Avrupa Konseyi’ne üye Türkiye dışındaki 46 ülkenin her birinin Ankara’daki resmi çevrelerde ciddi bir rahatsızlığa yol açan bu dosyaya ilişkin oylamada nasıl bir tutum alacağı dikkatle not edilecekti.
Oylamanın konusu Osman Kavala dosyasıydı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Kavala hakkındaki ihlal kararının gereğini yerine getirmediği görüşüyle Türkiye hakkında başlatılacağı duyurulan “İhlal Prosedürü”ne resmiyet kazandıran nihai adım atılacaktı komitede.
Oylanan karar, dosyanın yeniden AİHM’ye gönderilip Türkiye’nin Kavala kararını uygulama yükümlülüğünü yerine getirip getirmediğinin mahkemeden sorulmasını öngörüyordu.
TOP YENİDEN AİHM’E GİDİNCE HANGİ KAPI AÇILIYOR?
Bu durumda AİHM Büyük Dairesi, dosyaya yeniden bakıp, bu kez Türkiye hakkında daha önce 2020 Mayıs ayında kesinleşen bu kararının uygulanıp uygulanmadığı hususunda yeni bir karar almak menziline giriyor.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ihlal prosedürünü de düzenleyen “Kararların Bağlayıcılığı ve İnfazı” başlıklı 46’ncı maddesinin altındaki 5’inci fıkranın giriş cümlesinde şöyle deniliyor:
“Mahkeme, 1. fıkranın (kesinleşmiş kararlara uyma taahhüdü) ihlal edildiğini tespit ederse alınacak önlemleri değerlendirmesi için davayı Bakanlar Komitesi’ne gönderir.”
Bu prosedüre göre, mahkemenin Türkiye hakkında bu kez AİHS 46/1’inci maddeden bir ihlal kararı alması halinde, Bakanlar Komitesi’nde “
Öncelikle, AİHM İkinci Dairesi’nin bu kararıyla, aslında daha önce AİHM’in en üst karar organı Büyük Daire’nin Selahattin Demirtaş hakkında 22 Aralık 2020 tarihinde açıkladığı kararında ortaya koyduğu içtihadın doğrultusunda hareket ettiğini vurgulamamız gerekiyor. Dolayısıyla beklenen bir karar olarak görülebilir.
Girişinde “Nihai Hüküm” ifadesi taşıyan karar, AİHM’nin yeni karar alma usulleri çerçevesinde İkinci Daire bünyesindeki üç yargıçtan oluşan komite tarafından alınmıştır.
ANA REFERANS AİHM’NİN 2020 İÇTİHADI
Son kararın en önemli vurgusu, AİHM Büyük Dairesi’nin 2020 tarihli Demirtaş kararının 264 ile 270’inci paragrafları arasındaki bölümüne yapılan atıftır. Demirtaş kararının bu bölümü, bizi doğrudan 20 Mayıs 2016 tarihinde TBMM’de Anayasa’nın milletvekili dokunulmazlığına ilişkin 83’üncü maddesinde bir kereye mahsus yapılan düzenlemeye ve AİHM’nin bu düzenlemeye nasıl baktığı sorusuna götürüyor.
Hatırlanacağı gibi, söz konusu anayasa değişikliği ile TBMM’de milletvekilleri hakkında bekleyen suç duyurularıyla ilgili dokunulmazlıklar bir kereye mahsus kaldırılırken, bu milletvekillerinin yargılanmaları ve tutuklanmalarının da önü açılmıştı.
Düzenleme bütün partilerden 100’ün üstünde milletvekilini ilgilendirmekle birlikte, yalnızca muhalefetteki milletvekillerine uygulanmıştı. Nitekim, bu uygulama hem CHP’li Enis Berberoğlu hem de dönemin HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş dahil bir grup HDP milletvekilinin tutuklanmaları ve yargılanmalarını beraberinde getirmişti. Dokunulmazlığı kaldırılan HDP milletvekillerinin sayısı 55’i bulmuştu.
AİHM Büyük Dairesi, Selahattin Demirtaş dosyasında verdiği kararında, milletvekili dokunulmazlığıyla ilgili bu düzenlemeyi oldukça ayrıntılı bir şekilde incelemiş ve sonuçta milletvekillerinin siyasi beyanlarından dolayı da yargılanabilmelerini mümkün kılması açısından “öngörülemezlik getirdiğine” hükmetmişti. Mahkemenin üzerinde durduğu konulardan biri, milletvekillerinin özellikle siyasi beyanları nedeniyle yargılanabilecek olmalarıydı.
AİHM, öncelikle bir sefere mahsus yapılan bu değişikliğin “
Örneğin, geçen hafta başında 24 Ocak günü yaptığı paylaşımda, “Omikron varyantı salgının son bulmasının umudu olabilir. Bilimsel çalışmaların sonuçlarına göre aşı olmuş kişiler Omikron ile karşılaştıklarında hem hastalığı kolay atlatıyor hem de bağışıklık seviyeleri yükseliyor. Aşınızı olarak yarın için umutlu olun. Salgın gündemden çıkacak” diyor.
Mesajın altındaki günlük vaka sayısı 67 bin 23, vefat sayısı ise 156 görünüyor.
Bakan, 28 Ocak tarihindeki paylaşımında daha da iyimser bir çizgiye kayarak, “Virüs eski gücünde değil. Artan sayılar sebebiyle endişelenmeye mahal yok” mesajını veriyor.
Bu mesajın altındaki turkuvaz tabloda günlük vaka sayısının birden 93 bin 586’ya fırladığını görüyoruz. Vefat sayısı ise 200 eşiğini geçip 210’a dayanmış.
BUGÜNE DEK KAYDEDİLEN EN YÜKSEK VAKA SAYISI
Ertesi günü, 29 Ocak’ta “Omikron varyantı kaynaklı artış umut kırıcıymış gibi anlaşılmamalı. Salgının endişe verici dönemi artık geride kaldı. Tedbirlere uyarak aşılarımızı aksatmadan hayatımıza devam edeceğiz. Dünyanın gündemi normale dönüyor” diyor Sağlık Bakanı.
Mesajın altındaki tabloda vaka sayısı 94 bin 783’e tırmanmış, vefat sayısı ise 174’e gerilemiş. Hemen belirtelim, Koca’nın o akşam açıkladığı 94 binin üstüne çıkan rakam, koronavirüs salgınının geçen yaklaşık iki yıllık seyri içinde 29 Ocak itibarıyla kaydedilmiş en yüksek günlük vaka sayısıdır.
Birincisi, Ankara’daki iktidar denklemi içinde yer alan ve yargı dünyasında nüfuz sahibi olabilen bazı güç merkezleriyle Gül arasında ciddi bir çekişmenin yaşandığı, uzunca bir zamandır yargı ve siyaset çevrelerinde yaygın bir şekilde konuşulan bir konuydu. Tekzip de edilmeyen bütün bu haber ve yorumların oluşturduğu külliyat, birikmekte olan bir tansiyona işaret ediyordu.
Bazı durumlarda bu çekişmelerin kapalı kapıların arkasında kalmadığı, bütün kamuoyunun gözü önünde açık bir şekilde cereyan ettiği de oluyordu. Geçen sonbaharda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Gül arasında gerçekleşen polemik bunun en iyi hatırlanan örneğidir.
Soylu’nun 26 Ekim tarihinde muhtarlarla düzenlenen bir toplantıda metruk binaların yıkımından söz ederken “Mahkeme kararı var, yıkamıyoruz... Ya arkadaş, sen gece yık. Mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin” şeklinde konuşmasından sonra Gül’ün şu sözleri hukuk düzenine farklı bir bakışı yansıtıyordu:
“Bizim rehberimiz hukuktur. Bizim rotamız hukuktur. Bizim kılavuzumuz hukuktur. ‘Biz yapalım, hukuk arkamızdan gelsin’ değil, ‘Hukuk önden gelsin, biz ona göre kendimizi ayarlayalım’ anlayışıdır hukuk devleti.”
KAMUOYUNDA KAŞLAR KALKINCA
Bir kabinenin içişleri ve adalet bakanlarının hukukun önden mi yoksa arkadan mı gideceği konusunda kamuoyu önünde farklı pozisyonlar almaları, pek çok kesimde kaçınılmaz olarak kaşların kalkmasına yol açmıştır.
En son geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu gösteren polis kontrolündeki MOBESE kayıtlarının dışarı sızmasından sonra Adalet Bakanı Gül’ün geçen cuma günü yaptığı çıkış bu çekişmelere bir başka örnektir.
Gül
İran’ın gönderdiği doğalgazı kesmesi Türkiye’nin sanayi tesislerine ve elektrik santrallerine doğalgaz sevkini önemli ölçüde durdurmasına, bu da üretimin ciddi bir şekilde etkilenmesine neden oldu.
Sonuçta elektrik kesintilerinin de devreye girmesiyle birçok organize sanayi bölgesinde, bazı büyük sanayi tesislerinde üretim geçici süreler için durmuştur.
İran kaynaklı sorunun Türkiye’nin üretim kapasitesi ve bu çerçevede Türk ekonomisi üzerinde yol açmakta olduğu kaybın büyüklüğünü bu aşamada ölçebilmek kolay değil. Ancak gelen bütün haberler sıkıntının hafife alınamayacak boyutlarda olduğuna işaret ediyor.
Konu Türkiye ile İran arasında en üst düzeyde gündeme gelmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen çarşamba akşamı katıldığı NTV/STAR ortak yayınında İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ile cumartesi günkü telefon görüşmelerinde meseleyi açtığını belirterek, muhatabının “Bir arızadan dolayı bu işi şöyle bir 10-15 gün erteleme durumumuz olacak” dediğini aktardı.
Cumhurbaşkanı, açıklamasında “İran’da da kış şartlarının çok sert olduğunu” hatırlatarak, “Onlar da bundan dolayı bir sıkıntıları olduğunu bana ifade etti ve ‘Yani en kötü şartlarda bir 10 gün burada bir esneme yaparsak bu süreci atlatırız’ dedi” diye anlatıyor.
Erdoğan’ın Reisi ile diyaloğunu aktardığı bu ifadelerinden, sorunun gerisinde İran tarafındaki hem teknik arıza hem de sert kış koşullarının yattığını anlıyoruz.
Enerji Bakanı Fatih Dönmez de İran’ın 21 Ocak itibarıyla “akışı sıfırladığını”, bunun 10 gün süreceğini bildirdiğini duyurmuştur. Bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan, İranlı mevkidaşını kesintinin başlamasının hemen ertesi günü, 22 Ocak’ta aramıştır.
İRAN’IN AÇIKLAMALARI
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) hangi ülke en çok ihlal ediyor, hangi alanlarda ihlal ediyor gibi soruların yanıtlarını çıkan kararlar üzerinden bu tablolarda bulabiliyoruz.
Ben de her yıl bir yazımı, açıklanan yeni veriler üzerinden Türkiye’nin AİHM’deki ihlallerinin değerlendirmesine ayırıyorum.
Ancak geçen salı günü AİHM’nin İzlandalı başkanı Robert Ragnar Spano’nun düzenlediği basın toplantısıyla birlikte duyurulan son verilerin tahliline geçmeden önce geçmişe dönük bir olguyu hatırlamalıyız.
TÜRKİYE İHLALLERDE ÜÇÜNCÜ SIRADA
Türkiye, geçmişte AİHM’deki bireysel başvuru mekanizması çerçevesinde verilen ihlallerin sıralamasında her yıl tartışmasız birinci çıkmaktaydı. Yani, durumu en problemli ülkeydi. Ancak Rusya’nın 1998’de bireysel başvuruyu kabul etmesi ve ardından mahkemeden bu ülke hakkında birbiri ardına kararların çıkmasıyla birlikte, kuzey komşumuz 2012 yılından bu yana ihlallerde birinciliğe yerleşmiş bulunuyor.
Tabii, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin 2012 yılından itibaren bireysel başvurularda devreye girmesi de AİHM’ye giden başvuruların sayısını azaltmaya başladığı için bu sonucun ortaya çıkmasında bir etken oldu.
Geçen yılın dökümüne baktığımızda, AİHM’nin gerek Daire gerek Büyük Daire düzeyinde ele alıp sonuçlandırdığı başvuru dosyalarında, Rusya’nın içinde en az bir ihlal yer alan toplam 219 ihlal kararıyla yine birinci geldiğini görüyoruz.
Türkiye, 2012 sonrasında ihlallerde ikinciliğe yerleşmişti. Gelgelelim, bu yıl ikinci sırayı Ukrayna, Türkiye’den aldı, toplam 194 ihlal kararıyla.
Kuşkusuz, iki seçenek üzerinden “Hangisine öncelik verilsin?” sorusu karşısında Rusya/Çin tercihi AB/ABD’nin önünde çıkıyorsa, bu durumu Batı’ya duyulan tepkilerin, bu alandaki rahatsızlığın toplumda kök salmasının dışavurumu olarak ele almak, büyüteç altına yatırmak gerekiyor. Evet, çok ciddi bir mesele var karşımızda.
Aslında son dönemde yapılan hemen hemen her araştırmada Batı’ya karşı olumsuz bakışın artık sabit bir faktör halinde yerleştiğine, başı yukarı doğru bir çizgi halinde düzenli bir şekilde yükselmekte olduğuna tanıklık ediyoruz.
Bu çerçevede dost/düşman ülke algıları üzerinden yürütülen araştırmalarda da genellikle ABD’yi düşman görenler oldukça kalabalık bir küme olarak beliriyor. Örneğin, Metropoll’ün geçen haziran ayındaki bir araştırmasında ABD’yi düşman olarak algılayanların oranı yüzde 41.1 çıkarken, bu oran Rusya karşısında 24.5’e düşüyordu.
Türkiye’nin en azından kâğıt üstündeki stratejik ortağı, NATO’daki baş müttefiki ABD’nin ana tehdit olarak algılandığı bir ortamda, toplumsal eğilimlerde ibrenin Rusya/Çin eksenine doğru kayması şaşırtıcı olmamalıdır.
MUHALEFETİN DIŞ POLİTİKA REFLEKSLERİNİ İKTİDAR MI BELİRLİYOR?
Değindiğimiz araştırmayı yürüten ve her yıl bu soruya yanıt arayan Metropoll’ün kurucusu ve direktörü Prof. Özer Sencar, Rusya-Çin tercihinin Batı tercihinin önüne geçmesini bir dizi faktör üzerinden değerlendiriyor.
Prof. Sencar, “Son bir yılda hem ABD hem de AB ile ilişkiler sürekli bir şekilde kötüleşiyor. ABD’nin S-400’e tepki olarak Türkiye’yi F-35 programından çıkarması önemli bir faktör. AB de demokrasi ve hukuk ihlalleri nedeniyle Türkiye’yi dışında tutmak istiyor. Bu ikisinin tutumlarını da iktidar Batı ülkelerine karşı kullanıyor. Bu da vatandaşta ‘Batı bize düşman’ algısını yaygınlaştırıyor” diye konuşuyor.
Muhalefet liderleri burada tavır almadıkları için Batı karşısında kendi tabanlarını ister istemez iktidarın tanımladığı alana yönelttikleri görüşünü ileri sürüyor Prof.
Hangi tarafa derseniz hemen yanıtlayalım, doğuya doğru...
Bu bulgu, Metropoll’ün “Türkiye’nin Nabzı Ocak 2022” raporunda “Türkiye dış ilişkilerinde AB ve ABD’ye mi, yoksa Rusya ve Çin’e mi öncelik vermelidir?” sorusuna verilen yanıtlarda ortaya çıkmış.
Yanıtlarda “AB ve ABD” diyenler yüzde 37.5, “Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti” diyenler ise yüzde 39.4 çıkmış. “Fikrim yok” diyen ya da yanıt vermeyenlerin oranı ise yüzde 23.1 dolayında.
GEÇEN YIL BATI’YA DESTEK YÜZDE 40’IN ÜSTÜNDEYDİ
Bu rakamları görünce karşılaştırma yapabilmek için önceki araştırmalardaki benzer ölçümlerin sonucuna bakmak gerekti. Metropoll’ün kurucusu ve direktörü Prof. Özer Sencar’dan bir önceki araştırmayı paylaşmasını rica ettim. Tam bir yıl önce yapılan “Ocak 2021” araştırmasında da büyük ölçüde aynı sorular yöneltilmiş. O zaman bu soruya AB ve ABD diyenler yüzde 40.9 çıkarken, Rusya ve Çin’e öncelik verenler yüzde 27.6 görünüyor.
Burada önemli olan nokta, Metropoll’ün yıllardır düzenli olarak yönelttiği bu soruda ilk kez Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti tercihlerinin toplamda ABD ve AB’nin toplamının önüne geçmiş olmasıdır. Prof. Sencar da “İlk kez böyle bir durumla karşılaştık. Daha önce Batı tercihi hep öndeydi” diye konuşuyor.
Bu arada geçen yılki araştırmanın soruları arasında küçük bir farklılık bulunduğunu da kaydedelim. Geçen yıl “Hepsine öncelik verilsin”, “Hiçbirine verilmesin”, “Diğerleri” tercihleri de sorular arasında yer almış. Bu yıl ise başat tercihler ön plana çıkartılmış.
Geçen yıl “