Sedat Ergin

COVID-19 SALGININDA NEREDEYİZ? (3) - Tehlike çanlarını duyuyor musunuz?

18 Kasım 2021
Bu köşede son iki gündür COVID-19 salgınının ülkemizdeki seyriyle ilgili iki ana yönelişin altını çizmeye çalıştık. Bunlardan birincisi, COVID-19 vakalarının ve bundan kaynaklanan insan kayıplarının yüksek bir sayı eşiğinde seyreden bir platoda yerleşip kalıcı hale gelmiş olmasıdır. Bunu salgının “kronikleşmesi” şeklinde adlandırabiliriz.

Dünkü yazımızda ise ikinci yöneliş olarak aşı rakamlarının alarm ölçülerinde bir yavaşlama seyrine girdiğini göstermeye çalıştık.

Bu iki faktör yan yana gelirse, mantıken bu denklemden nasıl bir sonuç çıkar?

Tabii koronavirüsün birçok Avrupa ülkesinde yeniden tırmanma eğilimine girdiğini, ayrıca Türkiye’de salgınla mücadele alanında ciddi bir gevşemenin belirdiğini de denkleme dahil ettiğinizde, sert bir türbülansa doğru süratle yol almakta olduğumuzu öngörmek güç değildir.

YOĞUN BAKIMLAR YA YÜZDE 100 YA DA YÜZDE 80 DOLU

Bugünkü yazımızda bu kaygı verici gidişatın ciddiyetini başka verilerle de desteklemeye çalışalım. Karşımızda belirmekte olan potansiyel sorunlardan biri, yeni vakaların özellikle geçen temmuz sonundan bu yana yüksek bir eşikte kilitlenmesinin sağlık sisteminin altyapısı üzerinde oluşturabileceği yüktür.

Türk Yoğun Bakım Derneği Başkanı Prof. Oktay Demirkıran’ın dün kendisine yönelttiğimiz sorulara verdiği yanıtlar, hastanelerin yoğun bakım servislerinde şimdiden bir “doluluk” sorununun yaşandığını ortaya koyuyor.

Prof. Demirkıran, “Bize gelen bilgiler, yoğun bakımlarda Türkiye çapında bir doluluğun yaşanmakta olduğunu gösteriyor. Bazı şehirlerde yoğun bakım ünitelerinin yüzde 100 oranında dolu olduğunu, bu nedenle yeni servislerin açıldığını, bazı şehirlerimizde ise doluluğun yüzde 75-80’lerde seyrettiğini görüyoruz” diye konuşuyor.

Yoğun bakım servislerindeki vakalarla aşılama arasındaki ilişkiye de dikkat çekmeliyiz. Prof.

Yazının Devamını Oku

COVID-19 salgınında neredeyiz (2) - Dikkat, aşı kampanyası irtifa kaybediyor

17 Kasım 2021
Sağlık Bakanlığı’nın paylaştığı aşı bilgilerini düzenli bir şekilde her sabah saat 09.00’da bir excel dosyasına işlediğimiz bir veri tabanımız var. Bunu “aşı sayacı” olarak adlandırıyoruz.

Bu sayaç, geçen ocak ayından bu yana bütün doz aralıklarında günlük, haftalık ve aylık olarak aşı kampanyasının nasıl bir seyir izlediğini yakından okuyabilmemi mümkün kılıyor.

Sayaçta bu sabah saat 09.00 itibarıyla bütün dozları içerecek şekilde toplam aşı sayısı 118 milyon 578 bin 52 olarak görünüyordu. Önceki gün yine saat 09.00’daki toplam aşı sayısı 118 milyon 378 bin 772’ydi. Yani 24 saat içinde 199 bin 280 doz aşı yapılmıştı.

Peki bu toplam dozlara göre nasıl bir dağılım gösteriyor? Yuvarlayarak ifade edersek, bu toplamın 44 bin dozu birinci, 84 bin dozu ikinci ve 70 bini dozu ise üçüncü ve dördüncü dozlar. Bir başka anlatımla, ağırlığı ikinci ve sonrasındaki dozlar oluşturuyor.

Daha önceki dönemlere bakıldığında, aşılamada kuvvetli bir temponun yakalandığı geçen temmuz ayında bir ara 24 saat içinde 1.5 milyona yaklaşan sayılara ulaşıldığı hatırlanabilir. Örnek vermek gerekirse, 30 Temmuz’dan 31 Temmuz’a geçen 24 saat zarfında 1 milyon 422 bin 127 aşı yapılmıştır.

Önceki gün itibarıyla kayda geçen bir günde 199 bin aşıyı, temmuz ayı sonunda bir günde uygulanan 1 milyon 422 bin aşıyla kıyaslarsak, temponun ne kadar düşmüş olduğunu kolaylıkla görebiliriz.

BİR AYDA YARI YARIYA GERİLEDİ

Bundan bir ay önce 13 Ekim tarihinde yayımlanan “Aşı Kampanyasının Hız Kesmesi Kaygı Verici” başlıklı yazım bu olumsuz yönelişe dikkat çekiyordu. Bu yazıda, COVID-19 vakalarının yüksek bir eşikte seyretmesi kanıksanmaya başlarken, buna paralel bir şekilde aşı kampanyasının hızının da ciddi ölçülerde gerilemekte olduğunu somut rakamlar üzerinden ortaya koymaya çalışmıştık.

Özellikle üçüncü dozun devreye girdiği temmuz ayında bir hafta içinde 7 milyon dozun üzerine çıkıldığı durumlar yaşanmıştı. Buna karşılık, özellikle sonbahara girilmesiyle birlikte ciddi bir yavaşlama belirmişti. Örneğin, 4 Ekim’de başlayan hafta içinde toplam 2 milyon 52 bin dolayındaydı yapılan toplam aşı miktarı.

Yazının Devamını Oku

Covid-19 salgınında neredeyiz? (1)- Bir yaşam biçimi olarak COVID-19 salgını

16 Kasım 2021
Covid-19 salgınının ülkemizdeki seyrini, açıklanan verileri dört beş haftada bir topluca gözden geçirerek ana yönelişler üzerinden değerlendirmeye çalışıyorum.

Bu konudaki son değerlendirmeyi 12 Ekim tarihinde yayımlamıştım. Bir ay sonraki verilere dün yakından baktığımda, büyük ölçüde sabit bir şekilde seyretmekte olan bir tabloyla karşılaştım. Önceki tespitleri değiştirmemi gerektiren bir durum ortaya çıkmış görünmüyordu.

Değindiğim 12 Ekim tarihli yazımın başlığı “Türkiye COVID-19’la Yaşamayı Kanıksıyor mu?” sorusunu taşıyordu. Galiba bir ay sonra bu soruya ne yazık ki “Evet” yanıtını vermemiz gerekiyor.

Aslında bu gözlemimiz okurlar açısından çarpıcı bir haber niteliği taşımıyor olabilir. Çünkü her akşam Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı verileri göz ucuyla izleyen vatandaşlar, vakaların ve ölüm sayılarının uzun bir zamandır önemli ölçüde aynı çizgide gitmekte olduğunu zaten gözlüyorlar.

Açıklanan resmi rakamlara göre, bir süredir genellikle 200 dolayında vatandaşımız ölüyor her gün salgın nedeniyle. Yani, bir büyük doğa felaketi ya da kaza meydana geldiğinde karşılaşabileceğimiz ve bunun sonucu ülke gündemini günlerce meşgul edecek bir vefat toplamı, düzenli bir şekilde tekrarlanıyor günlük bazda. 

Onların ölümü haberlerde yalnızca bir rakam olarak telaffuz ediliyor. Haberler okunurken ekranın altından geçen bantta da karşımıza çıkıyor bu bilgiler.

Ve ülkemizde herhangi bir sarsıntı yaşanmıyor. Haber bültenlerinde Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 paylaşımının ardından rutin bir şekilde bir sonraki habere geçiliyor.

Sonuçta, ciddi bir kanıksama hali söz konusu. COVID-19 ile yaşamanın olağan bir durum olarak kabullenildiği bir evreye geçtik.

Yazının Devamını Oku

AİHM’nin Alevi kararları ay sonunda Avrupa Konseyi’nin gündeminde

13 Kasım 2021
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Ekim tarihindeki kabine toplantısından sonra yaptığı açıklamalar sırasında önemli bir sürprizi, konuyu birden Alevi dosyasına getirerek, bu alanda atılacak adımlardan söz etmesiydi. Erdoğan, bu çerçevede “58 ilde 1.585 cemevi ziyaret edilerek hazırlanan kapsamlı bir çalışmanın görüşüldüğünü” açıkladı.

Cumhurbaşkanı, çalışmanın içeriğiyle ilgili detaylara girmedi. Ancak açıklaması basında birçok haber ve spekülasyonu beraberinde getirdi. Cemevlerine “kültür merkezi” statüsü verilmesi, Alevi dedelerine maaş bağlanması, cemevlerinin elektrik ve su giderlerinin devlet tarafından karşılanması gibi başlıklar sıralandı muhtemel adımlar olarak.

Bu dosyanın geçmişteki seyrini izleyenler açısından AK Parti’nin 19 yıllık iktidarı döneminde bundan önce de benzer çalışmalar yapıldığı, gelgelelim bu hazırlıkların bir yere varmadığı hatırlardadır. Hatta 2010 yılında düzenlenen kapsamlı bir çalıştay süreci sonunda bir dizi somut adım önerilmişse de bunların hemen hemen hiçbiri hayata geçirilmemiştir.

2010 yılındaki bir AİHM kararının (Sinan Işık/Türkiye Davası) gereği olarak yeni kimliklerde din hanesinin yalnızca çipte tercihli hale getirilmesi ve bir başka karar sonucu zorunlu din dersleri müfredatına Alevilikle ilgili -AİHM’nin yetersiz bulduğu- bazı eklemelerin yapılması geçen dönemin başlıca adımları olmuştur bu alanda.

STRASBOURG’UN GÜNDEMİNDE ALEVİ DOSYASI VAR

Bu kez farklı olabilir mi? Bunu yaşanan tecrübenin ışığında bekleyip görmek gerekiyor. Ancak Erdoğan’ın değindiği çalışmanın birden gündeme gelmesinin gerisinde muhtemelen Avrupa Konseyi faktörünün de bulunduğunu bir tahmin olarak öne sürebiliriz.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 30 Kasım’da başlayacak olan AİHM kararlarının uygulanmasıyla ilgili “gözden geçirme” toplantısının gündemine baktığımda, mahkemenin Alevilerin sorunları hakkında karara bağladığı, ancak Türkiye’nin uygulamadığı dosyaların da bulunması dikkatimi çekti.

AİHM kararlarının uygulamasını Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadı olan Bakanlar Komitesi denetliyor. Komite, bu amaçla belli aralıklarla bazen bakanlar, daha çok da daimi delegeler düzeyinde toplanıyor.

30 Kasım-2 Aralık tarihleri arasındaki toplantının açıklanmış muhtemel gündemi içinde Türkiye ile ilgili bir dizi konu var. Bunlar arasında AİHM’nin

Yazının Devamını Oku

Adalet Bakanı Gül, ‘lekelenmeme hakkı’ ve sisteme güven meselesi

12 Kasım 2021
Dünkü yazımız geçen pazartesi günü Adalet Bakanlığı tarafından düzenlenen “Masumiyet Karinesi ve Lekelenmeme Hakkı” başlıklı sempozyumda Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın konuşmasını konu alıyordu. Bugün aynı sempozyumun açılışında Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün yaptığı konuşmaya yakından bakalım.

Bugün burada masumiyet ve lekelenmeme derken insan onuruna saygıyı konuşuyor olacağız” diye sözlerine başlıyor Adalet Bakanı.

Gül, konuşmasının girişinde çok kısa bir şekilde güncel bir tartışmaya gönderme niteliği taşıyan bir ifadeyi de kayda geçiriyor. Konuşmasının dikkat çekici bu bölümü şu sözlerinde karşımıza çıkıyor:

Bizim rehberimiz hukuktur, bizim rotamız hukuktur, bizim kılavuzumuz hukuktur. ‘Biz yapalım, hukuk arkadan gelsin’ değil, ‘hukuk önden yürüsün, biz ona göre kendimizi ayarlayalım’ anlayışıdır hukuk devleti.”

Bu beyan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 26 Ekim tarihinde kadın muhtarlara hitaben yaptığı bir konuşmada, metruk binaların yıkımında karşılaşılan sorunlardan söz ederken sarf ettiği “Mahkeme kararı var yıkamıyoruz... Ya arkadaş, sen gece yık. Mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin” şeklindeki tartışma yaratan sözlerinden sonra geliyor. Bu yönüyle, Soylu’nun ifade ettiği çizgiden farklı bir hukuk anlayışını ortaya koyuyor Adalet Bakanı Gül.

462 BİN KİŞİ HAKKINDA SORUŞTURMAYA GEREK YOK KARARI ALINDI

Gül’ün konuşmasının ağırlığını “lekelenmeme hakkı” bağlamında Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) 2017 yılında yapılan, savcıların gelen ihbarların değerlendirilmesinde takdir hakkını genişleten değişiklik oluşturuyor. Gül, “Bu önemli değişiklik hiç kimsenin asılsız, soyut, mesnetsiz isnatlarla suçlamalara maruz kalmaması için getirildi” diyerek, bunun sonucunda 462 bin kişi hakkında soruşturmaya yer olmadığına dair karar verildiğini anlatıyor.

Değindiği bu konu, kendisinin bakan olmasından kısa bir süre sonra yapılan yasal bir düzenlemeyle CMK 158’inci maddesine “İhbar ve şikâyet konusu fiilin suç oluşturmadığının herhangi bir araştırma yapılmasını gerektirmeksizin açıkça anlaşılması veya ihbar ve şikâyetin soyut ve genel nitelikte olması durumunda soruşturma yapılmasına yer olmadığına karar verilir. Bu durumda şikâyet edilen kişiye şüpheli sıfatı verilemez” hükmünün eklenmesiyle ilgili.

ESKİDEN HERKES ‘ŞÜPHELİ’ DURUMA DÜŞÜYORDU

Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi Başkanı’ndan ‘Masumiyet Karinesi’ Uyarısı

11 Kasım 2021
Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın muhtelif vesilelerle yaptığı konuşmaların önemli bir yönü, hazırladığı metinleri ünlü düşünürler, yazarlar ve hukuk otoritelerinden yaptığı alıntılarla desteklemesidir. Geçen pazartesi günü Adalet Bakanlığı tarafından düzenlenen “Masumiyet Karinesi ve Lekelenmeme Hakkı” başlıklı sempozyumdaki konuşması da ünlü Fransız düşünür Michel Foucault’dan alıntılarla başlıyor.

Prof. Arslan, bu çerçevede Foucault’ya atıfla Avrupa’da bir zamanlar kişinin suçsuz olduğunun kendisi ya da yakınları tarafından ispatlanmasını zorunlu kılan bir yargılama modelinin benimsendiğini belirtiyor. Bunu yaparken Fransız düşünürün verdiği bazı örnekleri de hatırlatıyor.

SUÇSUZLUĞUN KANITLANMASI İÇİN SU İŞKENCESİ

 Buna göre, tarihte suçsuzluğun kanıtlanması amacıyla başvurulan bedensel sınamalar da söz konusuydu. Bunlardan biri “su işkencesi” denen bir yöntemdi. Bu yöntemde suçlanan kişinin sağ eli sol ayağına bağlanıyor ve kişi suya atılıyordu.

Prof. Arslan, “Boğulmazsa suçlu, boğulursa suçsuz olduğu anlaşılıyordu. Boğulmadığında suçluydu, zira su bile onu kabul etmiyordu. Suçsuz olduğunu ispatlaması için suyun onu kabul etmesi yani boğulması gerekiyordu.”

AYM Başkanı’nın aktardığı örneğe bakılırsa, suçlanan kişi her iki şıkta da kaybediyordu.

Prof. Arslan, bu korkutucu örneği verdikten sonra “Suçluluk karinesinden suçsuzluk karinesine geçiş uzun ve sancılı bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle masumiyet karinesinin ve bunun yanında elbette tüm temel hak ve özgürlüklerin değerini bilmek durumundayız” diye ekliyor.

KAMU GÜCÜ KULLANANLAR KİŞİLERİ SUÇLAMAKTAN KAÇINMALI

Yazının Devamını Oku

10 Kasım’da Atatürk’ün çizdiği geleceğin değerini anlamak

10 Kasım 2021
Atatürk Kültür Merkezi yıkılıp yeniden büyük ölçüde eski görünümüyle inşa edildikten sonra adının aynen korunması, toplumun geniş bir kesiminde memnuniyete yol açtı.

Aslında bundan daha doğal ne olabilir ki? Aksi mi düşünülecekti?

Azımsanmayacak bir kesimde, önemli bir sanat-kültür mekânında Atatürk’ün isminin devamının dahi bir rahatlamayla karşılanmasının, pekâlâ farklı bir tercihe gidilebileceği konusunda belirmiş düşüncelerden, daha doğrusu kaygılardan kaynaklandığı anlaşılıyor.

Tabii Atatürk’ün adının kaybettirilmek, silinmek istendiği yolundaki kaygılar durup dururken ortaya çıkmıyor. Buna kaynaklık eden birçok neden gösterilebilir. Atatürk’e açıkça saygısızlık anlamına gelen, hakaret içeren kimi hareketlerin, tavırların çok yakın zamanlarda da sergilenebilmiş olması bu alandaki hassasiyetleri besliyor.

Örneğin, Ayasofya’da vaaz veren bir hocanın ismini geçirmeden Atatürk’e ağır ifadelerle saldırması, yakın zaman kesitinden aktarılacak örneklerden yalnızca biridir.

10 Kasım’ın yıldönümünde bu gibi şahısların isimlerini burada geçirmek, Atatürk’ün adını onlarla birlikte anmak bu değer bilmezliğe prim vermek olacaktır.

ATATÜRK KARŞISINDA SAMİMİYET GEREĞİ

Atatürk’ü sahiplenen çoğunluk, ona yapılan bu gibi saygısızlıklar karşısında gereken tepkiyi her zaman kuvvetli bir şekilde gösterecektir.

Bununla birlikte,

Yazının Devamını Oku

Çavuşoğlu, denge politikası ve bakanlığa adalet getirme meselesi

9 Kasım 2021
Geçen hafta perşembe günü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Dışişleri Bakanlığı bütçesi üzerindeki görüşmeler sırasında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı bazı açıklamaların hem Türk dış politikasının seyri hem de bakanlığın personel politikalarıyla ilgili tartışmaları bakımından altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu açıklamaları, kendisinin toplantı sırasında muhalefet tarafından getirilen eleştiriler ve yöneltilen sorulara yanıt vermek üzere söz aldığı oturumun son bölümünden aktarıyorum.

Dışişleri Bakanı’nın bu beyanlarından biri, Türkiye’nin bugün izlemekte olduğu dış politikada ABD ve Rusya karşısında sıkıştığı yolundaki eleştirileri konu alıyor. Çavuşoğlu, “Biz Rusya ile Amerika arasındaki dengeyi kendimize güvenerek yapıyoruz. Bu bir yalpalama değildir, o ikisinin arasında bir sıkışma değildir. İşimize nasıl geliyorsa öyle yaparız ve karşılıklı çıkarlar temelinde yaparız” diye konuşuyor.

Bakanın bu sözlerinin önemi, en azından Türkiye’nin ABD ile Rusya arasında bir dengeyi gözetme çabası içinde olduğunu ifade etmiş olmasıdır. Bakan, bu “dengenin yapıldığı” görüşündedir.

‘ABD İKİYÜZLÜ’

Çavuşoğlu, gözettiklerini söylediği dengenin kutuplarından biri olan ABD’den eleştirilerini sakınmıyor. Kısaca CAATSA diye bilinen Rusya’dan silah alan ülkelere uygulanan yaptırımları düzenleyen “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası” bunlardan biridir.

Üzerinde durduğu konu, ABD’nin Rusya’dan Türkiye gibi S-400 almakta olan Hindistan’a CAATSA’dan muafiyet getirilmesi amacıyla yaptığı hazırlıklardır. Çavuşoğlu, ABD’nin bu başlıktaki tutumunu “samimiyetsizlik, çifte standart ve ikiyüzlülüğün göstergesi” olarak nitelendiriyor. Bu eleştirisini “Şimdi sen NATO müttefikine (Türkiye) yaptırım diyeceksin, sonra başka yerlerde işbirliği yapıyorum diye Hindistan’a işbirliği düzenleyeceksin...” diye gerekçelendiriyor.

ABD, ALMANYA VE DEMOKLES’İN KILICI

Çavuşoğlu

Yazının Devamını Oku