Birincisinde, Kabil Havalimanı’nda yürüttüğü görevini tamamlayarak yurda dönen Türk askeri birliğinin Esenboğa Havalimanı’nda karşılanmasına tanıklık ettik.
Gece yaklaşırken görüntü değişti. Askerlerimizin yeni ayrıldığı Kabil Havalimanı’nın kapılarından birinin önünde ve yakın çevresinde DEAŞ’ın patlattığı bombalar sonucu ölen insanların görüntüleri geçiyordu ekranlarımızdan.
Birbiri ardına bu sahnelere bakmak, muhtemeldir ki çoğumuza, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kabil’den zamanlı bir şekilde çıkarak, yayılmakta olan kaos ortamının dışında kalmasının ne kadar isabetli olduğunu düşündürmüştür.
ABD İLE HAVALİMANI MÜZAKERELERİ BOŞA GİTTİ
Uydudan çekilmiş görüntüleri neredeyse zihinlerimize yerleşmiş olan Kabil Havalimanı, çok yakın bir zamana kadar Türkiye ile ABD arasında yürütülen çetin pazarlıkların da konusuydu. Üzerinde çalışılan plan, Türkiye’nin havalimanının işletilmesinin sorumluluğunu üstlenmesi, TSK’nın da güvenliği sağlamak üzere burada kalmasıydı.
Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi halinde uygulamanın nasıl finanse edileceği, güvenlik düzenlemelerinin nasıl yapılacağı gibi bir dizi çetrefil başlık Türkiye ile ABD arasında müzakere ediliyordu.
Aslında bu görüşmelerin sonuçları, Kabil dışında Türkiye-ABD ilişkilerini de çok yakından ilgilendiriyordu. İki ülke el sıkıştığı takdirde, bu proje yokuş aşağı giden Türkiye-ABD ilişkilerine yeniden nefes aldıracak bir sihirli kurtarıcı gibi değerlendiriliyordu; en azından Ankara cephesinde...
Böylelikle Türkiye, stratejik kimliğini sınırları dışındaki coğrafyada üstleneceği askeri bir rol üzerinden tanımlayarak, ABD ve genelde Batı karşısındaki önemini, vazgeçilmezliğini bir kez daha tescil ettirmiş olacaktı.
Bu arada, Kabil Havalimanı’nda altı yıldır görev yapmakta olan Türk Silahlı Kuvvetleri birliğinin önceki gün Türkiye’ye dönmesi kararının açıklanıp tahliyenin başlaması da bu haberlerle aynı zamanlamaya denk düşmüştür.
ABD’nin Afganistan’dan apar topar çekilmesi ve ülkede iplerin Taliban’a geçmesiyle birlikte beliren temel kaygılardan biri, yıllardır bu ülkede faaliyet göstermekte olan uluslararası terör örgütlerinin eskiye kıyasla kendilerine çok daha rahat bir yaşam alanı bulmaları ihtimalidir.
Önümüzdeki kritik soru, ülkenin yeni patronu Taliban’ın söz konusu örgütlerin hareket alanını ne ölçüde sınırlamaya çalışacağı ya da sınırlayabileceğidir. Bu sorunun yanıtı, Afganistan’da bulunan en önemli terör aktörleri El Kaide ve DEAŞ (IŞİD) açısından farklı istikamette şekillenebilir.
Dünkü yazımızda belirttiğimiz üzere, yanıtları Birleşmiş Milletler’in Afganistan’da sahadaki gelişmeleri konu alan son dönemdeki bazı raporları üzerinden bulmaya çalışalım.
EL KAİDE’NİN LİDER KADROLARI AFGANİSTAN’DA
İlk ele alacağımız rapor, BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) Afganistan’la ilgili muhtelif kararları çerçevesinde ülkede sahadaki durumu düzenli bir şekilde izleyip Konsey’e rapor eden BM uzmanlarının oluşturduğu “Analitik Destek ve Yaptırımları İzleme Ekibi”nin hazırladığı 1 Haziran 2021 tarihli rapor. Bu rapor “Afganistan’da Barış, İstikrar ve Güvenliğe Tehdit Oluşturan Taliban ile Diğer Bağlantılı Kişiler ve Oluşumlar” başlığını taşıyor. (S/2021/486 undocs.org) (*)
Yaz başında bir BMGK belgesi olarak sisteme girmiş olan bu rapor, ABD ile Taliban arasında yapılan Şubat 2020 barış anlaşmasının 2021 yılı içinde “nasıl bir duruma yol açacağını öngörmenin güç olduğunu” kaydederek başlıyor. Muhtemeldir ki, BM uzmanları da raporu kaleme alırken Taliban’ın 15 Ağustos tarihinde Kabil’i ele geçirebileceğini tahmin edemiyorlardı.
Rapordaki en kritik tespitlerden biri, küresel ölçekte en tehlikeli terör örgütlerinden biri olan El Kaide’nin lider kadrolarının önemli bir kesiminin Afganistan ile Pakistan arasındaki sınır bölgesinde yerleşik olduklarının belirtilmesidir.
Sorunun yanıtı, terörün küresel ölçekteki seyri bakımından bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor.
Tabii, ABD yönetimini özellikle ilgilendiriyor. Çünkü önceki Trump yönetiminin 29 Şubat 2020 tarihinde Taliban’la yaptığı anlaşmanın temel mantığı A) “ABD’nin ülkeden askerlerini çekmesi” karşılığında, B) “Taliban’ın Afganistan topraklarının ABD ve müttefiklerinin güvenliği aleyhine kullanılmayacağı” taahhüdünü içeriyor olmasıydı.
Biden yönetimi ciddi bir itibar kaybına uğrama pahasına, selefi Donald Trump’ın yaptığı bu anlaşmayı uygulamayı göze aldı. Peki başkent Kabil’de ipleri eline almış olan Taliban, bu mutabakatta ABD’ye verdiği sözü tutup El Kaide gibi içli dışlı olduğu grupları himaye etme siyasetini terk edecek mi?
NORMALLEŞME İÇİN ÖN KOŞULLARDAN BİRİ
Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, ABD’nin Taliban’la yaptığı anlaşmanın isabet derecesinin değerlendirilmesinde esas alınacak -başka göstergelerin yanı sıra- en kritik ölçütlerden biri olacaktır.
Eski düzenin Afganistan’da aynen devam etmesi, anlaşmanın zayıflığını göstereceği için ABD’yi bugün olduğundan daha da büyük bir prestij kaybına sokacaktır. Dahası, bu senaryonun geçerlik kazanması sonuçları bakımından dünyayı daha az emniyetli bir yer haline getirebilir.
Ancak uluslararası camianın önemli bir kesimi, Afganistan ile muhtemel bir normalleşme sürecinin yürüyebilmesi için diğer güvencelerin yanı sıra Taliban yönetiminden öncelikle terör alanındaki sicilini düzeltmesini isteyecektir.
Ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmesiyle birlikte ciddi derecede yabancı kaynağa ihtiyaç duyacak olan ve daha şimdiden geniş kapsamlı bir yaptırım sorunuyla karşı karşıya bulunan Taliban, bu anlamda üzerinde büyük bir baskı hissedecektir.
Biden’ın kararı, selefi Donald Trump’ın daha önce Taliban’la vardığı anlaşmanın başkanlık seçimleri nedeniyle biraz gecikmeli şekilde hayata geçirilmesini öngörüyordu. Bu açıklamanın uygulanması daha sonra NATO içinde de görüşülmüş ve kaçınılmaz olarak ittifakın da Afganistan’dan çıkması kararını beraberinde getirmişti.
Bugün açık kaynaklardan öğrendiklerimiz, aslında Biden’ın nisan ayındaki çekilme açıklamasından sonra özellikle mayıs ayında Afganistan’da sahada önemli bir hareketliliğin ortaya çıktığını, Taliban’ın Kandahar dahil olmak üzere 7 bölgede saldırıya geçtiğini gösteriyor.
Buna karşılık Biden yönetimi, -en azından başlangıç döneminde- sahadan gelen işaretlere, yapılan uyarılara rağmen, her şeyin 2020 yılı şubat ayında Taliban’la varılan anlaşma çerçevesinde planlandığı gibi yürüyeceği hususunda kısmen iyimser bir değerlendirmeyle hareket etmiştir.
Geçen ilkbaharda ABD Başkanı’na iletilen istihbarat analizlerinde, Taliban’ın Afganistan’ın bütününde kontrolü en erken eline alabileceği süre -bir buçuk yıl- olarak öngörülmekteydi. Yaz başına gelindiğinde bu süre dokuz aya düşürüldü. İçinde bulunduğumuz ağustos ayının başında ise üç aya ve hemen ardından bir aya kadar çekildi. Bu arada istihbarat analizlerinde yeni bir revizyon yapılmasına zaman kalmadan Taliban zaten 15 Ağustos’ta Kabil’e girmişti bile...
NATO’DAN AFGANİSTAN'DAKİ KADIN VE ÇOCUKLARA MESAJ
Şimdi Kabil’in düştüğü 15 Ağustos tarihinin iki ay öncesine, Brüksel’de NATO zirvesinin toplandığı 14 Haziran’a dönelim. Taliban’ın mayıs ayında sahada askeri harekâtı başlatmasından sonra NATO zirvesinde bir araya gelen 30 müttefik ülkenin liderlerinin o gün onay verdikleri bildiriyi bugün yeniden okuduğumuzda, metinde Amerikan tarafının yaptığı değerlendirmelere dayanan büyük bir özgüven duygusunun hâkim olduğunu fark ediyoruz.
Örneğin, bildirinin 18’inci paragrafında şöyle deniliyor: “Yaklaşık yirmi yıl sonra NATO’nun Afganistan’daki askeri operasyonlarının sonuna gelinmektedir. Teröristlerin bize saldırı tasarlayabilecekleri emniyetli bir barınak bulabilmelerine izin vermedik. Afganistan’a kendi güvenlik kurumlarını inşa etmesinde yardımcı olduk. Afgan Ulusal Savunma ve Güvenlik Güçleri’ni eğittik, danışmanlık yaptık, destek verdik. Şimdi ülkelerinin güvenliğinin bütün sorumluluğunu üstleniyorlar.”
Bildirinin bir sonraki paragrafında “
Örneğin bir savaşta çatışan iki tarafın geçmişini incelediğinizde, kanlı bıçaklı olan aktörlerden birisinin aslında diğerinin yarattığı ya da ortaya çıkmasına yardım ettiği eski bir müttefiki olduğunu fark edebilirsiniz. Bazen de taraflardan birinin attığı bir adım, tetiklediği zincirleme sonuçlarıyla beklemediği bir anda gelip bizzat kendisini vurabilir.
Bugün ABD’nin Taliban karşısında Afganistan’dan bir bozgun ortamı içinde çekilmesini izlerken, aynı ABD’nin geçmişte bu ülkede Taliban zihniyetindeki cihatçı grupları Sovyetler Birliği’ne karşı CIA destekli programlarla silahlandırdığını hatırlamak tarihin ilginç paradokslarından birini gösterecektir.
Keza Afganistan ekseninde gelişen olayların itmesiyle ABD’nin daha sonra Irak’ta yaptığı vahim hataların sonuçları da çok düşündürücüdür. ABD’nin Irak’taki hatalarının köktendinci terör örgütlerinin Ortadoğu’da çok daha geniş bir coğrafyada güçlenmelerine yol açmasında yine benzer bir tarihsel örüntü şekilleniyor.
ABD MÜCAHİDİN’İ SAHAYA SÜRÜYOR
Afganistan’ın en büyük talihsizliği Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki acımasız mücadelede iki süper gücün kozlarını paylaştıkları jeopolitik arenalardan biri olmasıydı.
En özet anlatımla, Kabil’de dönemin Marksist yönetimi içinde çıkan çatışmalar üzerine Sovyetler Birliği’nin 1979 yılında ordusuyla Afganistan’a girmesi ve bu ülkede kendisine yakın yeni bir hükümet kurması, o tarihte Ortadoğu’dan Güney Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada şiddetli bir stratejik depreme yol açtı.
ABD’nin komünizme karşı İslamcı grupların güçlendirilmesini amaçlayan ünlü “Yeşil Kuşak” teorisinin ortaya çıkışı büyük ölçüde bu konjonktürün bir türevidir. ABD’nin bu çerçevede Sovyetler Birliği’ne Afganistan’da verdiği yanıt, bu ülkede “Mücahidin” olarak adlandırılan cihatçı grupları desteklemek oldu. Bu hamle, CIA’nin sonradan filmlere de konu olan ünlü “Siklon Operasyonu” üzerinden yürütüldü. ABD, bu amaçla sonraki yıllar içinde muazzam bir kaynak tahsis etti. Yalnızca 1987 yılında Afganistan’daki bu gruplara aktarılan destek 630 milyon dolara çıkmıştı ve CIA’nın tarihinde yabancı bir ülkede gerçekleştirilen en yüksek bütçeli operasyonu gösteriyordu.
CIA STINGER
Önce bu gelişmenin Türkiye-ABD ilişkilerine dönük muhtemel etkileri ve bu çerçevede Kabil Havalimanı’nın durumu ile başlayalım. Hatırlanacağı gibi, havalimanının işletilmesi dosyası son dönemde yokuş aşağı gitmekte olan Türkiye-ABD ilişkilerinin onarılması açısından önemli bir imkân olarak görülüyordu Ankara cephesinde. Bir bakıma, Türkiye’nin önemini ABD nezdinde yeniden tescil edecek stratejik bir anahtar gibi değerlendiriliyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden’ın geçen 14 Haziran’da NATO’da yaptıkları görüşmede Kabil Havalimanı’nın güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’nin öncü bir rol oynaması konusunda ilke olarak anlaştıkları açıklanmıştı. Varılan mutabakat, beraberinde Türk ve ABD askeri makamları arasında bu görevin, finansal yönü ve güvenlik gibi unsurlarını içeren yoğun bir müzakere sürecini başlatmıştı.
Buna karşılık geçen pazar günü Kabil’de ortaya çıkan yeni durum, müzakerelerin yapıldığı çerçeveyi ciddi bir şekilde değiştirdi. Şöyle ki, Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi düşüncesi, ABD Afganistan’dan çekilirken her şeyin planlandığı gibi gittiği, Afgan hükümetinin önce iş başında kalıp ardından bir geçiş dönemi yönetiminin şekilleneceği kısmen iyimser bir senaryo üzerine inşa edilmişti. Kabil’deki büyükelçiliklerin açık kalacağı ve havalimanının da Kabil’in dünyayla bağlantısını koruyacağı varsayımı geçerliydi.
Oysa son iki-üç hafta içinde Taliban’ın muazzam bir süratle sahada hâkimiyet kurması ve Afgan ordusunun çökmesiyle Kabil’in geçen pazar günü hiç hesapta olmayan şekilde düşmesi yepyeni bir durum yarattı. Kaos ortamında çok sayıda büyükelçilik güvenlik gerekçesiyle zaten kapatıldı.
Ortaya çıkan yeni koşulların ABD ile yürütülen müzakereleri belli ölçülerde etkilemesi kaçınılmazdır. Kabul edelim ki, artık Kabil’de kararları vermek konumunda olan otorite bizzat Taliban’ın kendisidir.
AKAR: AFGANİSTAN’IN TÜMÜNÜ KUCAKLIYORUZ
Burada önemli olan husus, sahadaki ani değişikliğe karşılık Ankara’nın Kabil Havalimanı’nın güvenliğini üstlenme konusundaki kararında herhangi bir değişikliğin olmamasıdır. Kabil’de ipler olduğu gibi Taliban’ın eline geçmiş olsa da, Ankara bu rolü oynama niyetinden vazgeçmiş değildir.
Ankara’nın yeni döneme bakışını Milli Savunma Bakanı
Gerçekten de yaz başında bu çevrelerde Taliban’ın Kabil’e girerek Afganistan’ın bütününde yönetime el koymasının -dokuz ayı bulabileceği- değerlendirmesi yapılmaktaydı. Buna karşılık son haftalarda örgütün sahadaki kazanımlarıyla birlikte bu süre -üç aya- indirilmişti. ABD basınına göre, geçen hafta Kabil’in -bir ay içinde- çökebileceği yolunda tahminlere de rastlanıyordu yönetim çevrelerinde.
Çöküş senaryosuna ilişkin hesaplar son olarak bir ay tahmini, yani eylül ayına dönük yapılırken, çarşamba günkü yazımızın çıkmasından sonraki dördüncü günde, yani önceki gün Taliban Kabil’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yerleşmişti bile.
BIDEN’IN MUAZZAM BASİRETSİZLİĞİ
ABD’nin, Taliban’ın sahada bu kadar süratle ilerleyebileceğini öngöremeyerek Kabil’i bir bozgun havası içinde terk etmek durumunda kalması, neresinden bakılırsa bakılsın Biden yönetiminin işbaşı yaptığı geçen ocak ayından bu yana en büyük fiyaskosudur.
“Kabil’in düşüşü”, yalnızca Biden yönetiminin değil, muhtemelen ABD tarihinin en büyük dış politika felaketlerinden biri olarak kayda geçecektir.
Evet, Taliban’la 2020 Şubat ayında çekilme anlaşmasını yapan bir önceki Cumhuriyetçi Başkan Donald Trump’ın kendisiydi. Demokrat Biden, bu anlaşmayı önünde buldu. Ancak ABD kamuoyundan gelen baskıların da etkisiyle anlaşmayı sahiplense bile, en azından Afganistan’dan çıkış stratejisini bir kaos yaratmadan, Kabil havaalanındaki o üzücü sahnelere yol açmadan düzgün bir şekilde kurgulayabilmesi gerekirdi.
Daha önemlisi, Biden’ın meseleyi aceleye getirmeyerek ABD’nin askerlerini çekmesini Afganistan’ın geleceğiyle ilgili bazı asgari güvencelere bağlaması da beklenirdi. Bu noktada muazzam bir basiretsizlikle hareket edildiği hususunda şüphe yoktur. Yaptığı açıklamalarla her halükârda çekileceğini önceden belli ederek, Taliban karşısındaki bütün pazarlık gücünü yok etmiş, sahayı köktendinci örgüte bırakmıştır.
Üstelik senatörlüğü döneminde uzun yıllar dış politika konuları üzerinde uzmanlaştığı, keza sekiz yıl süren başkan yardımcılığı sırasında yine bu alanda aktif bir rol oynadığı hesaba katıldığında, uluslararası ilişkiler
Gazeteci gözüyle uzaktan baktığınız birçok gelişme hakkında sahada o olayların içinde yer almış, rol oynamış yetkili bir diplomatın tanıklığı üzerinden paralel bir okuma yapmak, hem bilgilerinizi tazelemek, hem de boşlukları doldurarak olayları daha iyi anlamak bakımından yararlı bir egzersiz oluyor.
Geçen nisan ayında kendi isteğiyle emekliye ayrılan Önhon’un diplomatlık kariyerinin kayda değer bir bölümünü Suriye üzerinde geçirmiş olması, bu okumayı çok geniş bir zaman perspektifi üzerinden yapabilmemizi mümkün kılıyor. Zaten onun kariyeri Türkiye-Suriye ilişkilerinin son otuz yıllık seyrinin kronolojisiyle önemli ölçüde atbaşı gidiyor.
ÖCALAN SONRASI YAKINLAŞMA DÖNEMİ
Önhon