Sahnenin önüne yerleştirilen iri gövdeli timpani, onun repertuarının alameti farikası olan Şeyh Şamil’in habercisiydi her zaman. Durul Gence programa başladığında herkes gecenin zirve noktasının Şeyh Şamil olacağını bilirdi. Ve o an beklenirdi. Durul Gence kuvvetli bir tempoyla yürüyen bu geleneksel Kafkas şarkısının ortasına doğru baterinin başından kalkar, eline “mallet” denilen ucu yumuşak bir dokuyla kaplı özel bagetleri alıp solo bölümü için timpaninin başına gelirdi.
Durul Gence benim 1990’lı yılların başından itibaren tanıdığım, çok sevdiğim bir dostumdu. Hatta beni bas gitar çalmaya teşvik ederek yaşamımda önemli bir pencere açtı. Sonradan onunla birçok ortamda birlikte müzik yapmak, onun yanında çalmak gibi bir ayrıcalığa da sahip oldum. Çok önemli bir müzisyendi ama ondan önce büyük bir gönül insanıydı. Çevresine hep iyilik, sevgi ışığı ve güven duygusu yayan biri oldu. Onu çok özleyeceğim. Sedat Ergin
Şeyh Şamil’deki solosunu büyük bir ciddiyetle icra ederdi. O an salonda herkes pür dikkat kesilir, çıt çıkmazdı. Çalgıdan yükselen tok, boğuk seslerin yarattığı gerilimle birlikte sanki bulunduğu mekandan ayrılıp Kafkaslar’a, Şeyh Şamil’in efsanesinin hala hüküm sürdüğü o zor topraklara doğru bir yolculuğa çıkardı. Timpaniden çıkan ve daha çok bir çatışmayı çağrıştıran o sesler, muhtemelen ruhunun derinliklerinde Kafkas Kartalı’nın atlılarının seslerine karışırdı.
Bütün bu haritalarda farklı ülke ya da grupların denetimindeki bölgeleri tanımlamak için pek çok renk kullanılmıştı. Sonuçta hepsinin sizde bıraktığı anlam, bir yamalı bohça görüntüsünün çağrışımlarından ibarettir.
Özellikle içsavaş dönemine ilişkin süreklilik içinde -genişleyen, daralan- bölgeleri yansıtan, her biri diğerinden farklı haritalar, 911 kilometre sınır paylaştığımız güney komşumuzun 2011’de başlayan, önümüzdeki ilkbaharda 11’inci yılını geride bırakacak olan içsavaşta ne kadar büyük bir kaosun içinde savrulduğunu anlatmak için yeteri kadar çarpıcıdır.
2020 BAŞINDA ŞEKİLLENEN GEÇİCİ STATÜKO YERLEŞİYOR
İşte bu kaotik tabloda son iki yıldır majör bir değişiklik söz konusu değil. Türkiye’nin 2019 yılı ekim ayında Fırat’ın doğusunda gerçekleştirdiği “Barış Pınarı Harekâtı” ile 2020 Şubat’ında İdlib’de yaşanan şiddetli çatışmaların hemen ardından 5 Mart 2020’de Moskova’da varılan Türk-Rus mutabakatıyla şekillenen tablodan sonra, Suriye sahasında cephe hatlarını değiştiren önemli bir değişiklik olmadı.
Bu durum çatışmaların yaşanmadığı, cephe hatlarının zorlanmadığı anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ama bu hadiseler sahanın bütününe hakim olan büyük fotoğrafı etkilemiyor. Sonuçta 2019 sonu ile 2020 başında şekillenen geçici statükonun en azından gözle görülebilir bir gelecekte yerleşik bir hal alabileceğini düşünebiliriz. Bununla birlikte, İdlib’in zaman zaman basınç alanı oluşturmaya devam edeceğini göz ardı etmeyelim.
SURİYE’DE SAHADAKİ AKTÖRLER
Bugünkü tabloya baktığımızda sahada çok sayıda aktör ve bunların tuttuğu nüfuz bölgelerini görüyoruz. Sıralarsak:
Önce, tabii ki içsavaşı göreceli olarak kazanmış olan ve uluslararası camiaya dönüş adımları atan
Tam bir yıl sonrasında geriye bakarken, ilişkilerin koptuğu ya da soğuk seyrettiği bölge ülkeleriyle normalleşme arayışının 2021’de Türkiye’nin dış ilişkilerindeki en göze çarpıcı yönelişe dönüştüğünü söylemek mümkün. Bu yöneliş, yaşanan birçok sürprizle hatırlanacaktır; Mısır ile siyasi diyaloğun başlaması, Birleşik Arap Emirlikleri ile üst düzey ziyaretlerin gerçekleşmesi gibi...
Bu normalleşme arayışının gerisinde bir dizi faktör söz konusu. Ama işin başlangıcına gitmemiz gerekirse şu olgunun altını çizmeliyiz: Özellikle 2013 yılında Mısır’da “Müslüman Kardeşler” örgütü liderlerinden, seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren darbe sonrasında tepki olarak Mısır ile bütün köprülerin atılması, başka bölgesel faktörlerle de birleşerek, Türkiye’yi hem Doğu Akdeniz’de hem de Ortaoğu’nun geniş bir coğrafyasında büyük bir ittifakla karşı karşıya bıraktı...
TÜRKİYE, ENERJİ DENKLEMİNİN DIŞINDA KALDI
Ortaya çıkan blokun Türkiye açısından yarattığı mahzurlara iki düzlemde bakalım. Birinci mesele, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının dünya pazarına çıkışında güzergâhın nereden geçeceği, daha doğrusu enerji denkleminin bu bölgede nasıl kurulacağı sorusuyla ilgilidir. Mısır, İsrail, Yunanistan ve KRY dörtlüsünün başını çektikleri, başka ülkelerin de katılımıyla genişleyen doğalgaz piyasasına dönük Kahire merkezli “EastMed Forumu”, buradaki en kritik oluşumdur. Türkiye bu yapılanmanın dışında kalmıştır.
İsrail’in açıklarındaki doğalgazın dünya pazarına sevki açısından üzerinde çalışılan güzergâh, çıkartılacak rezervlerin boru hattıyla Kıbrıs adasının güneyi, Girit adası ve Yunanistan ana karası üzerinden Avrupa’ya taşınmasıdır. Türkiye ise, boru hattının kendi toprakları üzerinden geçmesinin çok daha ekonomik olduğu görüşündedir.
Meselenin siyasi yönüne bakarsak... 2013’teki darbe sonrasında bölgeye hâkim olan çatışma ekseninde bir tarafta Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, karşı hatta ise Türkiye ile Katar’ın bulunduğu kanat yer almıştır. Bu cepheleşme Suudi Arabistan ve BAE’nin savaş uçaklarının Girit adasında üslenip Yunanistan’la manevralara katılmaları, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı bayrak göstermeleri hep bu çatışmanın uzantılarıydı. Türkiye, bu aktörlerle Libya’daki sıcak savaşta cephe hattında da karşı karşıya gelmiştir.
Aslında önemli ölçüde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da 2013 darbesi sonrasında askeri rejime karşı sergilediği sert çizginin sonucu olan bu ittifakın bir şekilde çözülmesi, varılan noktada Türkiye açısından artık bir zorunluluk haline gelmişti.
Bu arada, 2020 yılında İsrail ile başta BAE olmak üzere, bir grup Arap ülkesi arasında ilişki kurulması, ABD’de
Erdoğan, muhtelif vesilelerle “Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da tasavvur ettiğini” vurgulayıp “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı düşünüyoruz” mesajlarını veriyor, demokrasi ve hukuk alanlarında yeni reformlardan söz ediyordu.
2021 yılına AB ile ilişkilerde Erdoğan’ın söyleminin yol açtığı beklentiler, bu mesajların hayata geçirilip geçirilmeyeceği yolundaki sorularla girilmiştir. Buna karşılık, 2021 ilerlerken geçen haftalar, aylar içinde Türkiye ile Avrupa arasında bu beklentileri teyit edecek yeni bir iklim belirmemiştir.
Öncelikle, Ankara’da mart ayı başında açıklanan yeni insan hakları eylem planı Batı dünyasında bir heyecan yaratmamıştır. İkincisi, Avrupa’da hükümetlerin ve kamuoylarının Türkiye’ye dönük bu alanlarda yerleşmiş olan eleştirel bakışlarını değiştirecek açılımlar, sürprizler da yaşanmamıştır.
TÜRKİYE KARŞISINDA ORTAK AB-ABD TUTUMU
Avrupa cephesinde gözlenen bir değişim, 2020 Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimini Demokrat Joe Biden’ın kazanmasından sonra AB’nin Türkiye ile ilgili konuları ve Doğu Akdeniz meselesini ABD yönetimi ile koordine etme çabasına girmiş olmasıdır.
Bu niyetin AB’nin 2020 yılı aralık ayındaki zirve bildirisine girmesinden sonra 2021 içinde muhtelif yansımalarını izledik. Örneğin, geçen mart ve haziran aylarında olduğu gibi, AB zirve bildirilerinde uzun bir aradan sonra Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları meselelerine yeniden yer verilmeye başlanmıştır.
Keza ABD Başkanı Biden’ın geçen haziran ayındaki Brüksel ziyareti sırasında AB kurumlarının liderleriyle görüştükten sonra AB ile ABD tarafından duyurulan 11 sayfalık “Zirve Açıklaması”nda Türkiye’ye demokrasi vurgusuyla yer verilmesi dikkat çekicidir. Belgede “Demokratik bir Türkiye ile işbirliğine dönük, karşılıklı çıkarlara dayalı bir ilişki hedefliyoruz” denilmiştir.
SURİYELİ
Bu kez Türkiye-ABD ilişkileri ile başlamaya karar verince, önce bundan önceki yılların metinlerine göz gezdirip ilişkilerin yakın tarihinin üzerinden gittim.
2018 yılında casusluk suçlamasıyla tutuklu yargılanan Rahip Craig Brunson krizi damgasını vurmuş ilişkilere. Dönemin Başkanı Donald Trump’ın misilleme olarak ekonomik yaptırımlara başvurmasıyla dolar kuru ve ekonomide yaşanan sarsıntı yılın en çok iz bırakan hadiselerinden biri olmuş.
2019 yılı, S-400 hava savunma sistemlerinin Rusya’dan Ankara’ya gelişinin Washington ile ilişkilerde yol açtığı büyük çatırdamanın ardından, Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarının ortak üretim programından çıkartılması, Suriye’de “Barış Pınarı” harekâtının gerçekleşmesinin neden olduğu hareketlilik ve buna paralel giden ekonomik yaptırım tehditleri altında geçmiş.
2020 yılında ABD’deki başkanlık seçimlerinin sonuçlanması beklenmiş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın bir çalışma ilişkisi yürüttüğü Trump’ın kaybetmesi Ankara cephesinde belirsizlik yaratmış. Bu arada Trump’ın giderayak S-400 alımı nedeniyle Türkiye’yi CAATSA yaptırım rejimine dahil etmesi sancılı bir başka gelişme.
Özetle, her yıl biraz daha ağırlaşarak artmış Türkiye-ABD cephesindeki sorunlar.
BIDEN’IN 24 NİSAN AÇIKLAMASI BİR İLK OLDU
Geçen yıl bu zamanlarda 2021’e girilirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni ABD Başkanı Joe Biden ile bu zor gündem üzerinde nasıl bir çalışma ilişkisi tesis edeceği, yeni demokrat yönetimin Türkiye politikasının nasıl şekilleneceği Ankara cephesindeki en önemli sorulardan biriydi.
Biden
Çatlı’nın o araçta bulunması büyük bir skandalı ortaya çıkardı. Çünkü kazada ölen Çatlı, yüklü bir suç dosyasından dolayı uzun yıllardır devlet tarafından aranmakta olan bir kanun kaçağıydı. Aranmasının nedeni, 8 Ekim 1978 tarihinde Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili yedi gencin vahşice öldürüldüğü katliamı gerçekleştiren ülkücü ekibin lideri olmasıydı. Haluk Kırcı infaz ekibindeki bir diğer isimdi.
Kaza meydana geldiği tarihte Ankara Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâlâ devam etmekte olan bu katliamla ilgili davada sanık listesinin en başında Çatlı’nın ismi yer alıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aynı zamanda İnterpol’den kırmızı bülten çıkartmayı da ihmal etmemişti Çatlı hakkında.
Ankara’daki mahkemenin tam 18 yıldır aradığı bu şahıs, bir emniyet müdürünün (Hüseyin Kocadağ) sürdüğü, aynı zamanda bir DYP milletvekilinin (Sedat Bucak) de bulunduğu bir otomobilin içinde can vermişti. Mahkemenin aradığı Çatlı’nın, Bahçelievler katliamından sonra MİT tarafından yurtdışında düzenlenen bazı eylemlerde kullanıldığı, kazanın ardından teşkilatın hazırladığı ve kamuoyuna da yansıyan bir rapordan anlaşılmıştı.
DÜĞÜNDEKİ ÖZEL KONUKLAR
Kazadan sonraki günlerde ortaya saçılan ilişkiler ağı, Çatlı’nın devletin bir dizi üst kademe görevlisiyle yıllardır birlikte faaliyet gösteren bir yapılanmanın en önemli aktörlerinden biri olduğunu göstermişti. Bu ekibin mensupları arasında bir grup özel harekâtçı polis görevlisi de yer alıyordu.
Hepsi topluca “Susurluk Çetesi” olarak adlandırıldı. Bu dönemde ortalığa saçılan tarihi fotoğraflardan biri, Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Dairesi Başkanı İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlı’yı bir düğünde yan yana göbek atarken gösteren bir fotoğraftı.
Peki bu fotoğraf nerede çekilmişti? Yanıt: Özel harekâtçı Ziya Bandırmalıoğlu’nun oğlunun sünnet düğününde...
Peki
Şûra’nın sonunda yapılan oylamada “Okul öncesi programlarında çocuğun gelişim düzeyi dikkate alınarak din, ahlak ve değerler eğitimi yer almalıdır” şeklindeki bir madde oy çokluğuyla kabul edildi.
Milli Eğitim Şûrası’nda alınan kararlar her ne kadar tavsiye niteliği taşısa da, yine de konunun tartışmaya açılıp olgunlaştırılması ve ardından uygulamaya geçirilmesi yönünde önemli bir ağırlık yaratıyorlar.
TÜRKİYE’NİN OKUL ÖNCESİ EĞİTİM HEDEFLERİ
Bu tavsiye kararı ne anlama geliyor? İlkokul eğitiminin altıncı yaşta başladığı düşünülürse, bu yaştan önce özellikle 4 ve 5 yaşlarındaki çocuklardan okul öncesi eğitime katılabilenlere din, ahlak ve değerler konularının da öğretilmesini öngörüyor.
Çocukların gelişmesi açısından yaşamsal önemde görülen okul öncesi eğitimin yaygınlaşması, uzun bir zamandır Türkiye’nin hedeflediği ve aslında belli bir mesafe de kat edilmiş olan bir konu. Okul öncesi eğitim, ağırlıklı olarak mevcut ilköğretim kurumları bünyesinde ve ayrıca resmi ve özel anaokullarında da veriliyor.
2019-2020 öğretim dönemi başladığında, 5 yaş grubundaki çocukların okullaşmasında yüzde 71.2 gibi bir orana kadar çıkılmıştı, 2020 Mart ayında pandeminin patlak vermesinden önce. Geçen 2020-21 öğretim döneminde ise bu oran 56.9’a gerilemişti.
İçinde bulunduğumuz dönemde okulların açılmasıyla birlikte okul öncesi eğitimin de başlamasına karşılık, bu kategorideki okullaşma oranı konusunda henüz paylaşılmış bir veri yok.
Bu arada, 4 yaşında okul öncesine dahil edilen çocukların okullaşma oranı öncelikli küme olan 5 yaşa kıyasla oldukça geride kalıyor. Örneğin Milli Eğitim’in verilerine göre, 2020-2021 döneminde bu yaş grubundaki çocukların okullaşma oranı yüzde 16.4’tü.
Son dönemde giderek sıklaşmaya başlayan bu yöndeki haberler özellikle genç hekimler cephesinde son derece kaygı verici bir yönelişin yerleştiğini gösteriyor.
Bir süredir gözlemekte olduğum bu haberlere ilişkin verilere dün biraz daha yakından baktığımda gerçekten de alarm sinyalleri çalan bir tabloyla karşılaştım.
Aslında durumun ne kadar ciddi olduğunu görmek için Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) yurtdışına gitmek isteyen hekimlerin talepleri üzerine düzenlediği “iyi hal belgesi” rakamlarına bakmak bile tek başına yeterlidir.
İYİ HÂL BELGESİ TALEPLERİNDE BÜYÜK ARTIŞ
Yurtdışındaki sağlık kurumlarında işe girmek isteyen hekimler etik açıdan sicillerini gösteren iyi hal belgesi için TTB’ye başvuruda bulunuyor. Bu belgeler il tabip odaları tarafından yapılan ilk incelemenin ardından ikinci aşamada Ankara’da TTB’nin sekreteryası ve Yüksek Onur Kurulu’ndan geçtikten sonra kesinleşiyor.
Bu şekilde verilen iyi hal belgelerinin yıllara göre dağılımına baktığımızda, grafiğe dökülmesi halinde tırmanan bir çizgi göze çarpıyor. Tablo şöyle:
2012: 59 2017: 482
2013: 90 2018: 802