı değişimlerinden birini yaşarken bu alanda dünyanın en büyük örgütü Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği’nin başına (IPRA) İzmir’den bir isim geliyor. Bornova Anadolu Lisesi mezunu Zehra Güngör, 2014’te IPRA’nın başkanlık görevini üstlenecek. Dünyanın en büyük halkla ilişkiler şirketlerinin üye olduğu ve işleri tanıtım olan bir kurumun başkanının Türkiye’den ve İzmir’den olmasının önemini anlatmaya gerek yok. Zaten Rahmi Koç da bu haberi duyunca Güngör’e hemen bir tebrik mektubu göndermiş. Bu hareket bile iş dünyasının konuya verdiği önemin güzel bir göstergesi.
Saçları iki yanından örülü İzmir Koleji yıllarından beri tanıdığım Zehra Güngör, IPRA’nın kuruluş tarihi 1955’ten bu yana Türkiye’den seçilen üçüncü başkan olacak. İlk Türk başkan Betül Mardin’di. Sekiz yıl sonra seçilen ikinci Türk başkan da bir başka İzmirli Ceyda Aydede’ydi. Genellikle Amerikalılar ve İngilizler arasında el değiştiren IPRA Başkanlığı’nın Fransa ve Almanya dahil birçok Avrupa ülkesini geçerek üçüncü kez Türkiye’ye gelmesi ve başkanlardan ikisinin İzmirli olması ise ayrı bir başarı hikayesi.
İletişim devriminin en sıcak döneminde çok zor bir görev üstlenecek Güngör’e şimdiden başarılar...
“Şimdi biri gelse, ‘Hasan Bey tesisi çok beğendim, param da var’ dese, hemen ceketimi alıp, ‘Haydi tapuya gidelim’ derim. Bıktım, burama geldi.”
Bu sözler, Türkiye’nin ilk organik şarap üreticilerinden Manisa Saruhanlı Koldere’de Dörttepe Bölgesi’nde “4 Tp” ve “Maya” markalarıyla şarap üreten Yücel Tarım Ürünleri’nin sahiplerinden Hasan Yücel’e ait. Bundan bir süre önce Hürriyet Ege Temsilcisi Deniz Sipahi’nin köşesinde yer almıştı. Yücel, eşiyle birlikte doğumgünü kutlaması için gittiği bir restoranda kendi ürettiği şarabın iki şişesine 180 TL ödeyince isyan etmişti. Hasan Yücel, restoranlarda normal fiyatının 5–6 katına satılan şaraplarla müşterinin cezalandırılmasını eleştirirken, Saruhanlı’daki tesislerinde bir dokunduk bin ah işittik.
Aileden çiftçi olan Hasan ve Mustafa Yücel kardeşler, üniversite eğitimleri sırasında şarap üreticiliğinin önemini keşfetmişler. Hasan Yücel İngiliz Dili Edebiyatı, abisi Mustafa Yücel ise ekonomi mezunu. İngiltere’deki eğitim döneminde sık sık Fransa’ya giden kardeşler, kendi sahip oldukları arazilere göre çok kötü olan yerlerdeki üzüm bağlarını ve şarap üretim tesislerini görünce, “Onlar yapıyor, biz niye yapmayalım” diyerek bu sektöre yatırım kararı almışlar. Zaten yıllardır ekmek yedikleri pamukçuluk artık Türkiye’de ölmektedir. Sahibi oldukları iki çırçır fabrikasında işler bozulmaya başlamış, kurmayı planladıkları iplik fabrikası projesinden de vazgeçmişlerdi.
18 milyonluk yatırım
Artık başka ürünlere ve sektöre geçmenin zamanının geldiğini düşünen Yücel kardeşler, 2000’de, büyük umutlarla bir Fransız uzmanın danışmanlığında şaraplık üzüm bağları dikmeye başlarlar. Fransız danışman, iyi bir şarabın alınabilmesi için bağlar dikildikten sonra yedi yıl geçmesi gerektiğini söyler. Yedi yıl içinde eğer bağ kaliteli üzüm yaptıysa şarabı da kaliteli yapmak mümkün oluyor. O nedenle 2008’de butik tarzı organik şarap üretimi yapacak şekilde planlarını yaparlar. Önce o dönemin parasıyla 2.8 trilyon TL (2.8 milyon) yatırımla 250 ton kapasiteli bir tesis kurulur. Daha sonra zaman içinde kapasite giderek artarak 860 tona, yatırım miktarı da 18 trilyona (18 milyon) kadar ulaşır. Toplam 690 dekarlık alanda Merlot, Cabernet Saugvignon, Şiraz gibi yabancı; Narince, Kalecik Karası, Boğazkere, Öküzgözü gibi yerli üzüm türleri dikilir. Küçük parsellerde değişik çeşitlerle hepsinin denemesi yapılır.
Yücel ailesinin projeleri kağıt üzerinde buraya kadar güzel gider. Ama sonradan evdeki hesaba uymayan gelişmeler olur. Hasan Yücel, “Bağları 2000’de dikmeye başladığımızda iktidar değişikliği olacağını bilseydik zaten böyle bir yatırıma girmezdik” diyor. Sektöre iyi gözle bakılmadığı için tesislerin kuruması, şarap üretim ve satış izinleri ancak 18 ayda alınabilir. Ardından şarap üzerindeki vergiler yükselmeye başlar. Yücel, tesislerinin büyüyerek yaklaşık 1 milyon 250 bin şişe üretim yapacak kapasiteye ulaştığını anlatırken, “Yavaş yavaş büyüdük ama bu işin de cılkı çıktı. ÖTV arttı. Burada ciddi bir vergi var. Düşünün, 100 lira para kazansak yaptığımız üründen 63 lirasını devlete vermiş oluyoruz. Kalanıyla da kendi hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Devletin hiçbir riski yokken yüzde 63’le bize ortak oluyor. Ortakçıdan daha fazla ortak” diye konuşuyor. Bununla da bitmediğini söyleyen Hasan Yücel, şunları ekliyor:
Pamuğa alternatif olacaktı
Bu toplantıyı İzmir’de dünyadaki ilk 10 uluslararası mali denetim ve danışmanlık şirketinden biri olan PKF'nin İzmir temsilcisi Sun Danışmanlık organize etti. Toplantı sonrası Sun Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı Sıtkı Şükürer’le yeni araçlar üzerine sohbet ettik. Şükürer aynı zamanda en etkin sivil toplum kuruluşlarından Türk Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) kardeş kuruluşlarından Batı Anadolu Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (BASİDEF) Başkanı. Ege Bölgesi Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (ESİAD) ise bir önceki dönem başkanı. Hal böyle olunca Türk ve dünya ekonomilerindeki son gelişmeler üzerine sohbet giderek siyasi gelişmeler ve gelecekle ilgili çok ilginç senaryoların yer aldığı tahminlere dönüştü.
Frankfurt Borsası Başkan Yardımcısı Yönetim Kurulu Başkanı’nın İzmir iş dünyasına yaptıkları sunumda yeni neler var?
Bunlardan biri Avrupa için de çok yeni 2011 yılından itibaren ağır, ağır ivme kazanan hareketlerden birisi. Şirketlerin kendi tahvillerini kendi bonolarını ihraç etme ve bunun Alman borsasında işlem görmesi esasına dayanıyor. Şirket kendi tahvilini çıkartıyor. Çıkartmadan önce firmanın tahvil çıkartma kapasitesi diğer deyişle ratingi yapılıyor. Bu ratinge göre koydukları bir limit var. Asgari tahvil miktarı 20 milyon euro ve üzeri olması şeklinde. Ama bu konuda çok da katı değiller. Bu tahvil iki yöntemle çıkartıldıktan sonra yurtdışına ihraç ediliyor . Genelde vadeleri 5 ile 7 yıl arasında oluyor. Yani orta vadeli bir borçlanma enstrümanı. Faizler de ilgili firmanın rating kalitesine göre değişiyor.
Yakışıklı, çakır gözlü, dipçik gibi sağlam delikanlı İsmail, berberden çıkıp köy meydanına yürüdüğünde etrafını 7-8 Yunanlı çocuk aldı. Başındaki fesi zorla çıkarmaya çalıştılar. Henüz 18 yaşında olan İsmail, müthiş öfkelendi ve kavga başladı. İtişip kakışma sırasında dengesini kaybeden İsmail, yere düştüğünde belindeki küçük çakıyı çekip kendini savunmaya çalıştı. Çakıyla kolu çizilen saldırganlardan biri kanı görüp korkuyla, “Bıçağı var, kaçın” diye bağırınca saldırganlar çil yavrusu gibi dağıldı. İsmail kurtuldu ama Yunanistan’da Drama yakınlarında bulunan Ravika köyündeki hayatı bitmişti.
Keskinoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Üyesi ve Pazarlama Grubu Başkanı Keskin Keskinoğlu, dedesi İsmail Keskinoğlu’nun hikayesini anlatırken öylesine heyecanlandı ki, “Bu hikayeyi her anlatışımda o anları yaşıyor gibi oluyorum” dedi. Keskinoğlu, sonra roman gibi geçen bir hayatı anlattı:
Saldırıyı muhtarın oğlu, kız meselesi yüzünden planlamış. Muhtarın oğlunun gözü köyün en güzel, en alımlı kızı Piliç Fatma’daymış. Ama bütün kızların bayıldığı köydeki adıyla dedem ‘Güzel Ismayıl’da Piliç Fatma’ya tutkunmuş. Tabii, Piliç Fatma da ona. Bu duruma daha fazla dayanamayan muhtarın oğlu, İsmail’i köyden kaçmak zorunda bırakacak planı uygulamaya koymuş ve başarılı olmuş.
Babasını Kurtuluş Savaşı’nda cephede kaybeden, 1900 doğumlu dedem, annesini de kaybedip küçük yaşlarda yalnız kalmış. Akrabaları Uncu Emin, onu yanına alıp çobanlık, tütüncülük yaptırmış. Köy meydanındaki kavgadan sonra dedemi bir hafta tezeklerin arasında saklayan Uncu Emin, bu arada kaçış organizasyonunu yapmış. Dedem önce arabacı, sonra çoban kılığına girerek, bir sürüyü güde güde Meriç’in kıyısına gelip bir kayıkçının yardımıyla karşıya geçmiş. Edirne’ye geçtiğinde İsmail için artık bilinmezlerle dolu yeni bir hayat başlıyordu. Önce Adapazarı, sonra en iyi bildiği iş olan tütüncülük yapmak için Akhisar’daki akrabalarının yanına gitti. Ev bark, 1, 5, 10, 20 dönüm derken işleri büyütür ve ektiği tütün 100 dönüme kadar çıktı. Ama tütünün baş belalısı maviküf hastalığı bir yıl tüm mahsulü vurunca İsmail iflas etti. Artık Akhisar’da duramayan İsmail, Adana’ya gitti. Demirciler Çarşısı’nda iş bulduğu dükkanda hem çalıştı hem de yattı
İlk sermaye Sabancı’dan
Bir pazar günü, İsmail, yıllardır boyanmamış demirci dükkanını badana ederken, Hacı Ömer Sabancı ağır ağır sokaktan geçti. İsmail, tanımadığı için Sabancı’ya dikkat etmedi. Ertesi gün küçük bir kız çocuğu gelerek, Hacı Ömer Sabancı’nın İsmail’i çağırdığını söyledi. Yanlış bir şey yaptı korkusuyla, İsmail, ustasıyla birlikte Hacı Ömer’in çırçır fabrikasına gitti. Bir ağacın altında oturan Sabancı, ”Sen kimsin, lakabın ne senin” diye sorduğunda, “Güzel İsmail” der. Sabancı, “Sen arabacı İsmail misin, İzmirli usta İsmail misin?” dediğinde, İsmail, “Evet ağam, siz beni benden daha iyi bilirsiniz” der. Bunun üzerine Hacı Sabancı, “Oğlum bir zaman önce ben Akhisar’a gelip makine almıştım. Sen o zaman at arabanla kimsenin taşıyamadığı makineyi taşımıştın. Hayrola burada ne işin var?” diye sorar. İsmail iflas ettiğini söylediğinde, Sabancı bir anahtarı ona doğru atıp, “Bundan sonra demirci dükkanında yüzde 50 ortağız, kabul mü?” diye sorar. İsmail hiç tereddüt etmeden, “Efendim ben ortak işe girmem” deyip müsaade ister. Giderken Sabancı arkasından, “Gittiğin yeri bana bildir” diye seslenir. Ertesi gün İsmail, her şeyini toplayıp İskenderun’a gider.