Sedat Ergin

Anayasa Mahkemesi Başkanı’ndan ‘adil yargılanma hakkı’ uyarısı

13 Ocak 2022
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Prof. Zühtü Arslan, geçen pazartesi günü düzenlenen “Adli Yargılanma Güvencesi Olarak Silahların Eşitliği İlkesi” başlıklı sempozyumda “Bu sayı ve oranlar bize adli yargılanma hakkı konusunda önemli bir meselemiz olduğunu söylüyor” diye konuşuyor.

Önemli mesele” nitelemesine yol açan sayı ve oranlar nedir?

Başkan Arslan’ın bu tespiti, AYM’nin bireysel başvuruları incelemeye başladığı 2012 yılından bugüne dek verdiği “ihlal kararları” içinde “adil yargılanma hakkı” üzerinden çıkan kararları konu alıyor. Buna göre, ihlal kararlarının “büyük bir bölümü” bu kategoride verilmiştir.

İhlallerin bu boyutuna dikkat çekerken “Bu noktada bireysel başvuru istatistiklerinin endişe verici olduğunu üzülerek belirtmek isterim” diyor AYM Başkanı.

İHLALLERİN YÜZDE 77’Sİ ADİL YARGILANMA HAKKINDAN

Prof. Arslan’a göre, yalnızca geride bıraktığımız 2021 yılında mahkemeye yapılan 66 bin civarında başvurunun yüzde 73’ten fazlasında adil yargılanma hakkının ihlal edildiği şikâyeti yer alıyor. Yani vatandaşlar, mahkemelerde hakkaniyete uygun bir yargılama görmedikleri, mağdur edildikleri şikâyetiyle soluğu AYM’de alıyorlar.

İlginç olan nokta, AYM’nin de birçok dosyada şikâyet sahibi vatandaşları haklı bulmuş olmasıdır.

Nitekim Başkan’ın paylaştığı çarpıcı bir istatistik, AYM’nin bugüne dek verdiği ihlal kararlarında adil yargılanma hakkından çıkan kararların yüzde 77 ile toplam içinde birinci sırada gelmesidir.

Bir başka anlatımla, neredeyse mahkemeden çıkan her dört ihlal kararından üçü, hatta biraz fazlası, adil yargılanma hakkından veriliyor. Diğer hak ihlallerine ilişkin kategoriler bu başlığın arkasından geliyor.

Yazının Devamını Oku

COVID-19 her evin kapısından içeri girmeye çalışıyor gibi

12 Ocak 2022
Son günlerde yakınlarımla, arkadaşlarımla, meslektaşlarımla diyaloglarımda giderek genişleyen bir yer tutmaya başladı yeni COVID-19 vakaları.

Kiminle konuşsam, muhatabım ya COVID-19 geçirmiş oluyor ya da bir yakınının virüse yakalandığını, hatta evde karantina durumunun yaşandığını anlatıyor. Yoğun bakımda tedavi altına alınan vakalar da var rastladıklarım arasında.

COVID-19 ülkemizde 2020 yılı mart ayından bu yana hüküm sürüyor. Salgın, muhtelif dalgalar halinde seyretti bu geçen süre zarfında. Bundan önceki dalgalarda bugün gözlediğimiz ölçüsünde bir vaka yoğunluğuna tanıklık etmemiştik günlük hayatımızın akışı içinde.

Örneğin, geçen hafta sekiz yaşındaki yeğenimin gittiği ilkokulda sınıfındaki iki öğrenci COVID-19 çıkınca, çevrimiçi eğitime geçtiler ve derslere evden devam edildi. Neyse ki dün sınıfında yeniden yüz yüze eğitime dönüldü ve bizimki de okuluna gidebildi.

‘ÖNCE STÜDYODAKİ TOZDAN ZANNETTİM’

Bu arada, geçen pazar günü virüse yakalandıklarını öğrendiğim iki meslektaşıma WhatsApp’tan “Geçmiş olsun” mesajı gönderdim.

Her ikisi de kadın olan bu meslektaşlarımdan birincisi (48), virüse yakalandığını geçen cuma günü fark etmişti. Hepsi BioNTech olmak üzere üç aşılıydı üstelik. “Geçen cuma günü ofiste boğazımda gıcık oldu. Herhalde stüdyodaki tozdandır, dedim. Akşam eve geldiğimde bizimkilerle yemek yerken tat ve koku alamadığımı, bir gariplik olduğunu fark ettim. Ertesi sabah ailece hastaneye gidip test yaptırdık. Sonuç, ben ve annem pozitif, kız kardeşim ve babam negatif çıktı” diye anlattı.

İlginç olan, başka hiçbir belirtinin olmamasıydı. Dün kendisiyle sohbet ederken “Koku ve tat duygusu hâlâ gelmedi, biraz zaman alıyormuş. Ama öksürüğüm yok. Bir de bugün ilk kez sırtımda ve göğsümde bir ağrı hissettim” dedi. Yine de durumu çok sıkıntılı görünmüyordu. “Evde hepimiz bir odaya çekilmiş vaziyette yaşıyoruz” diye anlattı içerdeki görüntüyü.

‘AĞIR GRİP 

Yazının Devamını Oku

Kazakistan’daki gelişmelere nasıl bakmalıyız?

11 Ocak 2022
Çok değil, yılbaşından hemen önce Kazakistan’da geçen hafta yaşanan olaylara dair bir kehanet ortaya atılsa, muhtemelen birçok kişi buna şüpheyle yaklaşırdı.

Kazakistan, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılı sonunda dağılmasından sonraki otuz yılı aşkın süre içinde Orta Asya bölgesindeki en önemli istikrar merkezi olarak görülmüştü.

Petrol ve doğalgazın yanı sıra altın ve uranyum dahil pek çok doğal zenginliğe sahip, yüzölçümü olarak Türkiye’nin üç buçuk kat büyüklüğünde, Hazar Denizi kıyılarından Çin Halk Cumhuriyeti sınırlarına kadar devasa bir coğrafyaya yayılan, buna karşılık 19 milyona yaklaşan görece küçük bir nüfusu barındıran bir ülkeden söz ediyoruz.

Tabii Kazakistan’daki istikrar kavramı, ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından bu yana ipleri elinde tutan eski Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev ile özdeşleşmişti. Nazarbayev, 2019 yılında görünüşte geriye çekilip yerine halefi olarak eski başbakanlardan Senato Başkanı Kasım Cömert Tokayev’in önünü açmıştı. Ancak Nazarbayev‘in “Güvenlik Konseyi Başkanı” olarak perde gerisinden ipleri elinde tutmaya devam ettiği, dolayısıyla yine onun ismiyle özdeşleştirilen bir istikrarı temsil ediyordu ülkedeki yönetim modeli.

Toplam 164 insanın öldüğü, 2 bin dolayında insanın yaralandığı, 8 bine yakın insanın gözaltına alındığı bu hadiseler sırasında Nazarbayev heykellerinin kaldırımlara düştüğü, Başkanlık Sarayı’nın, devlet dairelerinin ciddi hasara uğradığı görüntülere bakınca, dışarıdan atfedilen istikrar tablosunun ne kadar yanıltıcı olabileceği şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır.

SPONTANE PROTESTOLAR NASIL ŞİDDET EYLEMİNE DÖNÜŞTÜ?

 Aslında Kazakistan’da meydana gelen olayların perde arkasının tam olarak açıklık kazandığını söyleyebilmek bu aşamada güç. Yılbaşından hemen sonra ülkenin batısında sıvılaştırılmış petrol gazına (LPG) yapılan zamları ve ekonomik koşulları protesto amacıyla başlayan gösteriler, kısa zamanda ülkenin başka kentlerine ve bu arada eski başkent Almati’ye sıçradı.

Burada dikkat çekici olan bir nokta, ülkenin batısında barışçıl bir çizgide yola çıkan protestoların sonradan diğer şehirlerde özellikle de Almati’de farklı bir nitelik kazanmış olmasıdır. New York Times’ın görgü tanıklarına dayanarak bildirdiğine bakılırsa, protestoları başlatan kesimlerle daha sonra sokağa yayılan şiddete meyilli sivil gruplar arasında bariz bir fark var. Bu arada sosyal medya hesaplarından da teyit edilen bir husus, geçen çarşamba günü gösteriler patlak verdiğinde polisin geri çekilmiş olmasıdır.

Sahadan gelen bu gibi bilgiler, görüntüler, başlangıç aşamasında hedefi zamları protestoyla sınırlı olan gösterilerin bir noktada Kazakistan’ı yöneten kadrolar arasında bir iç hesaplaşmada kullanıldığı yolundaki spekülasyonları da tetikliyor.

Yazının Devamını Oku

İnternet haberlerine erişim yasaklarına AYM’den özgürlükçü bir müdahale

8 Ocak 2022
İlk bakışta Türkiye’de sistemin gözünden “olağan şüpheliler”in bir resmi geçidi gibi duruyor. Hepsi de orada. Nerede? Anayasa Mahkemesi’nin dün Resmi Gazete’de yayımlanan son ihlal kararının girişindeki başvuru sahipleri listesinde.

Anayasa Mahkemesi (AYM), internette haberlere erişime getirilen kısıtlamalar nedeniyle yapılan muhtelif bireysel başvuruları birleştirip tek bir “pilot dava”ya dönüştürmüş. Bu davada alınan kararda başvuru sahiplerinin listesinin başında “diken.com.tr”nin yayıncısı olan şirket var. Adı “Keskin Kalem Yayıncılık ve Ticaret A.Ş.”.

Başlarının derde girmesinin nedeni, 2018 yılında CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun TBMM’de çocuk istismarı konusunda özel bir araştırma komisyonu kurulması için yaptığı başvurunun reddedildiğini anlatan bir haber hazırlamış olmaları. TBMM Başkanlığı’nın başvurusu üzerine Ankara 2. Sulh Ceza Hâkimliği bu habere erişim yasağı getirmiş. İnternet sitesinin Ankara 3. Sulh Ceza Hâkimliği’ne yaptığı itiraz da reddedilmiş. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuşlar.

Bir diğer başvurucu, “sol.org.tr” isimli internet haber sitesinin sahibi olduğu “Gelenek Basım Yayım ve Ticaret Ltd.”. Bu site, 2018 yılında bir özel kolejin öğretmenlerin maaşlarını ödemediği yolundaki iddiaları ve ayrıca çocukların kaydını alan velilerin ödedikleri ücretlerin iade edilmediğine ilişkin şikayetlerini aktarmış. Bu haberlere de engel getirilmiş. İtirazları sonuç getirmeyince onlar da çareyi AYM’ye başvurmakta bulmuşlar.

Üçüncü başvurucu yine soldan bir yayın organı olan Birgün gazetesi. Gazetede ve “birgun.net” isimli internet sitesinde 2018’de Hasankeyf taşıma ihalesinin iptal edildiğini ve konu ile ilgili üç kamu görevlisi hakkında soruşturma açıldığını duyuran bir haber yapılmış. Bu kamu görevlilerinin başvurusu üzerine erişim engeli gelmiş. Bu dosya da aynı güzergâhı izleyerek AYM’nin önüne kadar gelmiş.

Dördüncü başvurucu, bugün Sözcü’de yazmakta olan gazeteci-köşe yazarı Çiğdem Toker. 2016 yılında Cumhuriyet’te çalışırken gazetenin internet sitesinde de yayımlanan “Ferhat Tepe Dosyası Neden Kapandı?” başlıklı bir yazı kaleme almış Toker. 1993 yılında faili meçhul bir cinayete kurban giden Özgür Gündem gazetesinin Bitlis muhabiri Tepe’nin ölümünün üstünün kapatılmasını sorgulamış bu yazısında.

İlginç bir not, Tepe’nin ölümüyle ilgili olarak devlet makamlarının etkili bir soruşturma yürütmedikleri gerekçesiyle AYM’nin 2016 yılında verdiği bir “hak ihlali” kararı var. Toker’in yazısında adı geçen, dönemin Tatvan’daki 6. Tugay Komutanı Tuğgeneral K.T. başvuruda bulununca, bu yazıya da erişim yasağı gelmiş. Gazeteyi yayımlayan “Yeni Gün Haber Ajansı A.Ş.” de aynı dosyadaki diğer başvurucu.

Bir başka şikâyet sahibi, “gazeteduvar.com.tr”yi yayımlayan “And Gazetecilik, Yayıncılık, Sanayi ve Ticaret A.Ş”. Site, Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu’nun 2019 yerel seçimi öncesinde CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Ekrem İmamoğlu hakkındaki sözleri nedeniyle yayımladığı “Yunan Olmak da Ayıp Değil, Pontus da...” başlıklı haber nedeniyle de erişim engeli görmüş ve aynı süreçten sonra AYM’ye gitmiş.

Yazının Devamını Oku

AYM kararı sonrası: Biber gazından ölen Aynur Kudin soruşturması yeniden açılıyor

7 Ocak 2022
Dünkü yazım Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılı ekim ayında Şanlıurfa Viranşehir’de biber gazına maruz kaldıktan sonra hayatını kaybeden Aynur Kudin adındaki vatandaşımızın ölümüyle ilgili soruşturmanın üstünkörü yapılıp kapatılması nedeniyle Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından verilen bir “hak ihlali” kararını anlatıyordu.

Mahkemenin bu kararı, Türkiye’de hak ihlalleri söz konusu olduğunda sıkça devlet görevlilerinin sorumluluklarının üzerini örtmeye dönük yaygın “cezasızlık kültürü”nün gerisindeki zihniyeti sergileyen, bu zihniyetin pratiklerinin nasıl işlediğini belgeleyen bir referans metin olarak görülebilir.

Aslında devletin muhtelif birimlerinin, bir vatandaşın ölümüyle sonuçlanan bir hadise karşısında izledikleri hareket tarzının bir MR’ını çekiyor AYM kararı. Baktığımızda, kesitler halinde bu soruşturmaya dahil olan bütün devlet kademelerinin sorumluluklarını tek tek görebiliyoruz.

Viranşehir Cumhuriyet Başsavcılığı, Viranşehir Emniyet Müdürlüğü, Şanlıurfa Adli Tıp Şube Müdürlüğü, daha sonraki aşamada ikinci bir otopsi raporu yazan İstanbul’daki Adli Tıp Kurumu, Şanlıurfa Birinci Sulh Ceza Hâkimliği, AYM’ye Başsavcılığın “olayı aydınlatan bir soruşturma yürüttüğü” belirten Adalet Bakanlığı...

Hepsi, evinin önünde yoğun biber gazına maruz kaldıktan sonra şuuru kapalı bir şekilde hastaneye kaldırılıp yoğun bakıma alınan ve burada hayatını kaybeden Aynur Kudin’in ölümünde devlet görevlilerinin herhangi bir kusurlarının olmadığı tezinde pay sahibidir elbirliği içinde. Özetle, cezasızlık kültürü bir kez daha kendisini göstermiştir.

KAMU GÖREVLİLERİ HESAP VERMEK ZORUNDA

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ikinci maddesinde “Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur” diye başlıyor. Anayasa’nın 17’nci maddesi “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” diyerek yaşam hakkını güvence altına alıyor. Bu da vatandaşların Anayasal bir hak olarak yaşam hakkının getirdiği güvencelere sahip olmalarını zorunlu kılıyor.

Bu güvencelerin işlemediği ve ihlallerin meydana geldiği durumlarda devlet bu olayları soruşturmak yükümlülüğü altında. AYM kararında Anayasa’nın 17’nci maddesine atıf yapılıyor ve, “Ölümle sonuçlanan bir sürecin gerçekleşme koşullarının ortaya çıkartılmasının açık bir gereklilik olduğu” hatırlatılıyor.

Bu çerçevede, “

Yazının Devamını Oku

Bir ölümün üstü nasıl örtülür?

6 Ocak 2022
Suriye’nin Kobani şehrinde meydana gelen olaylar sırasında güneydoğu ağırlıklı olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde yoğun protestoların sürdüğü 2014 yılı ekim ayına dönelim.

Anayasa Mahkemesi’nin bugün değineceğimiz kararına eşlik eden “Basın Duyurusu”nun “Olaylar” bölümünde şöyle aktarılıyor bireysel başvuruya konu olan 8 Ekim 2014 tarihli ölüm hadisesi:

Bu olaylar sırasında Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesinde de protesto gösterileri, eylemleri gerçekleştirilir. Başvurucu Kadir Kudin’in oğlu S.K., babasının uyarısı üzerine dışarı çıkarak evin önünde duran otomobillerini olası bir kargaşada zarar görmemesi için otoparka çeker. Eve doğru yürürken göstericilerin de evin bulunduğu sokağa doğru kaçması üzerine polis tarafından gözaltına alınır.

Hadiseyi evin balkonundan izleyen ablası Aynur Kudin, “Durun, kardeşimi bırakın, o suçsuz” diye seslenir. Polisler evin balkonuna biber gazı atar. Aile bireyleri yoğun biber gazına maruz kalır. Kadir Kudin, kızıyla birlikte oğlunun suçsuz olduğunu anlatmak için sokağa çıkar. Ancak polis ekipleri biber gazı kullanmaya devam eder. Aynur Kudin, yoğun gazdan etkilenerek hastaneye kaldırılır. Tedavisi sürerken dokuz gün sonra 16 Ekim 2014 tarihinde hayatını kaybeder.

Ölümün şüpheli olduğu yolunda yapılan bildirim üzerine Viranşehir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılır. Başsavcılık, 26 Ocak 2018 tarihinde (üç yıl üç ay kadar sonra) kovuşturmaya yer olmadığına karar verir. Kadir Kudin’in bu karara yaptığı itiraz da Viranşehir’deki Sulh Ceza Hâkimliği tarafından reddedilir.

KONU AYM’NİN ÖNÜNE GELİYOR

Baba, kızının kolluk görevlilerinin müdahalesi sonucu ölmesi ve olayla ilgili olarak etkili ceza soruşturması yürütülmemesi nedeniyle “yaşam hakkının ihlal edildiğini” ileri sürerek, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulunur. Tarih 25 Mart 2018.

AYM, dosyayı inceleyerek başvuru sahibini haklı bulmuştur.

Yazının Devamını Oku

2021’DEN 2022’YE TÜRK DIŞ POLİTİKASI (6) - Batı ile ilişkiler rayına oturmayınca...

5 Ocak 2022
Bundan önceki yıl sonu yazılarımda ABD, AB, bölge ülkeleri, Suriye ve Rusya ile ilişkiler üzerinden Türkiye’nin dış ilişkilerinin 2021’deki seyri ve 2022’ye dönük görünümünü kesitler halinde değerlendirdim. Bugün topluca nihai bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Bundan önceki yıllarda yaptığım benzer analizler, ana yöneliş olarak Türkiye’nin son dönemde bölgesel askeri aktivizminin artmasının dış ilişkilerine taşıdığı sonuçlara da odaklanıyordu. Türkiye’nin askeri gücünü devreye sokmaktan kaçınmayan aktivizmi 2016-2019 arasında iyice kuvveden fiile çıkmış, özellikle 2020 yılı bu politikanın Doğu Akdeniz’e, Libya’ya ve Kafkasya’ya kadar taşındığı bir dönem olmuştu.

Yabancı yorumcuların da o dönemde üzerinde birleştikleri bir görüş, Türkiye’nin yakın çevresinde gördüğü bütün jeopolitik boşlukları doldurduğu, bunun için Batılı ülkelerle, Rusya ile, bölgesel aktörlerle rekabete, çatışmaya girmekten çekinmediği yolundaydı.

Geçen ekim ayında kaybettiğimiz Türkiye’nin dış politika yazarlarının duayeni Sami Kohen’in bakışıyla, 2020 Türkiye için bir “yayılma yı” olmuştu. Kohen, Türkiye’nin dış politikasında faaliyet ve nüfuz alanını bölgesel ve küresel çapta genişlettiğini belirterek, bu durumu 2020’de politikanın “en kalıcı, en belirgin özelliği” olarak gösteriyordu Milliyet’teki 29 Aralık 2020 tarihli yazısında.

2020 sonunda dikkat çektiğimiz bir olgu, bu yöneliş sonucu Türkiye’nin uluslararası alandaki algısının artan ölçüde “sert güç” kimliği üzerinden tanımlanmaya başlamasıydı. Gördüğümüz bir sakınca, bu durumun Türkiye’nin elindeki diplomasi imkânlarının ve aynı zamanda görece “yumuşak gücü”nün ikinci plana düşmesi riskini doğurmasıydı.

DOĞU AKDENİZ’DE KURULAN İTTİFAK

Geride bıraktığımız 2021 yılı, genel hatlarıyla bu “yayılma”nın ardından yapılan bir muhasebenin ışığında diplomasi alanında bazı ayarlamaların devreye sokulması çabasına sahne olmasıyla hatırlanacaktır muhtemelen. Bu muhasebe şu nedenle gerekli olmuştur:

Şurası bir gerçek ki, Türkiye bütün jeopolitik boşlukları etkili bir şekilde doldururken, kendisine karşı büyük bir jeopolitik ittifak da vücut bulmuştur. Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bir araya gelip, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni, ayrıca başta Fransa olmak üzere bir dizi Batılı aktörü de aralarına almaları üzerinden bir çevreleme harekâtı adım adım ilerlemiştir. Bu gelişmenin önemli bir sonucu, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kurulmakta olan enerji denkleminden dışlanması olmuştur.

Bu arada, Fransa ile Yunanistan arasında NATO Antlaşması açısından da tartışma yaratan,

Yazının Devamını Oku

2021’den 2022’ye Türk Dış Politikası (5)-Rusya ile çatışarak işbirliği modeli ilerlemeye devam ediyor

4 Ocak 2022
Türkiye ile Rusya arasındaki dinamiklerin ne kadar karmaşık bir çerçevede yürümekte olduğunu gösterebilmek için önceki günden iki gelişmeyi aktararak başlayalım.

Rus savaş uçakları, önceki gün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harekât alanı olan, binlerce Türk askerinin sahada bulunduğu Hatay’ın hemen karşısındaki geniş İdlib bölgesinde, İdlib şehir merkezine su veren pompa istasyonunu bombaladı. Bu saldırıda tesis büyük hasar gördü.

İdlib’deki hava saldırılarında her seferinde -terör hedeflerine yöneldikleri- gibi gerekçelere sığınan Rusların, bu kez doğrudan su gibi insanların en temel ihtiyacını karşılayan bir altyapı tesisini vurabilmeleri, çatışma ortamında sahada ne kadar acımasız hareket edebildiklerini göstermesi bakımından yeteri kadar çarpıcı olmalıdır.

Rusya, İdlib bölgesinde yeni yıla hava harekâtlarının temposunu birden yükselterek adım attı. Yılbaşından önce başlayan, önceki gün yoğunlaşan saldırıların ardından Rus savaş uçaklarının sortileri dün de sürdü. Örneğin, dün öğleden sonra bu yazıyı yazmak üzere bilgisayarın başına oturduğumda, sahadaki durumu aktaran “syria.liveuamap.com” portalında Rus savaş uçaklarının iki yeni sortisi daha rapor edilmişti. Yazımla saldırılar biraz eşzamanlı gitti sizin anlayacağınız.

Rus savaş uçakları, dünkü saldırıda Halep’i Lazkiye’ye bağlayan M-4 otoyolunun kuzeyinde bulunan İdlib şehir merkezinin dış çeperlerine bomba attılar. Aynı zamanda M-4’ün altına düşen bölgede TSK ile rejim ordusu arasındaki sınır hattının 5 kilometre kadar kuzeyindeki el Bara’yı da vurdular.

Bu açıdan bakıldığında, Ruslar, TSK birliklerinin yayılmış olduğu bir bölgede hava harekâtlarını sürdürmekte bir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın, bu saldırılarla Suriye’de silahlı muhalefetin kuzeyde çekildiği son kalelerden biri olan İdlib’de, rejim ordusunu buraya girmekten alıkoyan Türkiye üzerinde belli bir baskıyı korumak istediğini tahmin edebiliriz.

ERDOĞAN-PUTİN GÖRÜŞMESİNDEN İŞBİRLİĞİ MESAJI

Önceki gün, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Lideri Vladimir Putin arasında yeni yılın ilk telefon konuşmasına da sahne oldu.

Her iki taraftan içerikleri büyük ölçüde benzeyen kısa açıklamalar yapıldı. Kremlin’in açıklamasında dolaylı bir ifadeyle Ukrayna bağlantılı NATO-Rusya gerginliğine atıf vardı. Bunun dışında Kafkasya, Libya ve Suriye başlıklarının gündeme geldiği belirtildi her ikisinde de. İki ülke arasındaki işbirliğini ileri götürme niyet ve kararlılığı da önemli bir ortak tema olarak vurgu aldı bu metinlerde.

Yazının Devamını Oku