Geçen hafta İzmir’e uzak bir yerde, ama İzmir’i çok yakından ilgilendiren bir yorum dikkat çekiciydi. İzmir- İstanbul Otoyolu’nun bir bölümünde zemin kayması nedeniyle güzergah değişikliği söz konusu olacakmış. Yeni belirlenen güzergah üzerindeki köyde arsanın metrekaresi 10 liradan 40 liraya çıkmış. Bu haber üzerine Mehmet Y. Yılmaz Hürriyet’teki köşesinde zemin etüdü iyi yapılmadan böyle bir projeye başlanamayacağına dikkat çekip “Zemin kayması mı? Rant kayması mı?” diye sormuş.
Gerçekten de yap- işlet- devret yöntemiyle otoyolu yapan firmaların, 6.5 milyar dolar yatırdıkları bir projenin zemin etüdünde hata olması akıl alır gibi değil. Ayrıca proje ne kadar çabuk biterse, işi yapan şirketler o kadar fazla kazanacak. Güzergah değişikliği projeyi geciktirirse firmalar da kaybedecek. Bu ilginç durumun her halde bir açıklaması olacaktır.
Büyük vaatlerde gecikme var
Ege Bölgesi’nin kaderini değiştirecek projenin gecikmesi İzmir’e ve güzergah üzerindeki illere de büyük zarar verir. Konu proje gecikmesine gelmişken, son zamanlarda İzmir’le ilgili hükümet kaynaklı bir çok büyük projede soru işaretleri görülüyor. Örneğin 2015 yılında bitmesi planlanan Alsancak Limanı’nı genişletme çalışmaları da gecikmiş durumda. Toplam 450 milyon TL’lik yatırımın sadece 100 milyon TL’lik bölümü gerçekleşmiş.
İzmir’i dünyanın en büyük 10 limanından biri yapacak olan Çandarlı Limanı projesi de ilk açıklandığında 2015’de bitecekti. Ama yap- işlet- devret yönteminin şartları ağır olduğu gerekçesiyle teklif alınamadı. EBSO geçtiğimiz günlerde projenin küçültülerek başlatılması çağrısı yaptı, ama şu anda ne olacağı belli değil.
Daha önce seçim meydanlarında vaatleri yapılan projelerin teker teker rafa kalkacak görüntüsü vermesi dikkat çekici. Bu durum elbette Nisan ayında yapılacağı konuşulmaya başlanan genel seçim kampanyalarına yansır. Yapılan vaatler ile gerçekleştirilen işler ortaya konduğu zaman, hem iktidar hem de muhalefet cepheleri açısından hayli renkli bir seçim dönemi geçeceğini söyleyebiliriz.
İZMİR’de her köşe başında karşımıza çıkmaya başlayan on binlerce Suriyeli göçmenin iş gücü piyasasını alt üst etmeye başladığı anlaşılıyor. İşverenlerin bir bölümü, özellikle kalifiye işçiye ihtiyaç duyulmayan, çalışma koşulları ağır işlerde karın tokluğuna çalışmaya razı Suriyeli işçilerin gelişinden memnun görünüyor.
Aslında bu kesim, hükümetin iş gücü piyasasına sürekli ucuz emek sağlayacak 3 çocuk politikasından da memnun. 3 çocuğu olan asgari ücretliden vergi alınmamasını öngören son karar iyice yüzlerini güldürmüş olmalı.
İnsani nedenlerle Türkiye’ye alınan 1 milyon 600 bin Suriyeli’nin çaresizliklerinden istifade edenleri de unutmamak gerek. Zor durumdaki bu insanları fuhuştan uyuşturucuya her türlü kara emellerine alet eden çeteler için bulunmaz bir fırsat doğdu. Bu gelişmenin İzmir’de yeni kara para merkezleri, yeni batakhaneler yaratması ise bir başka sosyal boyut olarak karşımıza çıkacak.
Sosyal patlama tehlikesi
İŞİN emek piyasası yönündeki ilk ciddi uyarıyı kısa bir süre önce, “Suriyeli işçilerin asgari ücretten çok daha düşük ücretlere çalışmaları nedeniyle çalışma yaşamında dengeler alt üst oldu” diyen İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş yaptı. Suriyelilerin organize bölgelerde ve sanayi sitelerindeki fabrikalarda yatıp kalkıp çalıştıklarını söyleyen Demirtaş, “İzmir Ayakkabıcılar Sitesi’nde geçtiğimiz günlerde kayıt dışı çalışan Suriyeli işçilere yönelik protesto gösterileri yapıldı. 5 bin Suriyeli işçi olduğu iddia ediliyor. Eyleme, Suriye’den gelen işçilerin daha düşük ücretle çalışmalarının bazı yerli işçilerin işten çıkarılmalarına neden olması gerekçe olarak gösterildi” dedi. Aynı sorunun tekstil ve inşaat sektörlerinde de yaşanmaya başladığına dikkat çeken Ekrem Demirtaş, “İleride daha büyük sosyal patlamalar, sorunlar doğmadan, çok zor kapanacak yaralar açılmadan çözüm bulunmalı” diye konuştu.
Eğer iş dünyasının önde gelen bir temsilcisi bu kaygılarını dile getiriyorsa iş göründüğünden daha ciddi olmalı. Sigortasız ve kaçak çalıştırılan Suriyeli işçiler maliyetleri düşürdüğü için iş dünyasında haksız rekabet yaratacağını da unutmamak gerek. Yasalara uygun çalışan işyerleriyle kayıt dışı çalıştıranlar arasındaki rekabetin nelere mal olduğunu en iyi İzmirli sanayiciler bilir.
Sayıları 100 bine ulaştığı tahmin edilen ve çoğunluğu sokaklarda yatıp kalkan Suriyeli göçmenlerin özellikle önümüzdeki kış aylarında ciddi sosyal rahatsızlıklar yaratması endişesi işin bir başka boyutu.
Hafta sonu Hürriyet Pazar’da, Ayşe Arman’ın Kerem Bursin’le yaptığı röportaj vardı. İki yılda milyonların sevgilisi haline gelen TV dizilerinin bu yeni yıldızına ilgiyi görünce, İzmirli hayranlarının hoşuna gider diye bir iki satır da ben eklemek istedim.
Öncelikle Kerem Bursin’in baba tarafından İzmir, anne tarafından İstanbullu olduğunu belirteyim. Röportajda ailesiyle olan sıkı bağlarını her fırsatta dile getiren Kerem’in babası Pamir Bursin doğma büyüme Karşıyakalı. Aynı zamanda Bornova Anadolu Lisesi (BAL) 1974 mezunu.
Ben ve benim gibi BAL 74 mezunları, yüzünden hiç eksik olmayan muzip tebessümüyle her an kahkaha atmaya hazır Pamir’i iyi tanır. Son olarak birkaç yıl önce bir İstanbul ziyaretinde Pamir’in en yakın arkadaşı Onur Koca’nın organizasyonuyla, o zaman Boğaziçi Üniversitesi rektörü olan Kadri Özçaldıran ve ben dört BAL’lı bir araya geldiğimizde kahkahalar yine tavan yapmıştı.
Okyanusta tek başına
Kerem’in petrol mühendisi babası Pamir’in okyanustaki petrol arama platformlarında yaptığı çalışmalarla ilgili anlattığı hikayeler de benim hep ilgimi çekmiştir. Düşünsenize okyanusta kurulu bir petrol platformunu dev dalgalar vururken aşağıda sondaj yapılan alandan gelen sinyaller mühendisler tarafından saniye saniye izlenmeye çalışılıyor. Pamir mesleğinin ilk yıllarında haftalarca hiç karaya çıkmadan, bazı dönemlerde ise aşağıdaki petrolün durumunu gösteren ekrandan 18 – 20 saat hiç gözlerini ayırmadan çalıştıklarını anlatırdı.
Babasının işi nedeniyle 10 aylıkken Türkiye’den ayrılan Kerem Bursin kıtadan, kıtaya dolaşıp o ülke senin, bu ülke benim derken tam anlamıyla bir dünya vatandaşı olmuş. Ama hayatıyla ilgili radikal bir karar verirken başlangıç yeri olarak yine Türkiye’yi seçmiş. İyi de yapmış. Röportajında ne güzel mesajlar vermiş. Toplumda bir yerlere gelebilmenin ve mutluluğun marka giyip, lüks araba kullanmaktan ibaret olduğunu düşünen pek çok Türk gencinin hayata bakışında yeni ufuklar açacağından eminim.
İZMİR Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu geçen hafta Hürriyet Ege Temsilcisi Deniz Sipahi’ye Körfez’in derinleştirilmesi için hazırlanan projenin iki yıldır ÇED raporu beklediğini söyledi.
İzmir’i binlerce yıldır ayakta tutan en önemli nedenlerden biri ‘Liman Kenti’ özelliğini hiç kaybetmemiş olmasıdır. Bir zamanlar deniz kıyısı olan Bornova, Meles çayı ve Yamanlar’dan gelen nehirlerin getirdikleri millerle dolarak giderek denizden uzaklaşmış. İlk limanlardan Bayraklı’daki Tepekule de bu coğrafi değişimden nasibini alıp, zaman içinde liman özelliğini kaybetmiş. Ne mutlu ki tarih boyunca İzmir Körfezi limanlarını kaybettikçe yerine yenilerini koymayı başarabilmiş.
Halbuki bir zamanlar dünyanın en önemli liman kenti olan Efes, Küçük Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonların denizi doldurmasıyla giderek kıyıdan uzaklaşmış ve sonunda yok olup gitmiş. Bugün adeta 3 bin yıl öncesini yaşar gibi hayranlıkla sokaklarında, surların arasında dolaştığımız tarihi kent Efes, liman kenti olduğu için dünyanın en önemli yerlerinden biriydi. Aynı şekilde bugün bir kaç taş antik tiyatrodan ibaret görünen Seferihisar’daki TEOS da bir zamanlar Akdeniz’in en büyük liman kentlerindendi. Bugün ise denizden uzak tarih meraklıları dışında kimsenin uğramadığı bir yer.
Kader iki dudağın arasında
İzmir’i 8.500 yıldan beri ayakta tutup dünyanın en eski kentlerinden biri yapan Körfez’in temizliği, derinliği bu nedenle çok önemli. Her yıl akarsularla gelen taş, toprağın denizi doldurduğu İzmir Körfezi’nin hem geleceğini kurtarmak, hem de suyu derinleştirilerek yeni kuşak gemilerin yanaşabilmesini sağlamak gerek.
Burada söz konusu olan binlerce yıldır ayakta duran bir kentin kaderi. Bu konu siyasilerin kaprislerine, bürokratların iki dudağı arasına sakız olamayacak kadar hassas. Hem iktidar, hem muhalefet partisinin İzmir’i temsil eden vekilleri konunun takipçisi olmak zorunda. Her çabaya rağmen İzmir bataklığa dönerse sorumlularının tarih boyunca lanetle anılacağından kimsenin şüphesi olmasın.
GEÇEN hafta, İzmir’deki ESBAŞ’ta düzenlenecek çok önemli bir konferansta sınırları yeniden çizilen dünyada Türkiye’nin yerinin tartışılacağını belirtmiştim. Biz ince bir dal parçasına tutunmuş IŞİD’le birlikte Ortadoğu bataklığına gömülmemek için çırpınıp sınırları geçen mültecilerle uğraşırken meğer yeni bir dünya kurulmuş farkında değilmişiz.
Bu tür toplantılarda İzmir’e gelen bakanları takip etme telaşından konferansın diğer bölümlerini es geçen gerek yerel, gerekse ulusal basın geleceğimizi çok yakından etkileyen Transatlantik Ticaret Birliği (TTIP) konusuna maalesef çok az yer ayırabildi. ABD eski kongre üyeleri ve Avrupa Birliği’nin deneyimli yöneticilerinin sözlerinden çıkan sonuçları bu kısıtlı alanda özetlemeye çalışayım:
* Avrupa ile ABD arısında sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel yeni bir birlik kuruyor. Dünya ticaretinin yüzde 50’sine hakim olacak bu birlikte zamanla AB’de olduğu gibi sınırlar kalkacak. Dünyanın yarısına hakim yeni bir devlet kurulacak. Japonya ve Avustralya’nın da katılımıyla bu devletin sınırları Uzakdoğu’ya kadar genişleyecek.
* Türkiye, AB üyesi olmadığı için yeni dünya devletinin içinde olamayacak. Buna karşılık Gümrük Birliği anlaşması nedeniyle yeni devletin bütün mallarına açık bir pazar haline gelecek.
* Takvime göre AB ile ABD arasındaki görüşmeler 2015’te tamamlanacak. 2016 deneme yılı olacak, 2017’de ise TTIP resmen hayata geçecek.
* Konuşmacılar, Türkiye’nin bu yeni birlikte yer alabilmesi için 1.5 yılı olduğunu, eğer bu sürede masaya oturamazsa ileride girişinin çok zor olacağını söylüyor.
* Ancak bu anlaşmaya girebilmek için demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi kriterlere de sahip olmak gerek. Yabancılara göre Türkiye’nin bu konudaki imajı yurt dışında çok kötü.
EKONOMİDEN sorumlu Ali Babacan’ın iş dünyasını AVM yatırımlarında frene basıp sanayiye yönelme uyarısı, “İnşaat sektöründe neler oluyor?” sorularına yol açmıştı. Meğer çok şey olup bitiyormuş. Bir süredir konut sektöründe kriz uyarısı yapan Ege - Koop Genel Başkanı Hüseyin Aslan’la sohbet ederken, “İzmir’de icra - iflas masaları müteahhitlerden paralarını alamadıkları için batma noktasına gelen kapı, doğrama, demirci gibi inşaat sektörü için üretim yapan firmalarla dolu. Yan sektörlerde çok ciddi sıkıntı var. Biri gitti mi zincirleme başkalarını da götürüyor. Tehlike büyük” dedi.
Camdan tuğlaya yaklaşık 300 sektörün ekmek kapısı inşaat sektöründeki kriz yangına dönüşürse durum gerçekten vahim olur. Aslan, bundan 5 - 6 ay önce ayda ortalama 10 konut kredisi veren bir banka şubesinin bugün ancak bir konut kredisi verebildiğini söylüyor. Daha da büyük sıkıntı ise kredi geri ödemelerindeymiş. Genellikle geri ödeme oranı yüksek konut kredilerinde son dönemlerde aksama başlamış.
Aslında Türkiye’nin yıllık konut açığı 500 bin civarında. İzmir’in ise göç ve evlenmeler nedeniyle her yıl ortalama 30 bin yeni konuta ihtiyacı var. Talep var ama bu yıl olduğu gibi ekonominin küçülüp alım gücünün yetersiz kaldığı dönemlerde arz fazlası oluyor ve konutlar elde kalıyor. Araştırmalara göre İzmir’in yüzde 40’ı kirada oturuyor. Öğretmen, polis, genç doktorun konut almaya gücü yetmediğinden alımları ikinci, üçün konut için yatırımcılar yapıyor. Ekonominin daraldığı dönemde ise bu kesim alımlarını hemen durduruyor.
“Konut krizi başka krizlere benzemez” diyen Hüseyin Aslan’ın önerisi TOKİ aracılığıyla ucuz kredilerle uydu kentler kurularak hem vatandaşın ev sahibi yapılması, hem de sektördeki sıkıntının aşılması. Bunun için de birkaç konut yaptığı için müteahhit diye ortaya çıkanlarla değil, binlerce konutun altından kalkabilecek kuruluşlarla iş yapılmasını öneriyor.
ÖNÜMÜZDEKİ hafta İzmir’de, Türkiye’nin geleceği açısından hayati konuların tartışılacağı bir toplantı yapılacak. Biz Doğu ve Güneydoğu sınırlarımızda hızla Ortadoğu bataklığına gömülürken, Batı komşularımızdan itibaren dünyanın ekonomik sınırları yeniden çizilmeye başladı bile.
Ege Serbest Bölgesi’nin (ESBAŞ) ev sahipliğindeki toplantıda, AB ve ABD arasında kurulacak uluslararası ticaretin yüzde 60’ını kapsayacak, dünyanın en geniş ekonomik bölgesi ‘Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ tartışılacak. Bu yeni ekonomik bölgede gümrük vergileri sıfırlanacak, piyasalara erişim kolaylaşacak, uluslararası ticaretin kuralları yeniden belirlenecek.
Sistem dışında kalan ülkelerin durumu ise pek parlak olmayacak. Örneğin vergiler sıfırlanacağı için, yeni kurulacak bir otomobil ya da elektronik fabrikası tercihini İzmir’den değil, Bulgaristan ya da Polonya’dan yana kullanacak.
Pakistan gibi oluruz
BU gelişmelerin sokaktaki insanın günlük hayatına işsizlik ve yoksulluk olarak yansıyacağını söylemeye gerek yok. Her sene 2 milyon kişiye iş yaratmak zorunda olan Türkiye, yıllık yüzde 6 büyümeli. Petrolümüz, altınımız olmadığı için büyümeyi bugüne kadar yabancı kaynaklarla sağladık. Ama yeni ekonomik bölgenin dışında kalır, 3 çocuk yapmaya devam edersek birkaç on yıla kadar insanların sokaklarda yattığı Pakistan’dan farkımız kalmaz.
Geçen yıl yine İzmir’deki bir konferansta konunun uzmanı bir ABD’li danışman, AB üyesi olmayan Türkiye’nin yeni ekonomik dünyada yeri olmadığını söylemişti. ESBAŞ Yürütme Kurulu Başkanı Faruk Gürler, bu yıl AB’den ‘teknik görüşme sözü’ alındığının öğrenildiğini söylüyor. AB ile ilişkilerin en kötü olduğu bu dönemde gerçekten ne durumdayız.
ÜNLÜ yazar Victor Hugo, “İzmir bir prensestir” demiş. Üzerinden 40’tan fazla medeniyet geçen, 8 bin 500 yıllık tarihi ile dünyanın en eski kentlerinden biri olan İzmir’in büyük bir rüyası var: Dünyanın en önemli sağlık başkentlerinden biri olabilmek.
İzmir Ekonomi Üniversitesi’ne verilen tıp fakültesi kurma iznini prensesin rüyasının gerçekleşmesinde yeni bir adım olarak düşündüm. Aslında İzmir ve çevresi uzun yıllardan beri Ege, Dokuz Eylül, Celal Bayar, Pamukkale gibi üniversite hastaneleri, son dönemde özel üniversite hastaneleri ve çok sayıda uzman kuruluşuyla sağlık sektöründe önemli altyapıya sahip. Yapılan her yeni yatırım bu temeli daha da güçlendirecek.
Halen Türkiye’ye sağlık turizmi için 150 bine yakın hasta gelip 2 milyar dolar döviz bırakıyor. Bu rakamın 2023’te 20 milyar dolara ulaşması hedefleniyor. Görüldüğü gibi pasta çok büyük.
İzmir, eğitim kurumlarında yetişen uzman personeliyle sağlık turizminin birinci şartı olan nitelikli insan kaynağını karşılayacak potansiyele sahip.
Üçüncü yaş turizminin rağbet gösterdiği jeotermal kaynaklar ise Balçova’dan Çeşme’ye, Seferihisar’dan Bergama’ya fazlasıyla mevcut. İnciraltı’nın EXPO 2020 kapsamında sağlık bölgesi olarak planlandığı projeler eninde sonunda bir gün hayata geçtiğinde potansiyel çok daha artacak. Sözünü ettiğimiz bu yerler tedavi için gelen hasta yakınları için de cazip birer turizm merkezi olduğundan her zaman ilgi çekecek.
Nükleer kaza hastaları İzmir’de