ŞUBATTA ekonominin patronu Devlet Bakanı Ali Babacan, İzmir’de, Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin toplantısında 2011’de 77.2 milyar dolarla dünyanın en fazla cari açık veren ülkesinin Türkiye olduğunu söylemişti. 2012’de ise bu rakam 49 milyar dolara gerilemişti. Ancak bu köşede o günlerde Financial Times’ta çıkan bir değerlendirmeye dikkat çekmiştim. Gazete, cari açığın düşmesinde İran’a yapılan altın ihracatındaki patlamayı gösterip bunun ne kadar sağlıklı olduğunu soruyordu. İran’a ekonomik ambargoyu delmek için yapılan bu uygulamanın ABD’nin yeni önlemleri devreye sokmasıyla zora girip oradan döviz girişinin azalacağına dikkat çekiliyordu.
Nitekim gazetenin tahmini doğru çıktı. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Obama, İran’a yönelik yeni önlemler paketini onayladı. Financial Times’ın bir başka dikkat çektiği nokta da Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye girişinin hızla azalmasıydı. Türkiye’ye 2011’de 16 milyar dolar, 2012’de ise 12 milyar dolar yabancı sermaye gelmişti. Üstüne üstlük Türk işadamlarının da yurtdışına yaptığı yatırım iki kat artıp 4 milyar dolara ulaşmıştı. Bu durumda Türkiye’ye giren yabancı yatırım miktarı son bir yılda yüzde 40 azalmıştı. En önemlisi ise bu rakamlar Türkiye’nin cari açığının yüzde 80’ini sıcak para ile finanse ettiğini gösteriyordu.
Gazete haklı olarak, “Şu anda Batılı ülkelerde gevşek para politikası uygulandığı için Türkiye’ye para akışı var. Ama yarın sıkı para politikasına dönülüp para akışı yavaşlarsa ne olacak?” diye soruyordu.
Ama Batı’nın sıkı para politikasına geçmesini beklemeye gerek kalmadan yurtdışından Türkiye’ye para akışına aracılıkta büyük rol oynayan bankaları Başbakan ‘faiz lobisi’ ve eylemlerin arkasında olmakla suçladı. Hatta boykot çağrısı yaptı. Zaten diken üzerinde duran sıcak paranın bu açıklamalardan sonra kaçmak için her fırsatı kullanması şaşırtıcı değil.
İktidar yıllardır uluslararası piyasalardan akan parayla ekonominin yelkenlerini şişirdi. Dış kaynakların kesilmesi önce döviz, ardından ekonomik küçülme ve krize bile yol açacak bir bombanın fitilini ateşler. Hükümetin bir B planı olmalı ki Başbakan hiç umursamadan veryansına devam ediyor. Ama B planı yoksa risklere hazır olmak gerek.
ABD’nin en çok takip edilen internet haber sitelerinden Huffington Post, Taksim Gezi Parkı’yla başlayıp bütün Türkiye’ye yayılan olayları sosyal medyanın gücüne vurgu yaparak “9 Saniyede Devrim” başlığıyla veriyordu. Aynı gün Başbakan Erdoğan, Twitter’ı baş belası ilan ediyor, sosyal medyayı toplumu yanlış yönlendirmekle suçluyordu.
Türkiye’de olup biten bir Arap Baharı değil ama yüzbinleri meydanlara toplayan araçlar aynı. Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım siteleri dünyada yeni bir dönemi başlattı. Artık hiçbir şeyin gizli ve tepkisiz kalması mümkün değil. Birkaç tweetle saman alevi gibi bütün bilgiler dünyaya yayılıyor.
Şimdi vereceğim veriler ise daha da ilginç. ABD’nin ünlü internet analisti Mary Meeker, geçtiğimiz günlerde bir dizi veri yayımladı. Bunlardan biri de sosyal medya aracılığıyla bilgilerini, resimlerini, düşüncelerini en fazla paylaşan ülkelerin listesiydi. İnanamayacaksınız ama listenin başında Suudi Arabistan geliyordu. Dışarıda çarşaf altında yaşamak zorundaki halkın yüzde 60’ı özel yaşamlarını ve görüntülerini sosyal medyada paylaşarak dünya rekoru kırıyordu.
Türkiye ise listenin en üstlerinde beşinci sırada geliyor. Zaten ilk sıralara her ne hikmetse hep ya gelişmekte olan ya da demokrasi özürlü ülkeler yerleşmiş durumda. Buna karşılık listenin en son sırasında teknolojinin lokomotifi Japonya gelirken Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD bilgilerin sosyal siteler aracılığıyla en az paylaşıldığı ülkeler arasında yer alıyor.
Şüphesiz bu verilerin iyi bir tahlilini yapmak sosyologlara düşer. Ama insanların seslerini zor çıkardıkları toplumlarda görüşlerini sosyal medya aracılığıyla paylaşmaları şaşılacak bir şey değil. Sosyal medya aracılığıyla kurulan bağlar giderek artıp bir anda herkes kendisi gibi düşünenlerin ne kadar çok olduğunu fark edince Gezi Parkı eylemleri kaçınılmaz oluyor.
Son gelişmeler artık cinin şişeden çıktığını gösteriyor. Bundan sonra sosyal medyayı ve iletişim kanalları açık olduğu sürece herkesi aynı hizaya sokacak yasal düzenlemeler ve toplumları şekillendirme çabaları boşa çıkacak.
KİMYA dersinde kendiliğinden yanma ve patlama başlıklı bir konu okumuştuk. Patlama adım adım şöyle gerçekleşiyordu:
Çöp, saman ya da bir gübre yığını düşünelim. Yığın oluşurken içindeki maddelerin ısısı çok düşük oluyor. Ama gübreler üst üste yığıldıkça en alttaki ve iç kısımlar üzerindeki baskı artıyor. Bu durum uzunca bir süre devam ettiğinde hem baskının etkisi hem de içteki ısının bir yere kaçamaması nedeniyle gübre yığınının içindeki sıcaklık yükselmeye başlıyor. Isı arttıkça yığın hızla tutuşma noktasına yaklaşıyor. Artık gübre yığınında kimyasal reaksiyonu tamamlamak için tek bir dış etken bile yeterli olacaktır.
Genellikle tutuşturma işini rüzgar yapıyor. Küçücük bir esintiyle yığının içine girebilen havanın içindeki oksijen tutuşma noktasına gelen gübre yığınını ateşliyor. Uzun zamandır birike birike tutuşma noktasına gelen yığının oksijenle buluşması bomba etkisi yapıyor ve alevler ortalığı sarıyor. Gübre yığınları genellikle ahırlarda olduğu için dam, davar, hatta üstteki ev yanıp kül oluyor. Kendiliğinden yanmaya bir türlü akıl erdiremeyen evin sahibi ise, “Kim ateşe verdi benim ahırı?” diye dört dolanıp suçlu arıyor.
Taksim’de başlayıp İzmir, Ankara, Kayseri dahil ilk gün 48 ile yayılan tepkilerle ilgili Başbakan Erdoğan’ın teşhisini dinlerken çok şaşırmadım. Başbakan yüzbinlerce kişiyi üç-beş çapulcu diye kendi üslubuyla küçümserken, kendi tabanına ‘dimdik ayaktayım’ mesajı veriyordu. Twitter ve sosyal medyayı baş belası ilan ederek de meydanları dolduran halkın kandırıldığını tabanına duyuruyordu.
Aslında Türkiye’de kitlelerin bir bölümü son birkaç yıldan beri için için yanmaya başlamıştı. Sürekli gerginlik, kürtajdan, cam kenarında içmeye bile yasak getiren kanunlar, genç çiftlerin edepli davranmaları için metroda yapılan anonslar, kıyak kafalı nesil, iki ayyaşın çıkardığı kanunlar gibi aşağılamalar, yargı bağımsızlığına düşen gölgeler kitleleri zaten yeteri kadar germişti. Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçlar, tutuşma ısısına ulaşan kitlelerin alev alıp ortalığın yangın yerine dönmesi için oksijen oldu. Bütün mesele budur.
Herhalde iktidar partisi ve Başbakan tabana mesaj verme kaygısı taşımadığı bir ortamda sakin kafayla kitlelerin neden kendiliğinden sokağa döküldüğünü iyice düşünür.
RAKAMLAR bir şehrin fotoğrafıdır. Nüfus hareketlerini gösteren rakamlar ise o şehrin nereden gelip nereye gittiğinin en iyi göstergesidir. Eğer bir kentten gidenlerin sayısı artmaya başlamışsa insanların mutsuz oldukları, geleceklerini aramak için başka yerlere kaçtıkları anlamına gelir. Eğer bir kente göç varsa o kentin cazibe merkezi olduğu iş ve aş bulunduğu, yaşanabilecek bir yer olduğu anlamına gelir.
Türkiye İstatistik Kurumu, 2008’den bu yana iç göç istatistikleri yayımlıyor. Buradaki verilere baktığımız zaman 2008 ile 2012 arasında İzmir’e göçün azaldığını görüyoruz. Buna karşılık İzmir’den ayrılanların sayısı hızla artmış. Yılda ortalama 100 bin göç alan İzmir’de işi rakamlara dökecek olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Gelen düştü, giden arttı
İzmir’e 2008’de 117 bin kişi göç ederken, 2009’da 116 bin, 2010’da 111 bin, 2011’de 110 bin, 2012’de ise 106 bin kişi gelip yerleşmiş. Görüldüğü gibi İzmir’e gelip yerleşenlerin sayısı son dört yılda giderek azalmış.
Bir de İzmir’i bırakıp gidenlere bakalım. Yuvarlak olarak rakamlar, 2008’de 90 bin, 2009’da 89 bin 500, 2010’da 100 bin, 2011’de 101 bin 400 ve 2012’de 96 bin kişinin İzmir’den ayrılıp gittiğini gösteriyor. Gelenlerden gidenleri çıkardığımız zaman 2008’de İzmir net 27 bin kişi göç alırken, 2012’de bu rakam 9 bin 850 kişiye kadar düşmüş.
Yatırımları etkiler
Bunlar çok önemli veriler. İnsanların artık İzmir’e gelmek istememe veya neden İzmir’den gitmek isteme nedenleri çok iyi araştırılmalı. Büyük bir olasılıkla ekonomik kriz ve işsizlik nedeniyle İzmir’e göç azalmış veya şansını başka yerlerde denemek isteyenler artmış durumda. Ancak aynı yıllarda örneğin Gaziantep göç alan bir kent olmaya devam etmiş. Belki Güneydoğu’ya tersine bir göç de başlamış olabilir. Eğer böyleyse bunun da nedenlerinin sadece ekonomik mi, yoksa başka nedenleri var mı onlar da araştırılmalı.
BU köşeyi takip edenler, şubatta, “EXPO’da Tayland sürprizi” başlıklı yazımı hatırlayacaktır. Yazıda, Tayland’ın, Dubai’nin EXPO 2020’yi kazanabilmesi için yarıştan çekilebileceğini yazmıştım. Binbir entrikanın döndüğü bu yarışta, Tayland’ın bugünkü bayan başbakanı Shinawatra’nın kardeşi hakkında yolsuzluktan mahkumiyet kararı olduğunu, bu nedenle Dubai’de sürgün hayatı yaşadığını şöyle anlatmıştım:
Başbakanın kardeşi Dubai’de yaşıyor
“Tayland’ın EXPO 2020 adaylık başvurusunu eski Başbakan, bugünün ana muhalefet lideri Abhisit Vejjajiva yapmıştı. Vejjajiva, hükümeti EXPO konusunda tavrını netleştirmeye çağırıp, ‘Yoksa yarıştan çekilerek başka bir ülkenin kazanmasının yolunu mu açıyorsun?’ şeklinde imalı bir soru sormuş.
Ana muhalefet liderinin sözünü ettiği yer Birleşik Arap Emirlikleri. Ama hikaye burada daha da renkleniyor. Meğer Tayland’ın bugünkü kadın Başbakanı Yingluck Shinawatra’nın ağabeyi, eski başbakanlardan Thaksin Shinawatra Dubai’de sürgünde yaşıyormuş.
Ana muhalefet partisi liderinin iddiasına göre Tayland Başbakanı Yingluck, kardeşinin sürgünde yaşadığı Dubai lehine yarıştan çekilmeyi planlıyor.
Başbakanın kardeşi Thaksin Shinawatra, 2006’da askeri darbe ile devrilip yolsuzluk suçlamalarıyla hapse mahkum olduğu için yurtdışına kaçmış. Ama son seçimlerde yeni başbakan kız kardeşi olunca Time’a bile ‘Hala iktidarda’ diye kapak olmuş.
Tayland gazetelerinin haberlerine göre, Ayutthaya yarıştan çekilirse Dubai, Çin’in de desteğini alarak yarışı kazanma ihtimali en güçlü aday olacakmış. Ama Tayland’ın bayan Başbakanı açıklama yaparak Tayland’ın çekileceği iddialarını reddetmiş ve yeni Turizm Bakanı’nın projeyi sürdürdüğünü söylemiş.”
GEÇEN hafta İzmir’de inşaat sektörünün gelecek 10 yılının masaya yatırıldığı önemli bir toplantı vardı. Capital ve Ekonomist dergilerinin ECA işbirliğiyle yaptıkları toplantıda sektörün önde gelen isimleri vardı. Ortak görüş ise İzmir’de ilk patlamasını 50’li ve 60’lı yıllarda yapan inşaat sektörünün yarım asır sonra yeni bir dönüşümün eşiğine gelmiş olmasaydı.
Toplantının ev sahibi Elmor Şirket Müdürü Hakan Gülderen’e göre, İzmir’de genç nüfusun evliliklerinin yarattığı talep ve eski konutların yenilenmesinin yaratacağı iş hacmiyle önümüzdeki 10 yılda inşaat sektörü tam iki kat büyüyerek yaklaşık 500 bin yeni konut yapılacak. İnşaat sektörünün 400 yan sektörün lokomotif olduğu düşünülürse bu talep İzmir için muazzam bir ekonomik dinamizm yaratacak. İşte İzmirlilerin geleceğe daha umutlu bakmasını sağlayabilecek bu görüşlerden kısa özetler:
Türkiye’nin en büyük açık hava çarşısı
İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş, iki yıl önce çıkarılan yasanın kentsel dönüşüm için fırsat yarattığına dikkat çekiyor. İnşaat sektöründe 13 bin üyesi olan İTO, Yeşildere Caddesi yakınlarında bin 800 dönümlük bir alanda kentsel dönüşüme uygun olarak Türkiye’nin en büyük açık hava çarşısını yapacak. Mobilya mağazaları ve çevre düzenlemeleriyle proje bittiğinde Yeşildere gerçekten yeşil olacak. İzmir’de 2023’e kadar her yıl 30 bin konut yapılması gerektiğini söyleyen Demirtaş, ancak TOKİ’yi istemediklerini, devletin isterse gelir düzeyi düşük yerlerde konut yapabileceğini belirtti.
2 milyon İzmirlinin hayatı söz konusu
İZMİR Büyükşehir Belediyesi’nin notunu artıran Moody’s’le ilgili unutmadığım bir anım 1994 krizi sonrasında olmuştu. O yıllarda Çiller ekonomiyi canlandırmak için emirle faizleri düşürmeye çalışıyordu. Ekonominin yasalarına aykırı bu çabalar, derecelendirme kuruluşu Moody’s’in Türkiye’de bir şeylerin yolunda gitmediğini görüp not kırmasıyla yangına dönmüştü. Sonra da herkesin “Bir gecede ne oldu?” diye sorduğu ünlü 1994 ekonomik krizi yaşandı. Faizler çıldırdı, üç banka battı ve piyasaların ateşi ancak büyük bir devalüasyonla alınabildi.
Tabii ki Türk Lirası’nın değer kaybetmesi sonucu iğneden ipliğe her şeye zam geldi. Sonunda olan her zamanki gibi enflasyona karşı kendini savunamayan sabit ücretli işçi ve memurla stok yapıp fiyat artışından kazanma şansı olmayan küçük esnaf ve çiftçiye oldu.
İşte o ünlü krizden bir süre sonra Moodys’in dünyada önde gelen yöneticilerinden biri İstanbul’a konuk olduğunda ekonomi gazetecileriyle bir araya gelmişti. Yemekte yan yana oturunca bütün gece adama verdikleri not sonucu Türkiye’ye para akışının kesildiğini, iflas ve batakların milyonlarca kişinin hayatını etkileyip aile facialarının yaşandığını, hiç mi vicdan azabı çekmediklerini sorarak taciz etmiştim. Ama Moody’s yöneticisi nuh diyor peygamber demiyor, söylüyordu. Hatta “Aslında verdiğimiz nottan sonra politikacılar kendilerine gelip halka acı gelen reçeteleri hazırlamasalar daha büyük sosyal patlamalar yaşanabilirdi” demişti.
Ancak Moody’s’in kırdığı notlardan sonra alınan tedbirler bir süre sonra seçimler uğruna heba edildi. Halkın çektiği onca sıkıntı boşa gitti. Zaten 5–6 yıl sonra da Cumhuriyet tarihinin en büyüğü, milyonlarca kişinin ocağını söndüren 2001 krizini yaşadı. O günlerde hep o akşamı hatırlayıp “O zamanlar ne kadar da gençmişim” demekten kendimi alamamıştım.
İZMİR’de Kalite Derneği’nin (Kalder) gençlik birimi GençKal’ın düzenlediği toplantıdaki başarı hikayelerinden dün örnekler vermiştim. İzmir Kalder Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Prof. Şevkinaz Gümüşoğlu ve ekibinin organizasyonuyla düzenlenen seminerin değerlendirmesine bugün de hem genç Türk girişimciler hem de dünya devlerinin hikayeleriyle devam ediyoruz.
Simit Sarayı’nın yaratıcısı Haluk Okutur üniversitede hep bir iş kurmanın hayalini yaşamış. Bütün sektörleri araştırdıktan sonra perakendede karar kılmış. Sektörle ilgili araştırmaları 6 bin sayfaya ulaşmış ve Okutur sonunda sihirli formülü bulmuş. İnsanların kolayca harcayabilecekleri paradan para kazanmakmış bu formül. Sadece 1 liraya satılan simidin bu konuda ideal bir ürün olduğunu görmüş. O güne kadar sokaklarda satılıp, ilkel koşullarda üretilen simidi insanların çaylarıyla birlikte zevkle yiyebilecekleri mekanlar yaratma fikri böyle doğmuş.
Sonrası malum... Simit Sarayları’nda çok ucuza ve keyifle karın doyurmak insanların hoşuna gitmiş. Üstüne üstlük bu projenin krizinin etkilerinin sürdüğü 2002’de hayata geçmesi talepte patlama yaratmış.
Simit ustası olmadığını söyleyen Haluk Okutur 10 bin dolar sermayeyle ortağıyla birlikte girdiği işe başladığında tam 2 yıl boyunca aralıksız günde 22-23 saat çalıştığını anlattı. Okutur’un ilk yıldan en unutamadığı olay simit ustasının sürekli zam talebiyle bir ayda maaşını ilk anlaştıkları rakamın tam 20 katına çıkarması. Pek çok şirketin üst düzey yöneticisinden daha fazla maaş alan ustadan sonra daha pek çok usta Simit Sarayı’ndan geçer.
Bugün Türkiye’de 300 Simit Sarayı var ve yaklaşık 5 bin kişi çalışıyor. Yakın zamanda New York’ta Simit Sarayı açan Haluk Okutur’un hedefi Mc Donalds’ı geçip Fortune sıralamasında dünyanın en büyük 500 şirketi arasına girmek.
***