Selim Türsen

30 yıl sonra, 30 yıl önce

19 Mart 2013

GEÇTİĞİMİZ cuma günü İzmir’de Hürriyet gününde birbirinden önemli o kadar çok mesaj vardı ki çoğunu aktarmaya sayfalar yetmedi. Gerek İzmir iş dünyası, gerekse Hürriyet Gazetesi yönetici ve yazarları kelimenin tam anlamıyla eteklerindeki taşları döktüler. İzleyicilerden kimi memnun kaldı, kimi duymak istediklerini bir türlü duyamamaktan şikayetçi oldu.
İlk toplantıda İzmir iş dünyasın ağır topları Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği (ESİAD) üyeleri, Başkan Bülent Akgerman’ın moderatörlüğünde Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu, Yayın Direktörü Fatih Çekirge ve Ege Temsilcisi Deniz Sipahi ile buluştu. Hürriyet yöneticileri, gelişen teknolojiyle haber dağıtım araçlarına internet, tablet, Facebook, Twitter, akıllı telefonlar gibi yeni ürünler katılsa da işin özünün değişmediğini vurguladılar.
İşin özü tabii ki doğru ve güvenilir habercilikti. Her gün yeni iletişim araçları sayesinde binlerce haber dağılıyor. Bu kadar çok haber ve bilgi bombardımanı altında çaresiz kalan okurlar neyin doğru olduğunu anlamak için sonunda güvendikleri kurumlara yöneliyor. İşte Hürriyet markası burada gücünü gösteriyor. Her gün yaklaşık 10 milyon kişinin gazete, web sitesi, tablet, Facebook, Twitter gibi sosyal medya araçlarıyla haberleri Hürriyet Dünyası’ndan izlediğini öğreniyoruz.
İzmir iş dünyası sorularıyla en fazla siyaset medya ilişkileri konusunda bilgi sahibi olmak istedi. Genel Yayın Yönetmeni Berberoğlu, Hürriyet’in hiçbir zaman kavga ve misyon gazetesi olmayacağına dikkat çekerek, “Kimse bizden elimizde balta sağa sola saldırmamızı beklemesin” dedi. Bununla birlikte Berberoğlu, Hürriyet’in güçlü manşetler ve yazarlarıyla gündemi etkileme gücüne işaret etti. Ayrıca, askeri darbe döneminde 80’li yılların gazeteciliğini hatırlatıp zamanı geldiğinde hepsinin geride kaldığı değerlendirmeleri dikkat çekici notlar arasında yerini aldı.

Enis Berberoğlu’nu dinlerken İstanbul’da gazeteciliğe ilk başladığım yıllar aklıma geldi. Yazı işleri toplantı odasında asılı yeşil çuha bir pano sıkıyönetim komutanlıklarından gelen, daktiloyla sarı saman kağıda yazılmış haber yasaklarıyla doluydu. Toplu iğneyle panoya tutturulan yasak haberler arasında halkın maneviyatını bozup, toplumsal kargaşa yaratacağı gerekçesiyle şekere zamdan trafik kazasına kadar her şeyi bulmak mümkündü.
Ama bence bugün asıl can sıkıcı olan, 30 yıl sonra nasıl olup da 30 yıl önceki darbe döneminde yaşananlardan farkı olmayan olayları yeniden tartışıyor hale düşmemiz.

İzmir nasıl ikinci büyük ekonomi olacak?

Yazının Devamını Oku

Şimdi ‘finansal okur yazar’ olma zamanı

13 Mart 2013

GEÇEN hafta sonu İzmir iş dünyasının kabul günüydü. Gündüz Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği (ESİAD) Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ı, akşam da Ege Genç İşadamları Derneği (EGİAD) İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince’yi ağırladı.
Babacan ne kadar pozitif bir tablo çiziyorsa, Özince’nin de konuşması da o kadar dikkatli adımlarla yerli sanayi ve ulusal bankacılığın önemine yönelik mesajlarla yüklüydü. Ersin Özince, Cumhuriyet’i kuran kadroların Osmanlı İmparatorluğu’nun finansal nedenlerle çökmesinden aldıkları derslerle ulusal bankacılık sistemini kurmaya öncelik verdiklerini hatırlatıyordu.
Ulusal bankacılıkla ilgili Özince’nin sözlerini dinlerken aklıma yıllar önce bir toplantı için gittiğim Polonya’daki gözlemlerim geldi. Sosyalizmden yeni çıkıp kapitalizmin emekleme aşamasındaki Polonya’da bankacılık sisteminin yüzde 90’ı yabancıların elindeydi. O sıralarda siyasi nedenlerle ülke büyük bir çalkantıya girmişti. Bu durumdan tedirgin olan yabancı bankalar paralarını çekip götürünce ekonomide büyük sıkıntı doğmuştu. Sohbet ettiğimiz Polonyalılar, bankacılık sisteminin tamamı yabancıların elinde olmasaydı o duruma düşmeyeceklerini söylemişlerdi.

Ersin Özince’nin dikkatini çektiği ulusal bankaların güçlü olması konusu gerçekten çok önemli. Yabancı bankalar ve ortaklıklarla sektör büyür, bu da çok gerekli. Ama yerli-yabancı dengesinin korunup dünyanın her bir haline karşı güçlü ulusal bankalarla hazırlıklı olmak daha da önemli.

Özince’nin dikkat çektiği konu ise genç yaşlı herkesi ilgilendiriyor. Finansal okur-yazarlık konusunun önemine dikkat çekti İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı.

Yazının Devamını Oku

Bombanın fitili hala yanıyor

12 Mart 2013

GEÇEN hafta İzmir’de ekonominin patronu bakanı Ali Babacan, ESİAD üyelerine ekonomideki son durumu anlattı. Bakan Babacan konuşmasında 2011’de Türkiye’nin dünyada cari açığı en yüksek olan ülke olduğunu hatırlattı. Sonra da, “Hızlı büyüdük ama kompozisyonda ağırlıklı olarak iç talep yer aldı. Kazandığımız kadar harcasak sorun değil, ama bankalardan kredi çekerek harcadığımız için tedbir almak zorunda kaldık. Sonuç-ta 2012’de daha dengeli büyümeyi sağladık” dedi.
Babacan haklıydı. Türkiye 2011’de 77.2 milyar dolarla dünyanın en fazla cari açık veren ülkesi olduktan sonra geçen yıl bu rakam büyük bir düşüşle 48.9 milyar dolara geriledi. Milli gelirin yüzde 10’u kadar olan cari açık yüzde 6’ya indi.
Malum, cari açık bir ülkeye ihracat, turizm, işçi dövizi gibi yollarla giren tüm gelirlerin miktarı, petrol gibi yurtdışından satın alınan mal ve hizmetlere ödenen giderlerin miktarının altında kalınca ortaya çıkar. Açık dış kaynakla kapatılmaya çalışıldığından bir aksama durumunda önce döviz krizi ardından ekonomik kriz çıkar. O nedenle her an patlamaya hazır bir bomba gibidir. İşler yolunda gidip cari açığın açtığı delikleri tıkayacak para akışı varken, ekonomi bıçak sırtında olsa bile tehlikesi pek anlaşılmaz. Ama herhangi bir nedenle güven bunalımı doğarsa ülkenin Yunanistan’dan farkı kalmaz. Biz de bu filmi 2001 krizinde görmüştük.


Financial Times gazetesi 13 Şubat’ta yayımladığı bir haber analizde Türkiye’de cari açıktaki düşüşü yazarken çok önemli bir noktaya daha dikkat çekti. Cari açığın gerileme nedenlerinden biri olarak geçen yıl yüzde 13 artıp 152 milyar dolara çıkan ihracat gösteriliyor. Ama ihracattaki artışın da İran’a yapılan altın satışından kaynaklandığına dikkat çekiliyor. İran’a altın ihracatı geçen yıl bazı aylar 1.2 milyar doları geçmiş. Amerikan ambargosunu delmek İran’la ticarette para yerine altın kullanıldığını herkes biliyor. Ama İran’la ticaret yapanlara ABD’nin getirdiği yeni önlemlere dikkat çeken Financial Times bu yolla kaynak girişinin artık kolay olmayacağına dikkat çekiyor.
İkinci konu ise bankadan, borsadan para kazanmak için değil; gerçekten fabrika, işyeri kurmak için gelen doğrudan yabancı yatırımlarla ilgili. Ekonomik büyümenin kaynak ihtiyacını karşılayan doğrudan yabancı sermayenin Türkiye’ye girişi dikkat çekici boyutlarda yavaşladı. Türkiye’ye 2011’de 16 milyar dolar yabancı sermaye gelmiş buna karşılık Türk işadamları da yurtdışına 2.3 milyar dolarlık yatırım yapmış. 2012’de ise Türkiye’ye gelen doğrudan yatırım 12 milyar dolar olurken yurtdışına giden yatırım iki kat artarak 4 milyar dolara ulaşmış.

Yazının Devamını Oku

Dört ayaklı boru hattı

6 Mart 2013

 

GEÇEN hafta Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, İzmir’e geldiğinde kaçak mazotla mücadeledeki başarılarını anlattı. Daha önce de bu köşede bahsetmiştim, Van’da kasaları boş kamyonlar vızır vızır sınıra gidip gelir. Bu kamyonların kasaları boştur ama depoları sınırın öte tarafından yüklenmiş mazotlarla doludur.
Bakan Yazıcı’nın verdiği bilgiye göre bir kamyon ayda ortalama 900 kez sınırın öte tarafına gidip geliyormuş. Bu kamyonlardan binlercesi sınırın öte yanına gidip gelerek adeta bir tekerlekli boru hattı oluşturmuşlar. Bakan Yazıcı, İzmir’deki sohbetinde kaçakçılığı azaltmak için artık bir kamyona ayda en fazla dört kez giriş çıkış izni verildiğini söylüyordu. Buna rağmen kaçak yakıtın hala ortalıkta dolaşmasının nedenini ise daha önceden gelip stoklanan mazotlara bağladı.
Umarım, Bakan haklıdır. Geçen hafta Bloomberg’te dünyanın en pahalı yakıtını kullananlar listesi yayımlandığında Türkiye galonu (4 litre) 9.89 dolarla Norveç’ten sonra ikinci sıradaydı. Akaryakıt fiyatlarının dünya şampiyonu olduğu bir ülkede kaçağın yolu mutlaka bulunur. Özellikle ticari araçların ucuz mazot peşinde koştukları bilinir. Talep varsa arz da mutlaka olur.
Ayda 900 sefer yapan kamyonların sadece dört seferle yetinecekleri bana pek inandırıcı gelmiyor. Örneğin, Van’da sınır kapısından değil ama dağlardan patikalardan gidip gelen mazot yüklü eşek konvoyları çok bilinen bir uygulama.
Sınırın öbür tarafından mazot yüklenen eşekler yanlarında hiç kimse olmadan dağları aşıp bu tarafa geliyor. Sınırın bu tarafında yem olduğunu bildikleri için alıştırılan hayvanlar hiçbir aksama
olmadan görevlerini yerine getiriyor. Tekerlekli boru hattının yerini dört ayaklı boru hatları alırsa hiç şaşmamak gerek.

İzmir’in nüfusu kadar kredi kartı var

Yazının Devamını Oku

Yeni İzmir Fuarı fark yaratırsa başarır

5 Mart 2013

ULUSLARARASI fuarlar bir dünya çarşısıdır. Dünyanın dört bir yanından gelen ürünler bu çarşıdaki mağazaların vitrinlerinde sergilenir. Alıcılar ülkeden ülkeye dolaşma yerine bu fuarlara gelen satıcılarla buluşarak hem yeni ürünleri tanıma hem de yeni iş fırsatları yaratma şansını yakalar. Türkiye’de pek çok firma bu fuarlarda tanışıp başlattıkları işbirliklerinin sonradan ortaklıklarla dönüşmesiyle uluslararası bir dev haline gelmiştir.
Her ne kadar internet çağında artık fuarlara gerek kalmadığı tartışmaları son yıllarda başlasa da yüz yüze sıcak ilişkilerde sağlanan verimin yerini hiçbir sanal ürün bugüne kadar bulamadı. Alıcıyla satıcıların birbirlerinin gözlerinin içine bakabilmeleri, birbirlerine dokunuşları, birlikte bir fincan kahve, bir kadeh şarabın yarattığı güveni hiçbir bilgisayar programı başaramaz. İşte bu nedenlerle yeni fuar alanı ile İzmir’de yeni bir geleceğin temeli atılmış oldu.
Ancak fuar alanlarını yapmakla iş bitmiyor. Önemli olan her türlü modern altyapıya sahip olacak bu alanın uluslararası bir marka haline gelebilmesi. Örneğin, San Fransisco’da düzenlenen elektronik fuarı bütün dünyanın dört gözle beklediği bir fuardır. Elektronikte, bilgisayar sektöründe yeni geliştirilen ürünler piyasaya çıkmadan önce ilk kez burada dünyaya tanıtılır. Dünyanın dört bir yanından birkaç bin gazetecinin izlediği bu fuarlarda ürüne gösterilen ilgi, o markanın uluslararası piyasalardaki başarısıyla ilgili ilk ipuçlarını verir.
Bir başka örnek Barselona. Geçen hafta Barselona’daki Telekom fuarında akıllı telefon firmalarının teknoloji yarışı vardı ve uluslararası basın oradaydı. Orada tanıtılan her yeni ürünü, dev şirketlerin CEO’larının sektörün geleceğiyle ilgili verdikleri her yeni mesajı bütün dünya anında öğrendi.
Frankfurt da fuarlar kentidir. Almanya’da Frankfurt’taki sergi salonlarında tekstil, moda, kitap başta olmak üzere her yıl düzenlenen yüzlerce fuarda bu kent arı kovanına döner. Bırakın şehrin içini yakın kentlerdeki otellerde yer bulmak bile imkansız hale gelir. Evlerini sadece fuara gelen ziyaretçilere kiralanmak üzere dizayn etmiş çok sayıda ev sahibi vardır.
Berlin’de her yıl bu aylarda yapılan turizm fuarı ise dünya turizminde yılın en önemli göstergesidir. O yıl turizmde hangi ülkenin, hangi kentin yükseleceği Berlin Turizm Fuarı’nda yapılan anlaşmalar ve rezervasyonlarla kendini gösterir.

Yazının Devamını Oku

At etindeki kanser tehlikesi

27 Şubat 2013

TÜRKİYE’de IKEA restoranlarında en çok tüketilen ürün İsveç Köftesi. Avrupa’da haftalardır dalga dalga yayılan at eti skandalı İsveç Köftesi’ne de bulaşınca ortalık iyice karıştı. Burger King daha geçen hafta 10 milyon hamburgeri raflardan çekip, Nestle tüm etli hazır ürünlerini geri toplarken IKEA’nın meşhur İsveç Köftesi’nde de at eti çıkıca Türkiye de dahil herkes iyice telaşlandı.
Neyse ki IKEA, Türkiye’nin imdadına İzmirli Pınar Et yetişti. Türkiye’de IKEA’nın en çok satılan ürünü İsveç Köfteleri ve diğer et ürünlerinde kullanılan malzemenin kendi tesislerinden alındığını ve yüzde 100 dana eti olduğunu açıklayarak bir anlamda garantör oldu.
Pek çok toplumda at etinin yenmesi tarih boyunca engellenmeye çalışılmış. Bunun birinci nedeni atlardan görev hayvanı olarak yararlanma kaygısı geliyor. Orduda, ulaşımda, hızlı taşımacılıkta kullanılan at bu nedenle korunmaya çalışılıp diğer hayvanların yanında özel bir statüye sahip olmuş.
Yine de bazı ülkelerde sofralara konma alışkanlığı olmuş. Örneğin Fransa, her zaman at eti tüketiminin hayli yüksek olduğu ülkelerden biri olarak biliniyor. Kazakistan’da ise en makbul etlerden biri. Ben kendi payıma bu ülkede ikram üzerine sırf merakımdan at etini tatmıştım ama hoşuma gitmemişti.
Ancak bugün skandallara neden olan modern dünyada tüketimin engellenmesinin esas nedeni atların tedavisinde kullanılan Phenylbutazone isimli bir ilaç. Atların sakatlanması, ağrı çekmesi veya ateşinin yüksek olması durumunda kullanılan bu ilaç insanlarda kansere veya başka öldürücü hastalıklara neden oluyor. İşte bütün Avrupa ülkelerinin ve at eti karıştırılmış ürünler sattıkları ortaya çıkan dünya gıda devleri bu nedenle panik içinde.
Her ne kadar gıda devleri et ürünleri satın aldıkları Romanya ve İrlanda gibi ülkeleri suçlayıp anlaşmalarını iptal etse de zincirin en başından itibaren hayvan sağlığında gerekli denetimi yapmadıkları için onların da suçlu bulunması kaçınılmaz.

Yazının Devamını Oku

Benim Oscar’ım Amor’a

26 Şubat 2013

BUNDAN birkaç yıl önce sıcakların ortalığı kavurduğu sırada Fransa’dan gelen bir haber beni çok etkilemişti. Habere göre sıcaklardan tam 40 bin Fransız yaşamını kaybetmişti. Ama haberin asıl çarpıcı yönü ölenlerin neredeyse tamamının yaşlı ve evlerinde yalnız yaşayan insanlar olmasıydı. Arayıp soranları olmadığı için sıcaklardan rahatsızlandıklarından kimsenin haberi olmamıştı.
Oscar’a aday gösterilen filmlerden Fransız yapımı Amor’u seyrederken sıcaklardan ölen 40 bin yaşlı Fransız’ı hatırladım. Yaşlı bir çiftin Paris’te, İzmir’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde her an başına gelebilecek bir konuyu ele alan film gerçeklere çok yakın bir şekilde işleniyor.
Kadının felç geçirip yardım olmadan yaşayamaz hale gelmesini bir türlü kabullenmemesi, büyük bir aşkla karısına bağlı kocasının eşine destek için gösterdiği olağanüstü çaba, aile çocuklarına yük olmak istemezken kötü bakıcılardan çekilen sıkıntılar gibi gerçek hayatta her zaman karşımıza çıkabilecek olaylar filmde yer alıyor.
Ne yazık ki kentleşme ve ekonomik nedenlerle aile bireylerinin birbirlerinden uzak kalması sonucu Türkiye’de de aile bağları giderek gevşiyor. Fransa’dakine benzer olayların giderek arttığını gazete haberlerinden izliyoruz.
Batı’da çok yaygın olan yaşlı bakım hizmetleri ülkemizde birkaç kuruluş dışında çok az yer alıyor. İzmlr ise bu konuda profesyonel hizmetlerin verildiği öncü kentlerden biri. Bu amaçla Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi İskandinav ülkelerinin Çeşme, Urla, Seferihisar civarlarında ‘yaşlılar tatil köyü’ kurma girişimlerini biliyoruz.
Sanırım bugün 40’lı, 50’li yaşlarını süren kuşak yaşlılık dönemlerinde çevrelerinde çoluk çocuk pek bulamayacak. Az çocuklu bu nesil, genellikle çocukları başka kentlerde ya da yurtdışında yaşadığı için anne babalarından farklı olarak, Batı’daki gibi belli bir yaştan sonra yaşlılar tatil köyü gibi yerlerde yaşama fikrine uzak durmuyorlar. Yeter ki profesyonel ve kaliteli hizmet alabilsinler.

Yazının Devamını Oku

İzmir ‘3 boyutlu sanayi devrimi’ne hazır mı

20 Şubat 2013

BUHAR gücünün sanayiye uygulanmasıyla birinci sanayi devrimi başlamıştı. Ardından, çelik üretim yöntemlerinin geliştirildiği, elektrik, içten patlamalı motorlar, Atlantik ötesi telgraf, radyo vs gibi buluşların ortaya çıktığı ikinci sanayi devrimi yaşandı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise nükleer enerji, sentetik mallar, bilgisayar teknolojisi, mikroelektronik teknoloji fiber optikler ve telekomünikasyon, biyogenetikler, biyotarım, lazer gibi buluşların olduğu üçüncü sanayi devrimi başladı.
Şimdi de üçüncü sanayi devriminde yeni bir aşamaya geliyoruz. Kısa bir süre önce Başkan Obama’nın da sanayide devrim olarak nitelendirdiği üç boyutlu baskı yapabilen yazıcılardan söz ediyorum. Nasıl bilgisayarlar ve cep telefonları dünyamızı değiştirdiyse üç boyutlu yazıcılar da zaman içerisinde alışagelmiş üretim biçimlerini, ekonomik ve sosyal dengeleri değiştirebilecek boyutlara ulaşabilir.

Üç boyutlu yazıcı ile örneğin bir otomobil parçasının tasarımını yapıp ,üç boyutlu baskısıyla modelini çıkartıp sizin için en uygun yerde üretimini yaptırabilirsiniz. En basit anlatımıyla üç boyutlu yazıcı, laser printerdaki mürekkeple kağıt üzerine bir şeyin kopyasını çıkarma değil. Buna karşılık 3D yazıcıların haznesine mürekkep yerine tasarımı yapılan ürünün hammaddesinin konularak prototipini yapabilen makineler. Bu hammadde üretilecek malın malzemesine göre termoplastik de olabilir, metal ve bakır parçaları da... Burada kullanılan hammaddenin klasik sistemde kullanılanın sadece onda biri kadar olduğunu söylersek olayın ekonomik boyutları daha iyi anlaşılır.
Halen özellikle küçük işletmeler ve kişilerin tasarımları yaptıkları ürünlerin önce modelini yapıp sonra da seri üretimine geçmeleri çok zor. Genellikle çok büyük ve uluslararası şirketler bu işi yapıyor. Ama üç boyutlu yazıcıların yaygınlaşmasıyla bu sorun ortadan kalkıyor. Artık evde bile yapılan müthiş tasarımların dünyanın neresinde olursa olsun seri üretimi mümkün olacak.
Aslında üç boyutlu baskı yapan yazıcılar sanayide uzun yıllardan beri var. Ama fiyatları 100 bin dolarla 1 milyon dolar arasında değiştiği ve sistem tam oturmadığı için yaygın değildi. Şimdi ise 15 bin dolara kadar düştü. Ev tipi olanların fiyatları ise bin dolara kadar geriledi.

İzmir’in dört bir yanındaki organize sanayi bölgelerindeki yüzlerce fabrika on binlerce kişinin ekmek kapısı. Türkiye’de en fazla KOBi, İzmir’de var. Üç boyutlu baskı özellikle bu tür işletmeler için parlak bir gelecek yaratacak. Bir süre sonra dünyanın herhangi bir yerinden üretim için İzmir’e siparişler yağmaya başlayabilir. Yerli tasarımcılar çok daha kolay modeller yapabilecekleri için hem yeni inovatif ürünlerin sayısı artacak hem de bu ürünler İzmir gibi KOBİ zengini şehirlerde üretilecek.

Yazının Devamını Oku