Ama bugün bir istisna yapmam gerekiyor. Nedeni, bu kez 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili kendi yazıp çizdiklerime değinmek zorunda kalmamdan kaynaklanıyor.
2017 yılı ilkbaharında yeniden bu köşeye döndüğümde yakından izlemeye aldığım konulardan biri 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle ilgili hazırlanan iddianameler ve başlayan kovuşturma süreçleri olmuştu. Zamanımın yettiği ölçüde birçok iddianame okuyup 15 Temmuz gecesi ne olduğunu anlamaya çalıştım, bu konuda sayısız yazı kaleme aldım.
Dosyaları irdeledikçe, bu darbe girişiminin arkasında -adına ne denirse densin-
Fethullahçı kriminal örgütün olduğu yolundaki kanaatim daha da kuvvetlendi. Arşivlerin de teyit edeceği bu mesaimin bana galiba 15 Temmuz bağlantılı bir mevzu çıktığında bir iki söz etme hakkını verdiğini düşünüyorum.
*
Beni bu yazıyı yazmaya sevk eden, önceki gün “15 Temmuz Şehitler ve Gaziler Platformu” üyeleri tarafından ülkemizin en önemli sanatçılarından Sezen Aksu hakkında İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde savcılığa yapılan suç duyurusu ve bu vesileyle okunan basın açıklamasında kullanılan ifadeler oldu.
Söz konusu platform, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkarak kalkışmaya direnen, yaralanan vatandaşlar ile bu hadiseler sırasında şehit olan vatandaşlarımızın yakınlarının bir araya geldiği bir sivil toplum örgütlenmesi. Kuruluş amaçlarını ve muhtelif faaliyetlerini anlattıkları kendi web siteleri de var.
Platformun yönetici ve üyeleri, geçen pazar günü
Bugün bu başlık altında yapacağımız son bir değerlendirmede, konuyu bu kez Sağlık Bakanlığı’na bağlı Koronavirüs Bilim Danışma Kurulu Üyesi Prof. Serap Şimşek Yavuz’un görüşleri üzerinden ele alacağız.
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi öğretim üyesi olan Prof. Yavuz, aynı zamanda Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin (KLİMİK) de başkanlığını yürütüyor. Türkiye’de bu alandaki önde gelen uzmanlık kuruluşunun başkanı olması, kendisinin görüşlerine ayrı bir ağırlık kazandırıyor kuşkusuz.
PCR TESTLERİNDE TIKANMA YAŞANDI
Prof. Yavuz’un hafta içinde Demirören Haber Ajansı’na yaptığı ayrıntılı açıklamaların en önemli noktalarından biri şudur: Omikron varyantının saptanması ve dünyada hızla yayılmasıyla birlikte, Türkiye’de de bir pik yapacağının öngörülüp, bu konuda atılması gereken adımlara ilişkin gerekli uyarılar Bilim Kurulu tarafından zamanlı bir şekilde kayda geçirilmiştir.
Prof. Yavuz, tahmin edilen artış nedeniyle test sayısının artırılmasının, bu çerçevede yalnızca PCR testleri değil, aynı zamanda buna ek olarak “hızlı testler”in de gündeme alınmasının önerildiğini anlatıyor. Bilim Kurulu’nda tavsiye edilen, vakaların yakalanabilmesi için test çeşitliliğinin sağlanmasıdır. Zaten Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Omikron karşısında yaptığı bütün uyarılar, gelmekte olan dalga karşısında test kapasitesinin güçlendirilmesi yönünde olmuştu.
“Buraya daha hazırlıklı girilseydi... Omikron pikine böyle (hazırlıklı) girmiş olmamız gerekirdi. Öyle giremediğimiz için PCR için hastanelerde korkunç kuyruklar oldu, test sayıları aşırı yükseldi... İnanılmaz sayıda fazla sayıda hasta başvuruları oldu, test sıkıntısı yaşandı. Çok uzun süre test sonucu bekler hale geldi insanlar... Sağlık Bakanlığı burada başka bir yönteme giderek, test yapılacak grupları azaltmaya gitmek zorunda kaldı” diye konuşuyor Prof. Yavuz.
Bilim Kurulu üyesi, açıklamalarının bir başka bölümünde “Geçtiğimiz haftalarda PCR testlerinde bir tıkanma yaşandığını” söylüyor.
Buradan çıkartacağımız sonuç, Bilim Kurulu’nda test kapasitesinin güçlendirilmesi yönünde önceden iletilen önerilere rağmen, gerekli hazırlıklar zamanında yapılmadığı için sistemin Omikron dalgası karşısında birden sıkıntıya girmiş olmasıdır. Dalganın kuvvetli bir şekilde vurması ve bunun sonucu test kuyruklarının uzaması karşısında, Sağlık Bakanlığı’nca çare olarak test yapılan grupların azaltılması yoluna gidilmiştir.
“Temaslıyım...” dedi arkadaşım.
“Sadece temaslı olanlara test yapmıyoruz” diye yanıtladı kadın görevli.
Ardından ikinci bir soru yöneltti: “Semptomunuz var mı?”
Bu soru, arkadaşımı iç dünyasında oldukça sıkıntılı bir ikilemle karşı karşıya getirdi. Çünkü COVID-19 testi pozitif çıkan biriyle temaslı olmakla birlikte kendisinin herhangi bir şikâyeti, belirtisi yoktu. Ama görevliye ”Hayır” derse testi yaptırması mümkün olmayacaktı.
Karşısındaki duvarda asılı duyuruda büyük harflerle aynen şöyle yazılıydı:
“SAĞLIK BAKANLIĞI’NIN SON YAYINLANAN KARARINA GÖRE BELİRTİSİ (SEMPTOM) OLMAYAN KİŞİLERE PCR TESTİ YAPILMAMAKTADIR. BAŞHEKİMLİK”
Başhekimlik sözcüğünün üstünde bir resmi mühür ve Başhekim Yardımcısı’nın imzası vardı.
Bu diyaloglar geçen pazartesi akşamı İstanbul’daki bir devlet hastanesinde geçiyordu.
Bu kabulde mutabık isek, önce salgınla mücadelenin en etkili aracı olan aşı kampanyasını doğru verilere dayanan bir çerçeve üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
İLK BAKIŞTA YÜKSEK GİBİ GÖRÜNÜYOR AMA...
Sağlık Bakanlığı’nın her gün düzenli bir şekilde güncellediği rakamlara baktığımızda, toplumun geniş bir kesiminin aşılanmasında bir hayli mesafe kat edildiği izlenimini alabiliriz.
Hatırlanacaktır, aşı kampanyası 13 Ocak 2021 tarihinde Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın canlı yayında aşı olmasıyla başlama vuruşunu yapmıştı. Geçen bir yıl zarfında 52 milyon 182 bin kişinin iki doz aşı yaptırmış olmasının önemi azımsanmamalıdır.
Sağlık Bakanlığı’nın web sayfasında yer alan ve önceki akşam (salı) saat 19.00 itibarıyla aşılamadaki durumu gösteren tabloda, “En az iki doz aşı olmuş 18 yaş ve üstü nüfusun oranı” yüzde 84.07 olarak verilmekteydi. Bu, kuşkusuz ilk bakışta etkileyici bir oran.
NÜFUSUN YÜZDE 62.4’Ü ÇİFT AŞILI
Bir kere, oranın bu kadar yüksek çıkması, yalnızca 18 yaş ve üstü nüfusa göre hesaplanmasından kaynaklanıyor. Peki ya nüfusun tümüne oranlarsak?
Türkiye İstatistik Kurumu’a (TÜİK) göre 2020 sonu itibarıyla nüfusun 83 milyon 614 bin kişi olduğu dikkate alındığında, 18 yaş üstü kategorisi için yüzde 84.07 olan aşılama oranı, toplam nüfusa göre bakıldığında yüzde 62.4’e düşüyor.
Yunanistan’ın bir turizm ülkesi olduğunu, turizm gelirlerinin komşumuzun bütçesi için taşıdığı önemi hesaba kattığımızda, ilk bakışta bu işi biraz esnek tutacakları gibi bir düşünce aklınıza gelebilir. Öyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Ülkeden içeri adım atabilmek için bir dizi formaliteyi aşmanız gerekiyor. Bunların önemli bir bölümü pek çok AB ülkesi açısından geçerli. Ama ülkelere göre farklılıklar da var. Örneğin Yunanistan’a girebilmek için önce 72 saat zarfında alınmış PCR testi ve AB’de geçerli olan bir aşı sertifikası sunmanız gerekiyor. Bu bilgiler önceden online aktarılıp onay alındıktan sonradır ki zaten bilet alınabiliyor. Size gönderilen onay kodunun havaalanına girişte onaylanması gerekiyor. Ayrıca, pasaport kontrolüne girmeden ilave PCR testi de yapılıyor havaalanında ve pozitif çıkarsanız 15 gün karantinaya alınıyorsunuz.
Diyelim ki bütün bu aşamaları geçtiniz ve havaalanından kente doğru yola çıkış yaptınız. Arkadaşımın dikkatini çeken, maske takma zorunluluğunun çok ciddiye alınması ve uygulamanın polis tarafından bir hayli sıkı bir denetiminin yapılması olmuş. Eşiyle rahat nefes almak için bir ara maskelerini çıkardıklarında polise yakalanmışlar. Bir ceza tutanağı düzenlenmiş ve ikinci kez yakalandıklarında 300 Euro ceza kesileceği bildirilmiş kendilerine.
“Ülkede her yere istisna olmaksızın maskeyle girmek zorundasınız” dedi arkadaşım. Her dükkân, lokanta, metro, kamuya açık binanın girişinde AB onaylı aşı belgesine ilişkin QR kodu cep telefonundan kontrol edilip onay bekleniyor. “Restoranların açık havada oturulan alanları da buna dahil. Sadece küçük dükkânlara aşı kartı olmadan, maskeyle girebiliyorsunuz” diye ekledi.
ALMANYA VE İTALYA’DA ÖNLEMLER ARTIYOR
Arkadaşımın Atina tecrübesini paylaştıktan sonra Avrupa Birliği’nde uygulanan koronavirüs önlemlerinin derecelerinde ülkeden ülkeye belli farklılıklar olabildiğini belirtelim. Fikir vermek bakımından bir iki ülkeden şu örnekleri aktaralım...
Almanya, özellikle Omikron varyantının yayılmasıyla birlikte COVID-19 önlemlerini daha da sıkılaştırmış durumda. 7 Ocak’tan itibaren uygulamaya konan bir dizi yeni önlemle restoranlar, kafeler ve barlara girişte müşterilerin artık iki doz aşıya ek olarak hatırlatma dozunu olduklarını da belgelemeleri, hatırlatma dozu yoksa negatif test sonucunu göstermeleri gerekiyor.
Bir başka anlatımla, iki doz aşı olmak da yeterli görülmüyor kalabalık mekânlara girmek açısından. Bu önlem sinema ve tiyatrolarda da uygulanıyor. Ayrıca başka pek çok sınırlama da söz konusu. Futbol maçlarının seyircisiz oynanması buna dahil.
Meseleyi değerlendirmek üzere yola çıkarken önce bu son kararların öncesindeki arka planı kısaca hatırlayalım. Özellikle aralık ayının sonundan itibaren küresel yönelişle de uyumlu bir şekilde, öncekilere kıyasla çok daha bulaşıcı olan Omikron varyantının yayılmasıyla birlikte, Türkiye’deki vaka sayılarında da yüksek bir artış eğrisi gözlenmeye başlamıştı.
Örneğin Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 27 Aralık haftasına günlük 26 bin vakayla girilmiş, bunu izleyen 3 Ocak’ta başlayan haftanın ilk günü toplam 45 bine yaklaşmıştı. Ve nihayet geçen hafta başı 10 Ocak Pazartesi günü 65 binin üstünde vaka kayda geçmişti. Geçen hafta 12 Ocak Çarşamba günü 77 bin 722 yeni vaka açıklandı.
Bir başka anlatımla, yaklaşık iki hafta içinde vakalarda üç kat dolayında bir artış söz konusuydu. Bu, yaklaşık iki yıldır süren salgının en yüksek günlük vaka rakamıydı. Bundan önce bir gün içinde kaydedilen en yüksek vaka sayısına 16 Nisan 2021 tarihinde 63 bin 82 vakayla rastlanmıştı.
Aslında geçen son iki hafta pek çok Avrupa ülkesinde de salgın yukarı doğru tırmanma eğilimini korumuştu. Günlük vakalarda İngiltere ve İtalya’da 200 bin, Fransa’da 300 bin, İspanya’da 150 bin, Almanya’da 80 bin eşikleri görülmüştü.
BELİRTİ GÖSTERMEYENE PCR TESTİNE SON
İşte vakalardaki tırmanış sürerken geçen hafta Ankara’dan birbirini izleyen iki kritik açıklama geldi. Birincisi, 12 Ocak Çarşamba akşamı, yani vakaların 77 bini geçtiği akşam duyuruldu.
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın yaptığı bu açıklamaya göre, aşısını ve hatırlatma dozunu olmuş “temaslı kişiler” artık karantinaya alınmayacaktı. Ayrıca, pozitif vakaların tamamı yedi gün izolasyonu tamamladıktan sonra test yaptırmaksızın izolasyondan çıkabileceklerdi.
Koca
Buna karşılık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün AB’ye üye ülkelerin büyükelçilerini topluca kabul edip burada yaptığı uzun konuşmayı okuyunca, Ankara’da her şeye rağmen Avrupa’ya bir mesaj verme ihtiyacının duyulmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan, geçen yılın başında da AB’ye dönük kuvvetli bir çıkış yapmış, “Türkiye’nin geleceğini Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ettiğini” belirtmiş, bu beyanları bazı açılımların yapılabileceği yolunda beklentilere de yol açmıştı.
Ancak bu çıkışın arkasından verilen mesajları tamamlayacak adımlar gelmemiş, AB tarafı da bu durumu aynı şekilde, yani hareketsizlikle karşılamıştı. Sonuçta geride bıraktığımız 2021, ilişkilerin ciddi bir ilerleme sağlanmadan bir kilitlenme hali içinde seyrettiği bir yıl olarak geçmişti.
Erdoğan’ın konuşmasına bakılırsa bu yıl farklı olabilir mi? Bu soruya yanıt ararken önce Erdoğan’ın verdiği başlıca mesajlara bakalım.
AB’NİN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE ANAHTAR TÜRKİYE Mİ?
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında daha çok AB’nin neden Türkiye’yi gözden çıkaramayacağı, neden Türkiye ile çalışmaya mecbur olduğu tezinin vurgulanması dikkat çekiyor. Erdoğan, bir anlamda Türkiye’nin AB’ye karşı elinde tuttuğunu düşündüğü kartları Brüksel’e ve AB ülkelerinin başkentlerine gösteriyor.
Erdoğan, bu çerçevede AB’nin bugün karşı karşıya olduğu tehditlerin aşılmasında “anahtar ülkenin Türkiye olduğunu” belirtiyor. Yani “Sizin sorunlarınızın çözümü bizden geçiyor” mesajını veriyor.
Tahmin edilebileceği gibi hemen ardından konu özellikle göç meselesine geliyor. Cumhurbaşkanı, bu bölümde AB’ye önümüzdeki dönemde “
Dava bir gün içinde karara bağlandı. Sokrates, suçlu bulunup ölüme mahkûm edildiği açıklandığında, savunması için kendisine çok az süre verildiğinden hâkimleri suçsuzluğuna inandıramadığını söyleyecek, “Bu kadar kısa sürede bu kadar büyük iftiralardan kurtulmak kolay değil” diyecekti.
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Prof. Zühtü Arslan, Sokrates’in duruşmasında süre azlığı konusundaki şikâyetini aktardıktan sonra filozofun esasen bu sözleriyle “silahların eşitliği” ilkesinin bir boyutuna işaret ettiğini belirtiyor. Bu, sanığın asgari haklarından olan “savunma için gerekli zamanın tanınması” gereğidir.
MAHKEME SALONUNDA ‘ADLİ DÜELLO’ YÖNTEMİ
Prof. Arslan, bu açıklamayı geçen pazartesi günü AYM’nin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile birlikte düzenlediği “Adli Yargılanma Güvencesi Olarak Silahların Eşitliği İlkesi“ konulu sempozyumun açış konuşması sırasında yaptı.
Sokrates, baldıran zehri içirilerek hayata veda etmişti. Ancak ölüme giderken kendisine tanınan sürenin adil olmadığından şikâyetçiydi. Bugünün hukuk kavramlarıyla baktığımızda, yargılamada silahların eşitliği ilkesi uygulanmamış, bunun sonucu “adil yargılanma hakkı” gözetilmemişti.
AYM Başkanı, konuşmasında silahların eşitliği meselesinin tarih içindeki seyrini aktarırken silah sözcüklerini çağrıştıran başka kavramlara da başvuruyor. Örneğin, Avrupa’da Ortaçağ boyunca yargılamalarda “adli düello” olarak adlandırılan, suçlayan ile suçlananın mahkeme salonunda tezlerini düello yapar gibi savunmaları yöntemini hatırlatıyor.
Bu yargılamada hâkimin görevi, uyuşmazlığın çözümünü sağlayacak adli düellonun eşit şartlarda, yani aynı nitelikteki silahlarla yapılmasını sağlamaktır. Burada söz konusu ilkenin hâkime bakan yönü ortaya çıkıyor: Adil davranmak, birinin lehine diğerinin aleyhine olacak şekilde davranmaktan kaçınmak...
Prof.