Bu sürpriz, Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemlerinde Avrupa seçeneğine dönebileceğine, daha doğrusu dönmekte olduğuna ilişkin bir açıklamaydı.
Erdoğan’ın bu çıkışı, pazar akşamı düzenlediği basın toplantısında İtalya Başbakanı Mario Draghi ile görüşmesinin sonuçlarını anlatırken geldi.
Cumhurbaşkanı, Draghi ile buluşmasından sonra İtalya ile ilişkilerin geleceğini nasıl gördüğüne ilişkin bir soruyu yanıtlarken aynen şunları söyledi:
“Bugün yaptığımız görüşmelerden sonra da şunu gördüm: Yani İtalya ile iyi şeyler düşünüyorum. Bundan sonraki süreçte de başta savunma sanayii olmak üzere SAMP-T konusunda Fransa, İtalya, Türkiye üçlüsü olarak bu konuda olumlu adımlar atacağız ve bu olumlu adımlarla birlikte de ardımızda şu andaki ticaret hacmini çok daha yukarılara çıkarmak durumundayız. En az 30 milyar dolar gibi bir rakama ulaşmayı hedefliyoruz.”
AVRUPA SEÇENEĞİ KUVVEDEN FİİLE ÇIKIYOR
Erdoğan, Roma’da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile de buluşmuştur. Buna karşılık Fransız muhatabıyla görüşmesini gazetecilere anlatırken SAMP-T dosyasına girmemiştir.
Bununla birlikte Draghi ile görüşmesinin aktarımında, SAMP-T füze savunma sistemleri konusunda Türkiye, İtalya ve Fransa arasında üçlü bir mutabakat çerçevesinde ileri doğru bir hamle yapılacağından kesine yakın ifadelerle söz ediyor Cumhurbaşkanı.
Her halükârda, kendisinin bu ifadelerinden bir dönem Türkiye’nin gündeminde olan ancak Rusya’dan S-400 sistemlerinin tercih edilmesi ve araya giren başka bir dizi siyasi nedenle gündemden düşen Avrupa seçeneğinin yeniden Ankara’nın gündemine yerleştiğini anlıyoruz.
Geçen hafta 27 Ekim Çarşamba günü yapılan BMGK toplantısının tutanakları, Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında görünüşte Suriye üzerinden yaşanan bir gerilimi gözlemek bakımından dikkat çekici bir içerik taşıyor.
Buna karşılık Çin Halk Cumhuriyeti’nin birden Türkiye’ye Suriye’de cephe almasının gerisinde Türkiye’nin Uygur Türkleri konusunda aldığı eleştirel tutumun yattığı anlaşılıyor.
ÇİN’DEN ALIŞAGELMEDİK BİR SUÇLAMA
Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM nezdindeki Daimi Delegesi Büyükelçi Geng Shuang, BMGK toplantısında Suriye’de sahadaki insani durumu anlatırken, sözü birden Türkiye’ye getiriyor. Çin Büyükelçisi, “Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusunu yasa dışı bir şekilde işgal etmesinden sonra Allouk su istasyonundan su arzını sık sık kestiğini” iddia ediyor. Büyükelçi, “Bu durumun yüz binlerce insanı etkilediğini, ayrıca BM’nin bölgedeki insani yardım çabaları açısından muazzam güçlükler yarattığını” ileri sürüyor.
Çin Daimi Delegesi, konuşmasında Türkiye’ye uluslararası insancıl hukuk da dahil olmak üzere uluslararası hukuka uygun davranması çağrısında bulunuyor. Bu çerçevede Türkiye’ye dönük olarak sivillerin korunması, altyapı hizmetlerinin sürdürülmesi ve BM’nin insani yardım faaliyetlerine erişiminin güvence altına alınması talebini de sıralıyor.
Kuşkusuz, Çin’in bir BM Güvenlik Konseyi toplantısında Türkiye’yi bu kadar kuvvetli ifadelerle eleştirmesi çok alışılagelmiş bir durum değil. Bunun nedenini değerlendirmeden önce BMGK toplantısında yapılan bir başka konuşmaya bakalım.
RUSYA DA HAK İHLALLERİNDEN SÖZ EDİYOR
Oturumun ilginç bir diğer noktası, Çin temsilcisinden önce söz alan Rusya’nın BM nezdindeki Daimi Delege Yardımcısı
Ancak bu süreçte basınç altına girecek tarafın daha çok ABD yönetimi olacağını söylemek mümkün. Bunun gerisinde, Biden yönetiminin Ankara’nın bu talebini karşılamak istediği takdirde dosyayı Kongre’den geçirmek için çok kuvvetli bir çaba sarf etmesi gereğinin bulunması yatıyor.
F-16 dosyası, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen pazar günü Roma’da ABD Başkanı Joe Biden ile görüşmesinin en önemli gündem maddelerinden biriydi. Erdoğan’ın gazetecilere Biden’ın bu konuda kendisine “Çok kısa zamanda netice alamayabiliriz. Biliyorsunuz iki farklı bölümden, Temsilciler Meclisi ve Senato’dan geçiyor. Malum durum 50-50 ama ben elimden geleni yapacağım” dediğini aktarması, ABD Başkanı’nın meseleyi sancılı gördüğünün açık bir ifadesi.
F-35’LER YAPTIRIMA UĞRAYINCA, F-16 ARA FORMÜLÜ
Türkiye’nin talebinin Biden yönetimini sıkıntıya soktuğu bir dizi nokta var.
Birincisi, ABD yönetimi, Rusya’dan S-400 alımı nedeniyle “ABD’nin Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşılık Verme Yasası” (CAATSA) çerçevesinde Türkiye’nin F-35 programından çıkartılmasının Türk Hava Kuvvetleri’nin geleceğine dönük modernizasyon programına ağır bir darbe vurduğunun farkında. Bu projeyle Hava Kuvvetleri’nin dördüncü nesil F-16’lardan beşinci nesil F-35 uçaklarına geçişi sağlanacaktı.
F-35’ler olmayınca, Türkiye kendi “Milli Muharip Uçağını” üretmeyi hedeflediği tarihe kadar olan geçiş dönemi için bu ihtiyacını mevcut F-16’ların bir bölümünün modernizasyonu ve sınırlı sayıda yeni F-16 alımı ile karşılamak istiyor. Bu proje, bir anlamda bir ara formül işlevi görecek.
Bu yoldan gidilmesi halinde, uzmanların 6-7 milyar dolar civarında hesapladıkları bir proje büyüklüğü, yani ABD savunma sanayisi açısından yüksek bir kazanç söz konusu.
Ancak sıkıntı şurada. Türkiye’nin F-35 programından çıkartılmasına neden olan S-400’lerin Türkiye’deki varlığı meselesi, özellikle Kongre’ye yeni F-16’ların satışını ve modernizasyonunu engelleme gerekçesini de veriyor.
Bir de Beyaz Saray’ın açıklamasında Türkiye ile ABD arasında bu düzeydeki görüşmelerin gündemi çerçevesinde duymaya çok alışık olmadığımız bir dosya da kayda geçirildi: Demokratik kurumlar, insan hakları ve hukukun üstünlüğü...
Bu açıklamanın ne anlama geldiğine bakmak için önce biraz geriye, ikisi arasında geçen 14 Haziran tarihinde Brüksel’deki NATO Zirvesi sırasında gerçekleşen ilk görüşmeye gidelim.
BIDEN BRÜKSEL’DE GÜNDEME GETİRECEKTİ...
Bu temas, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Biden arasında geçen yıl tam bugün yapılan ABD seçimleri sonrasındaki ilk buluşmaydı. Görüşmenin belirsizlik içinde kalan yönlerinden biri, demokrasi ve insan hakları başlığının iki lider arasında gündeme gelip gelmediği sorusuydu.
Başkan Biden, geçen 20 Ocak tarihinde göreve başladıktan sonra dünyada demokrasinin ileri götürülmesi hedefini dış politikasının temel önceliklerinden biri olarak açıklamıştır. Daha sonra yönetim adına Türkiye hakkında yapılan pek çok açıklamada, demokrasi başlığı sıkça vurgu almıştır.
Bu meselelerle çok ilgili olmayan Cumhuriyetçi Donald Trump döneminin ardından, Washington’dan gelen söz konusu beyanlar ABD’nin Türkiye politikasında bir değişime işaret ediyordu.
Beyaz Saray, bu çerçevede insan hakları dosyasının Brüksel’de Biden ile Erdoğan arasındaki ilk buluşmanın gündeminde yer alacağını önceden açıklamıştı. Başkan Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, görüşme öncesinde gündeme ilişkin bilgi verirken, “Değerler ve insan hakları alanındaki önemli görüş ayrılıklarını” da ele alınacak konular arasında saymıştı.
Sullivan
Yani bugün itibarıyla tam bir yıl geride kalmış bulunuyor. Bu seçimi Demokrat aday Joe Biden’ın yerine Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın kazanması, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açık tercihiydi. Sandıktan Trump çıkmış olsaydı, muhtemelen bir kesinti olmadan “Nerede kalmıştık” diyerek bıraktıkları yerden yola devam edeceklerdi.
Gerçi aralarındaki ilişki zaman zaman meşhur “mektup krizi” ve “yaptırımlar” gibi ciddi sarsıntıların yarattığı iniş çıkışlara sahne olsa da, genel seyrine bakıldığında Erdoğan ile Trump arasında her şeye rağmen yakın bir çalışma ilişkisi yürümekteydi. Belli aralıklarla yapılan telefon görüşmeleri, muhtelif zirvelerde gerçekleştirilen ikili buluşmalar ve Beyaz Saray ziyaretlerinin gösterdiği üzere şahsi düzeyde yakın bir diyalog işliyordu.
Bu dönemin en önemli özelliği, ilişkilerdeki karar alma mekanizmasının daha çok ikisi arasındaki bu şahsi kanal üzerinden yürümesiydi. Örneğin, 2019 yılı ekim ayında Suriye’de Fırat’ın doğusundaki Barış Pınarı Harekâtı ve ABD askeri gücünün Suriye sınırından güneye çekilmesi gibi sahadaki majör gelişmeler, büyük ölçüde ikisi arasındaki telefon görüşmelerinin de önünü açtığı hadiselerdi.
Erdoğan’ın seçim sonrasındaki oyun planı benzer bir liderler diplomasisi kanalını yeni ABD Başkanı Biden ile de tesis etmekti.
ÜÇ AY SONRA GELEN TELEFON
Seçim sonuçlarının kesinleşmesinden sonra Amerikan sistemine özgü üç aya yakın bir süreye yayılan geçiş döneminin tamamlanması gerekti. Başkan Biden, olaylı bir geçiş döneminin sonunda 20 Ocak 2021 tarihinde yemin ederek işbaşı yaptı.
Bunun ardından iki lider arasında ilk temasın kurulmasına dönük bekleme aşaması başladı. Biden, kutlama amaçlı kendisiyle temas kurmak isteyen liderlere belli bir takvim içinde dönerken, Ankara’nın Beyaz Saray’dan beklediği telefon nedense bir türlü gelmiyordu.
Erdoğan
1- BATI İLE İLİŞKİLERDE MİHENK TAŞI
Öncelikle, tanıklık ettiğimiz bu krizden çıkarmamız gereken temel sonuç, Osman Kavala dosyasının bugün Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerinde bir “mihenk taşı” niteliği kazanmış olmasıdır. Dava ile ilgili gelişmeler, karşılıklı olarak alınan pozisyonlar Türkiye-Batı ilişkileri üzerinde önemli etkiler, sarsıntılar doğurabiliyor. Kabul edelim ki başka Avrupa ülkelerinin bu açıklamaya katılmamış olmaları, çoğunun bu dosyada çok da farklı düşündüğü anlamına gelmiyor. Bu konu, Türkiye’de hukuk ve insan hakları alanlarında Batı’da algılanan sorunları sembolize eden örnek bir dosyaya dönüşmüştür. Bu yönüyle Batı ile ilişkilerde bir faktör haline gelmiştir. Buradaki kilitlenmenin devam etmesi Batı ile ilişkilerdeki sancıları artıracak; meselenin aşılması da muhtemeldir ki Batı’da bir yumuşama adımı olarak algılanıp belli bir rahatlama yaratacaktır.
2-KRİZ İDARESİ İÇİN ÖRNEK VAKA
Büyükelçiler krizi, ileride dış politika alanında “kriz idaresi” dersleri için örnek bir vaka olmaya adaydır. Ortak bir açıklama düşüncesinin büyükelçilikler cephesinde nasıl ortaya çıktığı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sert tepkisiyle nasıl tırmandığı, yürütülen diplomatik faaliyetler üzerinden çözümün nasıl bulunduğu gibi yönleri önümüzdeki günlerde ayrıntılı bir şekilde incelenecektir. Bulunan formülde kimin gerçekte gerilediği konusundaki tartışmanın sürüyor olması, herkesin kendisini geri adım atmayan taraf olarak görmesi işin ironik yönüdür. Ama bu krizin dikkatimize getirdiği en göz açıcı sonuçlardan biri, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin birden ne kadar süratle alevlenebileceğini göstermiş olmasıdır.
3-DIŞİŞLERİ’NİN VAZGEÇİLMEZ ÖNEMİ
Pek çok gözlemcinin üzerinde birleştiği konulardan biri, Dışişleri Bakanlığı’nın sorunun aşılmasında inisiyatif üstlenerek oynadığı roldür. Bulunan formül, -beğenilsin, beğenilmesin- son tahlilde krizin geride kalmasını sağlaması bakımından olumlu bir sonuç doğurmuştur. Krizler her zaman patlak verebilir. Diplomasinin görevi, işler kavgaya varmadan, bir kopma olmadan krize çözüm üretmektir. Dışişleri Bakanlığı, son yıllarda -maalesef- uğradığı bütün kurumsal zemin kaybına rağmen hâlâ ne kadar işlevsel olabildiğini ortaya koymuştur. Yaşanan hadise, Dışişleri Bakanlığı’nın, temsil ettiği gelenekler, kurumsal aklı ve profesyonel ölçüleri ile üzerine titrenmesi gereken bir kurum olduğunu göstermiş olmalıdır. Bu ihtiyaç, bütün dünyanın savrulma halinde olduğu günümüzde her zamankinden daha çok geçerlidir.
4-BÜYÜK KOPMA OLUR MUYDU?
Kontrol altına alınmasaydı kriz nereye kadar gidebilirdi? Bir formül bulunamasaydı, 10 büyükelçinin Ankara’dan gönderilmesi, bu ülkelerin de aynı şekilde kendi başkentlerindeki Türk büyükelçilerini “
Bir grupta olanlar Cumhurbaşkanı’nın “Biz bildiğimizi okuruz” cümlesine odaklanırken, ikinci gruptakiler “Üzerimize düşeni yaparız” kısmının altını çiziyor.
Buradaki ikilemi değerlendirebilmek için önce geçen salı akşamı Azerbaycan ziyaretinden dönerken, uçakta gazetecilerle sohbeti sırasında Erdoğan’a yöneltilen bu konudaki soruya bakalım.
Bir meslektaşımız, sorusunun girişinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin (AKBK) Kavala dosyasında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal edip etmediği konusunda bir süreci başlatabileceğini belirtiyor.
Meslektaşımız, “Bununla ilgili değerlendirmeniz nedir?” diye sorduktan sonra “Çünkü eğer bu tarihe kadar Osman Kavala serbest bırakılmazsa AİHM’nin vereceği görüş belirleyici olacak herhalde. Beklentiniz nedir?” diye ekliyor.
HEM KONSEY HEM DE AİHM’Yİ DİNLEMEK...
Erdoğan, soruya şu yanıtı veriyor:
“Benim herhangi bir beklentim yok. Benim sadece tek beklentim var; biz bildiğimizi okuruz. Konsey bildiğini mi okur; okusun. Onlar ne okuyor; dinleriz, görürüz. AİHM’inkini de, Konsey’inkini de dinleriz; dinledikten sonra da biz üzerimize düşeni yaparız. Gereği neyse bunu yapacağız. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olarak bu makamda bulunduğum sürece üzerime düşen görevi dört dörtlük yaparım. Acaba şu ne der, bu ne der; bunlara hiç bakmam. Benim aldığım terbiye bu, yetişme tarzım bu. Ölene kadar da aynen bu istikamette devam ederim, devam edeceğim.”
Görüleceği gibi Cumhurbaşkanı, önce “
Kuşkusuz, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın dünyanın ABD dahil kalbur üstü 10 Batı ülkesinin büyükelçilerinin “istenmeyen adam” ilan edilmesi talimatını verdiğini açıklayarak, bu diplomatların ülkeden gönderileceği mesajını vermesi, taşıdığı potansiyel sonuçlar bakımından uluslararası boyutlarda bir krizin habercisiydi. Ve galiba pek çok insan, uçurumun kenarına yaklaşıldığı hissini en azından bir süre için yaşadı.
Böyle bir krizin kapanma şekli de özellikle yoruma ilişkin neden olduğu görüş ayrılıkları itibarıyla küçük ölçekte bir tansiyonun yaşanmasını da beraberinde getiriyor.
ABD BASININDA “GERİ ADIM MI ATTIK” SORUSU
Aslında hadisenin genel bir muhasebesini yaptığımızda önemli sonuçlarından biri, iki ayrı anlatının ortaya çıkmış olmasıdır. Krizi çözüme kavuşturmak amacıyla bulunan formülün taşıdığı esneklik, herkesin farklı bir yorum ve anlatıyla kendi kamuoyunun karşısına çıkmasını mümkün kılıyor.
Bu durum, Türk ve ABD basınının meseleye bakış farklılığında da görülebilir. ABD basını, genellikle krizin Türkiye’nin geri adım atmasıyla aşıldığı temasını işlemiştir. Türk basınının azımsanmayacak bir kesiminde de, resmi açıklamalar esas alınarak, ABD’nin geri adım attığı tezi ön plana çıkmıştır.
Burada ilginç olan nokta, iki ülke basınının da kendi yetkilileri nezdinde geri adım meselesini gündeme getirmesidir. Örneğin ABD’li gazeteciler, Türk basını ve Türk yetkililerin açıklamalarına işaret ederek, “biz” diye birinci çoğul öznesi üzerinden başlayan sorularla Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’na -geri adım mı atıldığını- soruyorlar.
Önceki gün Beyaz Saray’da Sözcü Jen Psaki’ye yöneltilen bir soru, Osman Kavala’ya atıfla, “Türkiye’de büyükelçimizi gönderme tehdidi oldu. Bunun üzerine Viyana Sözleşmesi’ne uyduğumuzu teyit ettiğimiz bir açıklama yaptık. Bu açıklama, bütün bu işin başlamasına yol açan, tutukluluğun sürmesiyle ilgili metinden geri çekildiğimiz anlamına mı geliyor” şeklinde formüle edilmişti.
Sözcü