Sancar’ın Nobel ödülünü kazandığı günlerde verdiği röportajlarda Türk gençlere yurtdışına çıkmalarını, ama mutlaka geri dönmelerini öğütlemesi dikkatimi daha çok çekmişti. Dokuz Eylül Üniversitesi İzmir Biyotıp ve Genom Merkezi’nin Yönetim Kurulu Üyesi de olan Prof. Dr. Sancar’ın bu davranışları bana 5 yıl önce İzmir’de yapılan ve büyük heyecan uyandıran bir toplantıyı hatırlattı.
Inovation İzmir (İnovİZ) 1. Küresel Sağlık Konferansı 2005 yılında ESBAŞ’ta yapılmıştı. Toplantının esas amacı onlarca yıldan beri ABD’ye olan beyin göçünün “Beyin gücü” olarak Türkiye’ye dönüşüne altyapı oluşturmaktı. Konferansın ABD ayağını Philedelphia’daki Drexel Üniversitesi’nin yöneticilerinden Prof. Dr. Banu Onaral organize etmişti. Prof. Dr. Onaral’la sohbetim sırasında ABD’de çok önemli seviyelerdeki çok sayıda Türk’ün Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar’la benzer duygular içerisinde olduğunu fark etmiştim. Hemen hepsi ABD’de sağladıkları başarıyı Türkiye’de aldıkları lise ve üniversite eğitimine borçluydular Devlet halkın ödediği vergilerle yapılan okullarda kendilerini eğitmiş, üstelik ceplerine para koyup burslu olarak ABD’ye göndermişti. Şimdi sıra onlardaydı. ABD için yaptıkları buluşları, bilimsel çalışmaları doğdukları toprakların insanları, aileleri için yapıp Türkiye’ye borçlarını ödemeliydiler.
Bilimde patlama yapma şansımız vardı
Bakın o günlerdeki izlenimlerimi nasıl yazmışım...
Prof. Dr. Banu Onaral, “Her gün olayların arasında taş gibi yuvarlanıp gittiğiniz için sahip olduğunuz zenginlikleri göremiyorsunuz. Halbuki Türkiye bilimde, teknolojide bölgenin en büyük gücü olabilir” diyor.
ABD’deki Türk beyin gücünü bir araya getiren Türk-Amerikan Bilim İnsanları ve Akademisyenleri Derneği eski Başkanı Prof. Dr. Onaral’ın verdiği rakamları duyunca kulaklarıma inanamadım. Halen ABD’de 250 bin Türk yaşıyormuş. Bunların 80 bin kadarı bilim insanı, yönetici, mühendis, doktor gibi entelektüel düzeyi yüksek olan kişiler. ABD’de yaşayan Türkler de bir gün mutlaka geri dönüp yurtdışında edindikleri bilgilerle ülkelerine yararlı olma arzusu yattığını söyleyen Prof. Dr. Onaral, “Bir düşünsenize, 80 bin kişinin yüzde 5’i yüzde 10’u bile katkıda bulunsa Türkiye bilimde patlama yapar” diyor.
Prof. Dr. Banu Onaral, bana ayrıca ABD’deki Türkler arasında yapılan bir ankete göre Türkiye’ye gelirlerse en fazla yaşamak istedikleri kentin İzmir olduğunu söylemişti. O nedenle projeye İzmir’den başlama kararı alınmıştı. Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül, Yüksek Teknoloji Üniversitesi gibi pek çok kuruluşun dahil olduğu projede sonradan önemli bir gelişme duymadım. Zaten Türkiye’nin batıdan adım adım kopup, sonunda saray ve tahtın yabancı devlet adamlarına güç ve gelişmişlik göstergesi olarak sunulur hale geldiği son 5 yılda olumlu bir gelişme olsaydı sürpriz olurdu.
ANKARA katliamında yaşamını kaybeden 97 kişiye bakıyorum. Büyük çoğunluğu genç. Kimisi mühendislik, kimisi arkeoloji, kimisi hukuk okuyormuş. Hepsi hiçbir art niyeti olmayan saf ve temiz duygularıyla daha güzel bir dünya idealleriyle Ankara’ya gitmişler.
Ama yakın tarihte olduğu gibi Ankara’daki gençler de yaşça büyük, ama insanlıkta küçük kalmış olanların güç ve iktidar çatışmalarının kurbanı oldu. Aynı 68 gençliğinin 70’li yıllarda başlarına gelenler, aynı 80’li yıllar öncesinde sağ ve sol çatışması adı altında yaşamlarını kaybeden 5 bin genç gibi.
Sonra darbe olup bir günde her şey bıçak gibi kesildi. Ardından anlaşıldı ki, sağcı ve solcu gençlerin yaşamlarını feda edebilecek kadar yüksek idealleri, darbeye ortam hazırlamak için karanlık güçler tarafından acımasızca kullanılmış. Olan bu sahte kavgaya kurban giden 5 bin, yıllarca hapishanelerde çürüyen, işkence gören 40 bin gence olmuştu.
Gençlerini bozuk para gibi harcamayı alışkanlık haline getiren bu ülkenin tarihinde çok da eskilere gitmeye gerek yok. Gezi olaylarında herhangi bir siyasi harekete dahil olmadan tüm masumiyetleriyle, isteklerini dile getirmeye çalışan gençlerin başlarına gelenleri biliyoruz.
12 Eylül darbesinden yıllar sonra ABD’nin eski Ankara büyük elçilerinden birisi, emekli olduktan sonra danışmanlık yapmaya başladığı bir firmanın yaptığı yatırım için İzmir’e gelmişti. Söz dönüp dolaşıp geçmiş yıllara geldiğinde “Türkiye’de ekonomik ve toplumsal dönüşümler çok sancılı oluyor, bazı şeyler zorla yapılmak zorunda kalıyor” diyerek bir cümleyle darbenin gerçek nedenini özetlemişti.
ÇALKANTI BİTECEK AMA...
Bugün Türkiye yine tarihinin en zor geçiş dönemlerinden birisini yaşıyor. Toplum bir o uca, bir öteki uca savruluyor. Bir yanda insan hakları ve demokrasinin baş tacı edildiği, insanların dil, din, ırk, etnik köken ayrımını hissetmeden özgürce yaşamak istedikleri bir ülke hayal edenler, diğer yanda Türkiye’nin Osmanlı’nın parlak dönemlerinde olduğu gibi yeniden Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının yıldızı olabileceğine inanan muhafazakar bir Türkiye isteyenler. Bir yanda Kürt sorununu Meclis’te çözebilecek siyasi güce ve çoğunluğa ulaşabilen bir parti, diğer yanda sahip olduğu gücü kaybetme endişesiyle idealleri uğruna dağa çıkan gençleri acımasızca ateşe atan bir örgüt.
BAYRAM öncesi sohbet ettiğim İzmirli bir sanayici, “Yıllardan beri ilk kez bayramı bahane edip işçilerin tamamını tatile çıkardım. Daha önce üretim hiç durmazdı. Ama bu yıl mecbur kaldık” dedi. Şirketi, bir yandan Türkiye’nin ihracatındaki gerilemeden nasibini alırken, diğer yandan yurtiçindeki belirsizliklerin etkisiyle frene basmak durumunda kalmış.
Yurtiçi belirsizliğin temel nedeni hiç şüphesiz siyasi belirsizlik. Bir türlü kurulamayan ya da kurdurulmayan koalisyon hükümeti, iç savaş görüntüsü verecek şekilde patlayan terör olayları, her gün adım adım gömüldüğümüz Suriye bataklığı, 1 Kasım seçimlerinden tek parti iktidarı çıkmazsa yeni koalisyon görüşmelerinin ne şekilde seyredeceği ve eğer 4 Aralık’a kadar yine hükümet kurulamazsa ortaya çıkacak büyük soru işareti belirsizliklerin dozunu her geçen gün daha fazla artırıyor.
Aslında Tüketici Güven Endeksi’nin 2008 dünya krizi yıllarındaki oranlara kadar gerilemesi kötü tabloyu net bir şekilde açıklıyor. Önlerini göremeyen tüketiciler “Yarın öbür gün işsiz kalırım” endişesiyle yeni kredi yükümlülüklerine girmek istemeyip alım kararlarını erteliyor. Üreticiler tüketiciden gelen talep kesilince yeni yatırımlardan dolayısıyla işçi alımlarından kaçınıyor. Üstüne üstlük önce bayram tatili deyip üretimi yavaşlatıyor. Belki de seçim sonrası belirsizlik ortamı iyice uzarsa “Talep yok” deyip üretimi iyice kısıp işçi çıkaracak.
Seçim kaybettirir
Piyasalarda yaprak kıpırdamayan bu ortamda tahminlerin üzerinde gelen enflasyon rakamları ise moralleri iyice bozdu. Dövizdeki dalgalanmalar ve belirsizlik nedeniyle piyasaların özellikle gıda maddeleri gibi tüketiminden vazgeçilemeyecek mallara zam yağdırdıkları görülüyor. Hem ekonomik durgunluk hem yüksek enflasyon bir ekonomide olabilecek en kötü şartlardan biri.
İşte bu ortamda yapılacak seçimlerden nasıl bir sonuç çıkacağı gerçekten merak konusu. Türk ekonomisi artık dünyadan gelen ucuz kaynaklarla yaşadığı ışıltılı günlerini geride bıraktı. Bazı kesimler farkında olmasa bile yakın zamanda iş bulma umudunu kaybedenler, geri dönen çek ve senetlerle baş edemeyenler, maaşları enflasyonla yarışamayanlar bu seçimin sonucunu belirleyecek gibi görünüyor.
Yeter ki, geçen seçimde çok az oy farklarıyla kaybedilen bazı yerlere yoğunlaşıp, para ve vaatlerle oyların yönü değiştirilip matematik olarak tek başına iktidar şansı yakalanmasın...
VATANDAŞ, ödediği vergilerin nerelere harcandığını, devletin alacağının peşine düştüğü kadar bizler yakından takip etsek Türkiye çok daha şeffaf, pırıl pırıl bir ülke olur. İşte size devletin alacaklarının nasıl peşine düştüğünü gösteren her an herkesin başına gelebilecek bir örnek:
Pazar günü, ortada tek bir araç yokken bile “kırmızı ışık yanıyor” diye karşıdan, karşıya geçmeyen arkadaşım öfke içinde aradı. Arabasını fenni muayeneye götürdüğünde 2 yıl öncesinden kesilmiş bir trafik cezası karşısına çıkarmışlar. Faizleriyle beraber ceza almış başını yürümüş. “Neyin nesidir?” diye Konak Vergi Dairesi’ne gittiğinde gezici radarın yazdığı bir ceza olduğunu, arkadaşımın adresi değiştiği için eline ulaşamadığı bilgisini vermişler. Adreste bulunamayınca muhtarlara bırakılan tebligat çoğu zaman sahibine ulaşamıyor ve ceza da faiziyle katlanarak büyüyor.
Ama devlet alacağının peşini bırakmamak için her türlü tedbiri aldığından fenni muayenede arkadaşımın karşısına çıkıp alacağını faiziyle söke söke almış. O nedenle siz siz olun bir e-devlet şifresi alıp devletle başınızın dertte olup olmadığını sık, sık kontrol edin. Yoksa küçücük paralar için çok büyük faizler ödemek zorunda kalabilirsiniz.
AKP emekli oylarını nasıl patlatır
İZMİR vergilerini en düzenli ödeyen kent olmakla ünlüdür. Emekli maaşı yetmediği için kendi işini kurup üç beş kuruş kazanmaya çalışan emeklilerin sayısı da hayli fazladır. Ama her ne hikmetse, AKP hükümetleri döneminde kendi iş kuranların emekli maaşlarından Sosyal Güvenlik primi kesintisi yapılmaya başlandı. Olurdu olmazdı tartışmaları sürerken kesintiler başladı ve doğru dürüst anlatılmadığı için pek çok emekli devlete “Ben hem emekliyim hem de işyerim var” bilgisini vermedi.
Ama sonunda devlet bunları bulup faiziyle çatır, çatır maaşlarından kesmeye başladı. Rakamlar yıllar içinde çok büyüdüğü için bir iyilik yapıp taksit bile yaptılar. Bugün kurduğu küçük işyeri iflas etse, zarar etse bile yıllardır bu vergilerin taksidini ödeyebilmek için vergi dairelerinin kapısında bekleşen emeklileri her zaman görebilirsiniz.
Geçtiğimiz günlerde bir haber gördüm. AKP seçim programında kendi işini yapan emeklilerden Sosyal Güvenlik primi kesintisi yapılmayacağı müjdesini verecekmiş. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ diyor insan. Önce emeklilere ceza vereceksin, sonra da bunu kaldırmayı seçim programına müjde olarak koyacaksın. Bu da ayrı bir maharet olsa gerek.
Toplumların, yöneticilerin, kişilerin kendilerine çeki düzen vermesinde eleştirinin çok önemli bir rol oynadığına inanırım. Eleştirinin, muhalefetin olmadığı yerde yanlışlar görülemez ve hatalar yapılmaya başlanır.
Ancak eleştiri sırf aksi görüşü savunmuş olmak için, kişilerin ya da grupların çıkarlarına dokunduğu için, ya da sadece medya da boy gösterme amacıyla yapılmamalı. Eleştiri ciddi bir yanlışı engelleyebiliyorsa anlam taşır.
Geçtiğimiz günlerde iki haber gözüme çarkptı. Birinci haber İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Urla Kum Denizi adlı yeni kıyı düzenlemesiyle ilgili gördüğüm yorumlarla ilgili. Uzun yıllar mezbelelik olan doğa harikası bir bölge, sonunda gerçek değerine kavuşup geniş kitlelere hizmet verebilecek bir hale getirilmiş. Gönül yaz bitmeden bu projenin bitmesini isterdi. Kısmette bayram armağanı olarak İzmirlilerin hizmetine sunulması varmış. Herhalde gelecek yaz Rio’nun ünlü Copacabana plajlarını andıran bu güzel yerin keyfi daha fazla çıkarılabilir.
Gelelim işin eleştiri cephesine. Haberle ilgili internette yayımlanan yorumlara baktığımda gözlerime inanamadım. Urla Kum Denizi’nden kilometrelerce uzakta İçmeler’de yeni bir yapılan bir site için Belediye’nin plaj hazırladığı gibi, sırf eleştirmiş olmak için yapılan yorumlar gördüm. Bölgeyi bilmeyen bir insan bunlara rahatlıkla kanabilir. Web siteleri editör ve yöneticilerinin sırf “Pislik at izi kalsın” mantığıyla gerçek bilgiden yoksun, çarpıtma amaçlı yorumlara yer vermemesi gerektiğini düşünüyorum.
Toplu ulaşıma karşı çıkılmaz
Gazetede yer verilen dikkatimi çeken ikinci haber ise Karşıyaka’da yapımı süren tramvay için açılan iptal davasıydı. Davayı açanlar elektrikli tramvay değil nostalji tramvayı istiyormuş. Ayrıca 2030 yılında araç sayısı iki kat artacağı için tramvay trafik sıkışıklığı yaratacakmış.
ŞAHSEN tanışıyor olmaktan gurur duyduğum bir bilim adamıyla, bir dostla birlikteydim geçtiğimiz günlerde. Almanya’nın Nobel’i olarak kabul edilen Leipniz Bilim Ödülü’nün sahibi Prof. Onur Güntürkün’ü, 5 yıl kadar önce ortak aile dostlarımız Ayşen ve Kemal Ertan’la bir araya geldiğimizde tanımıştım. Bu olağanüstü başarılı, ama bir o kadar da mütevazi bilim adamını İzmirliler, EXPO 2020 finallerinde tekerlekli sandalyesiyle sahneye çıkıp “İzmir’e oy verin” çağrısı yaptığı zaman yakından tanımıştı.
İzmir Atatürk Lisesi mezunu Prof. Güntürkün neden Almanya’nın Nobel Ödülü’nü aldığını, Şansölye Merkel’in rahatça bilimsel çalışma yapabilsin diye neden kendisini dünyanın en seçkin 40 bilim adamıyla birlikte sekiz ay özel bir bilim vadisinde ağırladığını, her an Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilebileceğini ve kazanmasının da sürpriz olmayacağını bu yazıda anlatmayacağım. Merak edenler internetten, özellikle de Can Dündar’ın keyifli yazısından bütün hikayeyi öğrenebilir.
Benim bugün anlatmak istediğim, Güntürkün’le sohbet ederken Almanya’nın neden Avrupa’nın lokomotifi, dünyanın en ileri birkaç ülkesinden biri olmasıyla ilgili yakaladığım önemli bir ipucu. Şu günlerde iç savaşın eşiğinde olduğu konuşulan Türkiye’nin gündeminden uzak gibi görünse de, Güntürkün’ün söyledikleri bence bu hallere düşmemizin en önemli nedeni. Özellikle de 7 Haziran’dan bu yana toplumun akıl tutulması halinde olan bitene seyirci kalmasının nedeni.
Alman üniversitelerinin farkı
Prof. Güntürkün Türkiye’deki üniversitelerin çoğunun bilimsel çalışma yapmayıp sadece eğitim verdiklerini söylüyor. Bilimsel çalışma demek yeni buluşlar, yeni teknolojiler için kafa yormak, araştırıp, geliştirmek demek. Almanya’da sadece iki özel üniversite olduğunu söyleyen Güntürkün “Devlet, özel ve devlet üniversitelerine her yıl çalışmalarının en az yarısını bilimsel araştırmalara ayırmalarını şart koşuyor. Eğer bir üniversitede öğretim üyelerinin bilimsel makalelerinin sayısı hedefin altında kalırsa, üniversite kapanma tehlikesiyle bile karşı karşıya kalabiliyor” diyor.
Düşünün bir kere; üniversitelerdeki yüzlerce bilim adamı her yıl uzmanlık konularıyla ilgili teoriler geliştirip, düşünceler üretip, bunu bilimsel makale olarak yayımlıyor. Bu makaleler tıp üzerine de olabilir, mühendislik, psikoloji ya da tarih üzerine de. Bu makalelerden çıkacak tek bir cümle bile, belki de insanlığa çığır atlatacak bir buluşun ilk tohumu olabiliyor. Elinizden düşürmediğiniz cep telefonları, aklınıza her geleni sorduğunu Google, Yandex gibi arama motorları, Mars’a kadar gidebilen uzay araçları nasıl ortaya çıktı sanıyorsunuz. Ve dikkat, bu buluşları ilk yapan ülkelerin rakiplerinin en az 20 yıl önüne geçmesi işten değil.
Meydanı boş buldular
Benim bildiğim bir gazeteye taşlı sopalı saldırı en son 1945 yılında olmuştu. Tek parti iktidarı döneminde sol görüşlü olarak bilinen Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in sahibi olduğu Tan gazetesine İslamcı ve Turancı olarak bilinen gruplar tekbir getirerek saldırmış, gazete matbaasını ve yönetim binasını yakıp yıkmışlardı. Daha sonra saldırının iktidar partisi tarafından düzenlendiği öne sürülmüştü. Gerekçe ise gazetenin sahiplerinin demokrasi platformu oluşturmak için CHP’den ayrılan Celal Bayar ve Adnan Menderes’le işbirliği yapmasıydı. O iddia doğru veya yanlış olabilir. Ama önemli olan o saldırının muhalif sese tahammül edemeyenler tarafından yaptırılmış olmasıydı.
Medya organları zaman zaman aynı görüşte olmayan insanlar tarafından protesto edilir. Eylemciler gelir gösteri yapıp seslerini duyurur gider. Bazen tetikçiler tarafından kurşunlandığı, bombalandığı da olur gazete ve televizyonların. Ama ben siyasi bir partinin gençlik kollarının öncülüğünde kitlelerin gazeteye taşlı sopalı saldırmasına ilk defa şahit oluyorum. Sağ sol kavgasının alabildiğine keskinleştiği 1980 darbesi öncesi yıllarda bile böyle bir olay yaşanmamıştı. Yukarıda yazdığım gibi 6-7 Eylül olayları dışında sadece 70 yıl önce bir gazeteye saldırı olayı yaşanmıştı.
Demokrasiden yeterince nasibini alamamış toplumlarda bilinçsiz insanlar bulup onları yönlendirmek çok kolay. Vurup kırmakla her şeyin hallolacağını sanan bu insanlar içlerinde bulundukları ruh haliyle büyük bir şevkle bu işi yaparlar. Sorun o insanları yönlendirenlerin yönetim pozisyonlarında bulunması. Eğer bir siyasi partinin gençlik kolları öncülüğünde taşlı sopalı saldırı yapılıyorsa o zaman durumumuz çok vahim demektir.
Yaşlı teyze çok kızgın
Bugün gazetelere saldıran zihniyetin yarın öbür gün kendi görüşünde olmayan sokaktaki insanlara da şiddet uygulaması muhtemel. Demokrasi anlayışı olmadığı için iktidarı normal yoldan bırakmamak için bile şiddete başvurulabilir.
Geçtiğimiz günlerde teknik bir arıza için tamirata gelen teknik elemanla sohbet ederken, annesinin her zaman AKP’ye oy verdiğini ama 2 ay içinde ülkenin kan gölüne dönmesinden sonra iktidarı yerden yere vurduğunu söyledi. Ben makul çoğunluğun o ihtiyar teyzenin ruh hali içinde olduğuna inanıyorum. AKP hiç beklemediği kadar kötü bir seçim sonucuyla karşı karşıya kalabilir.
Bir süre önce Tınaztepe Hastanesi’nin sahibi Dr. Mehmet Bektur ile sohbet ederken konu İzmir’in sağlık turizminde yapabileceği hamlelere geldiğinde “İzmir’den yurtdışına gidiş gelişler bu kadar zor olduğu sürece mümkün değil” demişti. Haklıydı çünkü bir yolcunun İstanbul’dan örneğin Almanya’ya gidişi ya da gelişi ortalama 2 ile 2.5 saat sürerken İzmir’den aktarmalı ortalama 5 ile 6 saati geçebiliyor. Yolcular önce İstanbul’a gidiyor, oradan dakikalarca iç terminalden dış terminale yürüyor. Eğer geç kalmamışsa bazen birkaç saat yurtdışı uçağın kalkış saatini bekliyor vs. Halbuki İzmir’den her yere ve sıklıkla doğrudan uçuş olsa binecek , inecek o kadar.
Hafta sonu Hürriyet Ege’nin manşetinde dünyanın en yeni teknolojileriyle kurulan Biyotıp ve Genom Enstitüsü haberini okudum. Türkiye’nin kurtuluşunun bilim ve teknolojide atacağı adımlarda olduğunu düşündüğüm için gelişmelere özel bir ilgi duydum. Ancak hemen aklıma İzmir’de yurtdışına doğrudan uçuşlarla ilgili yaşanan sıkıntılar geldi. Her ne kadar yeni kurulan enstitü araştırma ağırlıklı olsa da uygulama bölümleri de olacak . Ayrıca İzmir’de sağlık turizminin alt yapısına uygun pek çok kamu ve özel üniversite hastanesi art arda devreye girmeye başladı bile.
Gerek bilimsel ve teknik alt yapının hızla gelişmekte olması, gerekse hasta ve yakınlarının tatil de yapabilecekleri Çeşme, Kuşadası , Selçuk , Foça gibi pek çok turizm merkezine 1 saatten daha kısa sürede otoyollarla ulaşılabilir olması, İzmir’i sağlık turizminde gerçekten çok cazip bir kent haline getiriyor.
Bir umut var
Neyse ki bu konuda bir ışığı geçen THY Genel Müdürü Temel Kotil İzmir Ticaret Odası’nın toplantısında verdi. Başkan Demirtaş’ın “ Bütün dünyayı uçurdunuz sadece İzmir’i uçurmadınız” sözlerine Kotil “2016 yılından itibaren yurtdışına doğrudan uçuşların başlayacağı ve İzmir’in aktarma merkezi olacağı” açıklamasıyla cevap vermiş.