Bu davanın ana konusu toplam 102 emekli amiral ile bir emekli kara tuğgeneral olmak üzere toplam 103 sanığın anayasal düzene karşı faaliyet yürütmekle suçlanmasıdır.
İddianamede, “Şüphelilerin ortak bir iştirak iradesiyle hazırladıkları bildiriyi kamuoyuyla paylaşarak, meşru iktidara karşı harekete geçmek üzere ve hükümetin görevlerini yapmasının kısmen veya tamamen engellenmesi amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde emir komuta dışında hareket edilmesini hedefledikleri” suçlaması yöneltiliyor.
Savcılık makamı bu çerçevede sanıkların Türk Ceza Kanunu’nun “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar”ın düzenlendiği beşinci bölümünde yer alan “Suç İçin Anlaşma” fiilini düzenleyen 316’ncı maddesinden cezalandırılmasını talep ediyor. Bu maddede, suçların ağırlık derecesine göre üç yıldan on iki yıla kadar hapis cezası öngörülüyor.
SANIKLAR ARASINDA ÜÇ KUVVET KOMUTANI
Kamuoyunda kısaca “Montrö ve Sarıklı Amiral Bildirisi” diye bilinen bu metin, 3 Nisan 2021 tarihinde kamuoyuna duyurulduğunda açıklamaya katılmış olan emekli amirallerin sayısı 104’tü. İddianamenin sonuçlanmasına kadar geçen süre içinde imzacılardan iki amiral vefat etmiştir. Bir açıklamayla amiraller bildirisine destek çıkan Türkiye Emekli Subaylar Derneği Başkanı emekli Tuğgeneral Namık Kemal Çalışkan da soruşturmaya dahil edilerek sanık yapılmıştır.
İddianamenin dikkat çekici birçok yönü var. Bunlardan birincisi, emekli üç deniz kuvvet komutanının da bildiriye onay verdikleri için yargılanacak olmasıdır. Bu şüpheliler, 2009-2011 yıllarında bu görevde bulunan Oramiral Eşref Uğur Yiğit, 2011-2013 dönemindeki komutan Oramiral Murat Bilgel ve 2013-2017 arasında toplam dört yıl süreyle aynı görevi yürüten Oramiral Bülent Bostanoğlu’dur.
Bostanoğlu’nun durumu özellikle kayda değerdir. FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sırasında Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Oramiral Bostanoğlu, o gece 01.30 sularında CNN Türk’e açıklama yaparak darbeye karşı tavır almış, komuta kademesi olarak bu girişimi kesinlikle kabul etmediklerini belirtmişti. Bostanoğlu, kalkışma sonrasındaki dönemde bir yıl daha kuvvetin başında göreve devam etmişti. Aynı komutan, bu kez anayasal düzene karşı faaliyetten 12 yıla kadar hapis cezası talebiyle yargılanacaktır.
Bu arada, sanıklar arasında Balyoz gibi kumpas davalarında FETÖ’nün hedefi olarak mağdur edilerek hapis yatan 22 amiralin de bulunduğu anlaşılıyor.
Dr. Koca, TBMM’de resmi vefat rakamı dışında “Dolaylı kayıplarla, iki hatta üç kez fazla vefatların olduğunun tahmin edildiğini” söylüyor.
“Dolaylı kayıplar”la kastedilen hangi vefatlardır?
İHTİYATLA BAKILMASININ ARKASINDAKİ FAKTÖRLER
Pandeminin 2020 Mart ayında, yani bundan iki yıla yakın bir süre önce Türk toplumunun hayatına girmesinden bu yana ülkemizde bu konuda yürütülen tartışmaların değişmeyen çekişmeli bir başlığı var: COVID-19 kaynaklı vefatların sayısı...
Sağlık Bakanlığı’nın turkuvaz tobloyla her akşam açıkladığı resmi vefat rakamları başından itibaren ciddi görüş ayrılıklarının, polemiklerin konusu haline gelmiş bulunuyor. Sağlık alanındaki örgütler, siyasi çevreler ve medyada gerçek rakamın açıklanandan daha yüksek olması gerektiği hususunda kuvvetli eleştiriler var başından beri.
Öncelikle, Bakanlık’ın salgının ilk döneminde PCR testleri pozitif çıkan günlük vakaların tümünü açıklamayıp, bu durumu 2020 sonbaharında gecikmeli olarak kabul edip, ardından eksik bildirilen vakaları listedeki toplama eklemesinin yaratmış olduğu bir güven sorunu var. Kabul edelim ki yaşanan bu hadise Bakanlık’ın resmi verilerine birçok çevrede ihtiyat payıyla yaklaşılmasına yol açan önemli bir faktör oldu.
Tabii bir faktör daha var. Türkiye’deki vefat/vaka oranı, (yaklaşık binde 8) başka ülkelerle kıyaslandığında oldukça düşük. Nüfusu çok daha küçük olup, daha az vakaya rastlanan ülkelerdeki (örneğin Polonya ve Ukrayna) toplam vefat sayısının Türkiye’deki rakamın üstünde çıkması gibi durumlar bu alandaki tereddütleri besliyor.
İ
“Sosyal hayatı eski ölçüde tahrip etmiyor. Neden? Çoğu insan hastalığı oldukça hafif geçiriyor. Neden?”
Bakana göre, bu soruların ilk sıradaki yanıtı “aşı” olgusudur. Bakan, ardından “Eksik aşılarınızı tamamlayın” çağrısında bulunuyor.
Salgınla mücadeleye oldukça iyimser bir bakış yansıtan bu paylaşımı Koca’nın önceki akşam günlük COVID-19 kaynaklı vaka, vefat ve ayrıca aşı verilerini paylaştığı tweet mesajından aktarıyorum.
Bu mesajın altındaki rakamlara baktığımızda, önceki gün 18 bin 796 vakanın tespit edildiği ve 171 kişinin vefat ettiği yazılıdır.
AŞILAMADA DÜŞÜŞ YÖNELİŞİ
COVID-19 kaynaklı vakalar ve vefatlar, son zamanlarda küçük oranda düşüşler kaydedilmekle birlikte, geçen ağustos ayından bu yana ana doğrultu olarak bir plato şeklinde yüksek bir eşikte seyretmektedir.
Bu rakamlar kadar düşündürücü olan bir gelişme, dünkü yazımızda bizzat Sağlık Bakanlığı’nın resmi rakamlarıyla göstermeye çalıştığımız üzere aşılama rakamlarında da ciddi bir düşüş eğrisinin belirmiş olmasıdır.
Örneğin, geçen kasım ayında ilk kez aşı olanların toplam sayısı 855 bine, ikinci doz aşı olanların sayısı ise 1.7 milyona kadar gerilemiştir. Bir doz aşı yaptıranlar ülke nüfusunun 67.2’sini oluşturmaktadır. İki doza çıkanlarda bu oran yüzde 60.2’ye düşüyor.
Bu tabloya bakarak iki ay önce 13 Ekim’de yayımlanan bir yazım “Aşı Kampanyasının Hız Kesmesi Kaygı Verici” başlığını taşıyordu. Aşağı doğru yöneliş devam edince geçen 17 Kasım’da çıkan ve grafikle desteklediğim yazıya “Dikkat, Aşı Kampanyası İrtifa Kaybediyor” başlığını atmıştım.
Dün sabah son haftaların seyrine baktığımda “hız kesme”, “irtifa kaybı” gibi nitelemelerin artık yetersiz kaldığı bir eşiğe doğru inmekte olduğumuzu gördüm. Aşılamada klasik kaygı ifadelerinin anlatmaya yetersiz kaldığı bir noktaya doğru savruluyoruz ne yazık ki...
AŞILAMADA YOKUŞ AŞAĞI GİDİŞ
Aslında aşılamanın ne kadar yavaşladığını izleyebilmek için yazımızı tamamlayan grafiğe göz atmak yeterlidir. Eylül ayında birinci ve ikinci doz ile hatırlatma aşısı olarak üçüncü ve dördüncü dozlar dahil toplam 15.7 milyon dolayında aşı yapılmıştır. Ekim ayında ise bu toplam yarıdan da fazla azalarak 7 milyona düşmüştür. Aşılananların toplam sayısı geçen kasım ayında aynı sert düşüşü sürdürerek 4 milyona inmiştir.
Geçen hafta pazartesi sabahı saat 09.00 ile dün sabah aynı saatte açıklanan verileri kıyasladığımda, 83.6 milyon nüfuslu Türkiye’de bir hafta boyunca birinci, ikinci ve hatırlatma dozları olmak üzere toplam 747 bin dozun biraz üzerinde aşı yapıldığını hesapladım.
Bu toplamda birinci doz aşılar 146 bin, ikinci doz aşılar 263 bin gibi bir sayıyı gösteriyor. Toplam içinde hatırlatma aşıları yarıdan biraz daha fazladır, 338 binin üzerindeki sayısıyla.
Kendisine yöneltilen soruda konunun “Avrupa Birliği Bakanlar Komitesi kararları” şeklinde formüle edilmesine ve Erdoğan’ın da yanıtında bu kararların öznesini “Avrupa Birliği” şeklinde telaffuz etmesine karşılık, burada kastedilen organın Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi olduğunu anlıyoruz.
Bu arada, aynı açıklamasında “Bizim yargımızın vermiş olduğu kararlar üzerinde biz Avrupa Birliği kararı tanımıyoruz. Ne biliyorlarsa onu yapsınlar” şeklindeki ifadesiyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) çıkan kararları daha genel bir çerçevede tanımama şeklinde yorumlanabilecek bir tutum da ortaya koymuş bulunuyor Cumhurbaşkanı Erdoğan.
ÇATIŞMACI BİR SÖYLEM ÖN PLANA ÇIKABİLİR
Cumhurbaşkanı’nın bu açıklamaları, AİHM kararlarının uygulamasını denetleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Kavala ve Demirtaş ile ilgili son kararlarına duyduğu tepkinin kamuoyu karşısında sert bir şekilde ifade edildiği siyasi bir hamle midir? Yoksa Erdoğan, siyasi bir tepki koymanın bir adım ilerisine geçerek, Türkiye’nin Avrupa Konseyi sistemi içinde AİHM kararlarının uygulanmasıyla ilgili yükümlülüklerini gözden geçireceği bir noktaya kadar gidecek midir?
İkinci şıkkın seçilmesi, kuşkusuz Türkiye’nin genelde Batı dünyası ile ilişkileri bakımından çok hassas bir durum yaratacaktır. Çünkü Türkiye, öncelikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf bir ülke olarak AİHM kararlarını uygulama taahhüdü altındadır.
Ayrıca, bu tartışmanın Anayasa’nın 90’ıncı maddesini de ilgilendiren bir yönü var. AK Parti iktidarının ilk döneminde gerçekleştirdiği en önemli reformlardan biri, 2004 yılında Anayasa’nın 90’ıncı maddesinde yapılan değişiklik olmuştur. Bu değişiklikle, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler ile Türkiye’deki yasaların aynı konuda farklı hüküm içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda -uluslararası antlaşma hükümlerinin uygulanması- benimsenmiştir.
Bu alandaki uluslararası antlaşmaların en önemlilerinden biri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. AİHM’nin bu sözleşmeyi yorumlayan içtihatları da bu kapsamdadır. Söz konusu değişiklikle, Sözleşme ve AİHM kararları normlar hiyerarşisinde Türkiye’deki yasaların ve mahkeme kararlarının üstünde bir konum kazanmıştır. Bu durumda 2004 yılında yapılan değişiklik tersyüz mü edilecektir?
Bütün bu soruların yanıtlarını görebilmek açısından önümüzdeki dönemdeki uygulamayı beklemek en doğrusu olacaktır. Cumhurbaşkanı
Bu koalisyon modelinin Almanya’daki ilk denemesi 1998 yılında Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller arasında kurulan ve 2005’teki erken seçime kadar iki dönem devam eden ikili koalisyonla yapılmıştı aslında. Aradaki farklardan biri, Hür Demokratlar’ın da katılımıyla üçlü bir çerçeveye geçilmesidir.
Kayda değer bir diğer fark, Yeşiller’in bu kez çok daha geniş bir kitlesel desteğe ve Meclis’te sayıca daha güçlü bir gruba sahip bulunmalarının yanı sıra, buna paralel bir zeminde koalisyon protokolüne tuğralarını eskiye kıyasla daha kuvvetli bir şekilde vurmuş olmalarıdır.
Yeni koalisyonun önemi, ortak protokole de yansıdığı üzere “yeşil ekonomi”ye yönelen, bu çerçevede yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik veren, buna dönük bir takvim üzerinden son derece iddialı hedeflerle yola koyulmasıdır.
Üçlü koalisyon hükümetinin mutabık kalınan ayrıntılı koalisyon protokolünü hayata geçirip başarılı olması, Avrupa’da uzlaşı kültürünün iyice kökleştiğini göstermesi açısından bütün demokrasiler için değerli bir emsal oluşturacaktır.
Hükümette Yeşiller Partisi’nden Türkiye kökenli Cem Özdemir Tarım Bakanı olurken, Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Claudia Roth da Kültür ve Medyadan sorumlu DevletBakanlığını üstlenmiştir.
Sonuçta, Almanya’daki koalisyon hükümeti Yeşiller’in siyasi hareket olarak bir yükseliş ivmesi yakaladıklarına işaret ediyor.
YEŞİLLER PARTİSİ’NİN TÜZEL KİŞİLİĞİNİ KAZANMASINDA GÜÇLÜK
Almanya’daki yeni koalisyon hükümetinin kuruluş sürecinde Yeşiller’in kazandığı konumu incelemem, Türkiye’de kurulmak istenen Yeşiller Partisi’nin karşılaştığı sorunların ne durumda olduğu hususunda merakımı da tetikledi. Geçen 7 Temmuz’da kaleme aldığım “
Özellikle Birleşik Krallık’ın 2016 referandumuyla başlayan Brexit süreciyle Avrupa Birliği’nden ayrılması, bu arada son dönemde Fransa ile sürekli inişli çıkışlı bir şekilde seyreden ilişkilerin Emmanuel Macron’un cumhurbaşkanlığı ile birlikte iyice öngörülemez bir çizgiye savrulması, Türkiye’yi AB cephesinde başlıca muhatap olarak Almanya ile karşı karşıya bırakmıştır.
Aslında yakın tarihte Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefinin serüvenine baktığımızda, Almanya’nın burada ne kadar belirleyici bir rol oynadığını kolaylıkla görebiliriz. 1997 aralık ayında Lüksemburg’da düzenlenen AB zirvesinde 11 ülkeye tam üyelik taahhüdünü içeren tarihi genişleme kararı alınırken, Türkiye’nin bu grubun dışında bırakıldığını hatırlayalım. Türkiye’de derin bir hayal kırıklığına yol açan Lüksemburg kararında dönemin Almanya Şansölyesi Hırıstiyan Demokrat Helmut Kohl’un olumsuz tutumu kilit bir rol oynamıştır.
Gelgelelim bu hadiseden iki yıl sonra AB’nin 1999 aralık ayında toplanan Helsinki zirvesinde Türkiye’nin tam üyelik adaylığı resmen tescil edildiği ve ardından tam üyelik müzakereleri 2005 Ekim ayında başladığında, Almanya’da başbakanlık koltuğunda sosyal demokrat Gerhard Schröder oturmaktaydı. Schroder’ın gelişi, AB’nin tutumundaki farkı yaratan temel faktörlerden biriydi. Tabii, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair’in bu süreçteki destekleyici rollerini de teslim etmek gerekir.
Ardından 2005 Kasım ayı sonunda görevi Schröder’den devralan Hıristiyan Demokrat Angela Merkel, tam üyelik müzakerelerinde muhtelif fasılların açılmasını engellememekle birlikte, zaman içinde frene basarak tüm üyelik sürecinin ivmesinin kaybolmasına neden olan Avrupa cephesindeki en önemli oyuncu olmuştur; 2007’de işbaşı yapan Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ile birlikte... Kuşkusuz, buna paralel bir şekilde Türkiye cephesinde AK Parti’nin tam üyelik heyecanını kaybetmesi de diğer faktörler arasında kayda geçirilmelidir.
MERKEL VE JEOSTRATEJİK BAĞIMLILIK FAKTÖRÜ
Şansölye Merkel, Türkiye’nin tam üyeliğine sıcak bakmadığını hiçbir zaman saklamamıştır. Bununla birlikte, her zaman Türkiye ile yakın bir diyalogu savunmuştur. Merkel döneminde Almanya’nın Türkiye’ye bakışında, 2016 yılında AB ile imzalanan Göç Mutabakatı ile Ortadoğu’dan Avrupa’ya dönük göçmen dalgasını frenleyecek bir tampon ülke işlevi ön plana çıkmıştır.
Merkel’in vurgulanması gereken bir başka yönü, son dönemde Almanya’nın ağırlığını kullanarak AB’nin Türkiye ile diyaloğunu da önemli ölçüde üstlenmiş olmasıdır. Örneğin, 2020 sonbaharında Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında patlak veren tehlikeli askeri gerginliğin yatıştırılmasında kendisinin doğrudan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yürüttüğü diyalog kayda değer bir rol oynamıştır. Merkel’in bu arada AB içinde Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin Türkiye karşıtı hamlelerini belli ölçülerde dengelediği de bu muhasebeye dahil edilmelidir.
Buna karşılık
Bakanlar Komitesi’nin geçen hafta Strasbourg’da yaptığı bu toplantıda, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararlarının yanı sıra, mahkemenin Alevi meselesinin muhtelif yönleriyle ilgili verdiği bir dizi kararın ne ölçüde hayata geçirildiği de bir bütün halinde değerlendirildi.
Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin daimi delegeler düzeyinde temsil edildiği Bakanlar Komitesi, bu değerlendirme sonunda, Türkiye’deki Alevilerin durumu hakkında verilen AİHM kararlarının uygulanmasında bir ilerleme sağlanmadığı tespitini yaparak, bu kararların gereğinin yerine getirilmesi çağrısında bulundu.
MASADA UYGULAMA BEKLEYEN DÖRT KARAR VAR
Bakanlar Komitesi kararı, AİHM’nin geçmişte muhtelif tarihlerde Alevilerle ilgili almış olduğu toplam dört kararın uygulamasına odaklanıyor. Ancak her birini değerlendirmeden önce AİHM’nin bu konuda Türkiye’ye bakışına dönük genel bir hatırlatma yapıyor. Bu çerçevede AİHM’nin Türkiye’deki “Devlet makamlarının Alevi topluluğuna, dini ibadetlerine ve ibadet yerlerine dönük tutumunun, devletin nötr ve tarafsız olma sorumluluğu ile dini toplulukların özerk bir şekilde var olma hakkı ile bağdaşmadığını” tespit ettiği vurgulanıyor.
Ele alınan AİHM kararlarından biri, AİHM’nin 2014 yılında aldığı “Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı/Türkiye Davası Kararı”dır ve cemevlerinin elektrik faturalarının devlet tarafından ödenmemesi nedeniyle Türkiye’ye verilen ihlalle ilgilidir.
AİHM’nin bir diğer kararı, 2007 tarihli “Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Davası Kararı”dır. AİHM, bu dosyada Alevi ailelerin çocuklarının zorunlu din derslerine sokulmasında ihlal bulmuştur. Bunun üzerine hükümetinin getirdiği bir düzenlemeyle -dini kimliğin beyan edilmesi koşuluyla- çocukların bu dersten muaf tutulmasının yolu açılmıştır. Ancak AİHM yapılan bir başvuru üzerine, bu kez 2014 yılında aynı başlıkta ikinci bir karar alarak (Mansur Yalçın ve Diğerleri/Türkiye Davası) “öğrenci velilerini dini veya felsefi inançlarını açıklamaya zorlamayacak koşulların geciktirilmeden oluşturulmasını” istemiştir. Mahkemenin Eylem Zengin ve Mansur Yalçın kararları birbirini tamamlayan metinlerdir.
Ve nihayet AİHM Büyük Dairesi, 2016 yılında aldığı “İzzettin Doğan ve Diğerleri/Türkiye Davası Kararı”nda meseleyi çok kapsamlı bir şekilde değerlendirmiştir. Büyük Daire, bu kararında Türkiye’de devletin Alevilere ayrımcılık yaptığını kayda geçirmiş, Alevilere Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinden pay ayrılmasından cemevlerinin ibadethane olarak tanınmasına kadar uzanan bir dizi adımın atılması beklentisini kayda geçirmiştir.
CEMEVLERİNİN ELEKTRİK