Bu sırada kaleme aldığımız 28 Mayıs tarihli bir yazıda, atılan bu adımla bir emsalin yerleşmekte olduğunu, böylelikle Anadolu’da yerel düzeydeki muhafazakâr yapıların itirazları halinde, bu grupların dünya görüşleri ve ahlak anlayışlarına aykırı görülen konserlerin yasaklanmasının kapısının açıldığını belirtmiştik.
Aradan çok geçmedi, dalga Anadolu’dan Ege’de sahil şeridine kadar uzandı. Bu kez yıllardır yapılmakta olan Zeytinli Rock Festivali’nin iptal edilmesi hadisesiyle karşı karşıyayız.
*
Burhaniye Kaymakamlığı, bu hafta yapılması planlanan festivali “Vatandaşlar tarafından yapılan yoğun şikâyet ve yakınmalar göz önüne alınarak, kamu güvenliği ve sağlığı, toplumun huzuru, çevrenin korunması amacıyla uygun görülmediğini” belirterek yasaklamıştır.
Bu arada, İlim Yayma Cemiyeti, Eğitim Bir Sen, İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH), Diyanet Sen gibi muhafazakâr kuruluşların Burhaniye şubeleri de yaptıkları ortak bir açıklamayla festivale karşı olduklarını duyurmuştur.
Festival organizasyonunun yasaklamaya idare mahkemesi nezdinde yaptığı itiraz bu aşamada sonuçsuz kalmıştır. Etkinliğin eylül ayının sonunda gerçekleştirilebilmesi için hukuki düzeydeki girişimlerin sürdüğü anlaşılıyor. Festivalin akıbeti yargı cephesindeki sürecin sonuçlanmasını bekliyor.
*
İptal edilmeseydi, festivalin geçen çarşamba günü iki ayrı sahnede başlayacak olan konserler dizisi içinde hafta sonuna kadar Türkiye’nin önde gelen rock ve pop grupları, şarkıcıları bir şenlik havasında sahne alacaklardı.
Kuşkusuz, bu yönde adımların atılması ve 911 kilometre uzunluğunda bir sınırı paylaşan iki komşu ülkenin, aralarındaki sorunlar ne kadar zor ve karmaşık olursa olsun, üçüncü tarafların aracılığı üzerinden konuşmak yerine doğrudan diyalog yoluyla temas kurmaları tercihe şayan bir durumdur.
Ancak yolun başındayken karşımızdaki tablonun gerçekçi bir muhasebesini de yapmak gerekiyor. Siyasi diyalog kurulduğu takdirde, çözümü son derece zor, çok sıkıntılı meseleler bekliyor Türkiye ve Suriye’yi.
BM’NİN YOL HARİTASI UYGULANABİLİR Mİ?
Öncelikle, iki ülke arasında yeniden bir barış ve dostluk ikliminin tesis edilebilmesinin temel koşullarından biri, Suriye’deki krize bütün tarafları tatmin eden kapsamlı, kalıcı bir siyasi çözüm bulunmasıdır. Gelgelelim böyle bir çözüm şimdilik ufukta görünmüyor.
Suriye’de siyasi çözümü sağlayacak yol haritasını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlarında buluyoruz. Buradaki güzergâha bakarsak, önce BM gözetiminde yürütülecek görüşmelerde hükümet ile muhalefet arasında yeni bir anayasa üzerinde uzlaşıya varılacak, ardından ülkede “özgür ve adil seçimler” yapılacaktır.
BMGK’nin 2254 sayılı kararına göre, sayıları 7 milyona yaklaşan diasporadaki Suriyeliler de oy kullanacaktır seçimde. Yani Türkiye’deki yaklaşık 3.7 milyon sığınmacı içinde seçmen olma ehliyetine sahip olanlar da...
Halihazırda çok sayıda dışarıdan aktörün de sahada olduğu, üstelik herkesin elinin silahın tetiğinde beklediği bir ortamda BM’nin öngördüğü yol haritasının eksiksiz bir şekilde uygulanabilmesi, bu aşamada kâğıt üstünde iyi niyetli, soyut bir tasavvurdan ibarettir.
Aslında Astana formatında Türkiye ve Rusya’nın da faal oldukları bir süreç sonunda müzakereleri yürütmek üzere Anayasa Komitesi oluşturulmuş ve 30 Ekim 2019 tarihinde BM gözetiminde Cenevre’de görüşmelere başlanmıştır. Görüşmelerin sekizinci turu geçen haziran ayında tamamlanmış, temmuz ayı sonunda yapılması tasarlanan dokuzuncu tur ise ertelenmiştir. Geçen üç yıla yakın zaman zarfında anayasa yazım sürecinde anlamlı bir mesafe kat edildiğini söylemek zordur.
“Bu konuda rejimin yapacağı çalışmaya da biz her türlü desteği veririz...”
Tabii “Her türlü destek” ifadesi oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Zaten bu cümlenin hemen ardından rejime verilebilecek desteğin niteliğini netleştirme, bunu daraltma ihtiyacını duyuyor Dışişleri Bakanı, “Yani siyasi desteği veririz...” diye bir vurgu yaparak.
Çavuşoğlu, daha sonra şöyle devam ediyor:
“Rejimin de kendi topraklarında bir terör örgütünü temizlemesi en doğal hakkıdır. PKK terör örgütünü. Ama rejimin de ‘Bu bak bizim hakkımız’ diye de ılımlı muhalefeti terörist gibi görmesi de doğru değil.”
ABD HİMAYESİNDEKİ YPG’YE KARŞI REJİM İLE AYNI ÇİZGİDE
Son günlerde Suriye ile ilişkiler konusunda yaptığı açıklamalarla kamuoyundaki tartışmalarda ön plana çıkan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun geçen 27 Temmuz’da TV100 kanalında Erdoğan Aktaş’a sarf ettiği bu sözlerin üzerinde yeteri ölçüde durulmamıştı.
Ankara’dan üst düzey bir hükümet temsilcisinin, Şam’daki rejimin, PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’yi hedef alacak “
Mahkeme’nin Resmi Gazete’nin önceki günkü sayısında yayımlanan bu kritik kararı, 1982 Anayasası ile getirilen zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleriyle ilgili 2018 yılına kadar uzanan ciddi bir hak ihlali tespiti yapıyor.
Karar özü itibarıyla, bu dersin din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminden çıkıp aslında Anayasa’ya göre tercihli olması gereken din eğitimine dönüştüğünü belirtiyor. AYM, bu dersi “İçerik olarak dinler hakkında yansız ve tanıtıcı bilgiler vermek amacıyla zorunlu olması öngörülen din kültürü öğretimi kapsamında değil, İslam dininin ve onun belirli bir yorumunun eğitimi ve öğretimi” olarak değerlendiriyor.
Üstelik, 15 üyeli AYM’de 7’ye karşı 8 gibi tek oy farkıyla, yani çekişmeli bir çoğunluk oyuyla çıkması, bu kararın ilginç bir başka boyutunu oluşturuyor.
Kararın, AYM’nin Anayasa’nın “Din ve Vicdan Hürriyeti”ne ilişkin 24’üncü maddesinin din öğretimi ve eğitimi boyutuna ilişkin bugüne dek yaptığı en kapsamlı yorum olması, metnin ayrıntılı bir şekilde incelenip değerlendirilmesini gerekli kılıyor. Bu çerçevede önce başvuruya konu olan olayı kısaca özetleyerek başlayalım.
NÜFUS CÜZDANINDAN İSLAM İBARESİNİ ÇIKARTINCA...
Başvuru sahibi Hüseyin El adında 2009 yılında Eskişehir’de yaşayan bir vatandaşımız. El, kızı Nazlı Şirin’in zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden (DKAB) muaf tutulması için devam ettiği ilköğretim okuluna bir dilekçe veriyor. Dilekçe tarihi 1 Ekim 2009.
Bu dilekçeye yanıt Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden 22 Ekim 2009 tarihli bir yazıyla geliyor. Bakanlık başvuruyu reddederken, bu derslerden muafiyetin yalnızca T.C. uyruklu Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup öğrencilere verildiğini hatırlatıyor; o da durumlarını belgelendirmeleri kaydıyla.
Hüseyin El
Bu alımın bir engellemeyle karşılaşmaması için ABD Kongresi’ni ikna etme ihtiyacı duyuluyor. Salt bu nedenle Kongre üyeleri nezdinde lobi yapmak amacıyla bir grup AK Parti milletvekili Washington D.C.’ye gönderilmişti geçen mayıs ayında.
Kongre deyince, özellikle dış ilişkiler söz konusu olduğunda Temsilciler Meclisi’nin Dış İşleri Komitesi kilit bir rol oynuyor. ABD yönetimi, F-16 satışıyla ilgili resmi süreci başlatmaya karar verdiği noktada Kongre’ye yapacağı resmi bildirimin Senato’ya paralel bir şekilde Temsilciler Meclisi kanadında gideceği adres Dış İlişkiler Komitesi.
Bu komitenin başkanlığını New York üyesi Demokrat Gregory Meeks yapıyor. Kongre’nin bu önemli şahsiyeti, bundan kısa bir süre önce Türkiye’deydi. Komitenin web sitesine konan 5 Temmuz tarihli bir duyuruda, Başkan Meeks’in aynı gün Yunanistan ve Türkiye’yi kapsayan bir geziye çıktığı, kendisine hepsi de Demokrat Partili olan 4 komite üyesinin daha eşlik ettiği belirtiliyor.
Duyuruda, heyetin bu gezide hükümet yetkilileri ve sivil toplum gruplarıyla Doğu Akdeniz bölgesindeki siyasi ve güvenlik durumunu görüşeceği kaydedilmiş. Ele alınacak başlıklar arasında NATO konuları, enerji işbirliği, insan hakları, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşının yol açtığı gıda güvenliği meselesi sıralanmış.
ÖNCE ATİNA ARDINDAN İSTANBUL...
Meeks’in “@RepGregoryMeeks” adresindeki Twitter hesabına bakıldığında, 7 Temmuz tarihli bir paylaşımda başında olduğu Kongre heyetinin Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Konstantinos Floros ile gerçekleştirdiği görüşmelerin fotoğrafları yer alıyor. Paylaşımda AB ile Yunanistan arasındaki “stratejik ortaklığa” kuvvetli bir vurgu da yapılmış.
Ertesi günkü (8 Temmuz) paylaşımda dört ayrı fotoğrafta Temsilciler Meclisi heyetini bu kez Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile birlikte görüyoruz. Atmosferin sıcaklığını fotoğraflardan okuyabilmek mümkün. Bu paylaşımın üstüne “Yunanistan ABD’nin aziz bir dostu ve hayati bir müttefikidir” notu yazılmış.
Bunu izleyen 9 Temmuz günündeki paylaşımdan Kongre heyetinin Türkiye’ye ayak basmış olduğunu öğreniyoruz. Fotoğrafta Kongre üyeleri ABD’nin Ankara Büyükelçisi
Aslında aralarında birlikte hareket edenler pekâlâ var. Ama onların tam aksine, birbirleriyle çatışma halinde, kanlı bıçaklı olan bir dizi küresel ve bölgesel aktör de aynı pozisyonda duruyor bu kümelenmede.
Hepsini birleştiren konu, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yeni bir askeri harekât gerçekleştirme yönündeki niyet açıklamalarına karşı çıkmalarıdır.
Erdoğan’ın geçen 23 Mayıs’taki kabine toplantısından sonra Suriye’nin sınırı boyunca “Güvenli bölge oluşturmak için başlatılan çalışmaların eksik kalan kısımlarıyla ilgili yeni adımların yakında atılmasına başlanacağını” belirtmesiyle birlikte, Türkiye’nin askeri harekât ihtimali, uluslararası politikanın gündemini meşgul eden kritik konulardan biri haline gelmiştir.
ASTANA ORTAKLARI RUSYA VE İRAN’DAN İTİRAZ
Her yönüyle kendine özgü, paradokslar da barındıran bir karma çıkıyor karşımıza.
Örneğin, eksenin bir ucunda İran yer alıyor. İran bu harekâta karşı olduğunu, geçen hafta doğrudan ülkenin en önemli güç merkezi olan dini lideri Ayetullah Ali Hamaney üzerinden duyurmuştu.
Hamaney, geçen salı günü Tahran’da Astana formatında düzenlenen üçlü zirve sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinde “Suriye’nin kuzeyine askeri bir saldırının hem Suriye hem Türkiye hem de bölgeye zarar vereceğini” söylemişti. Hamaney’in Erdoğan’a bu mesajı verdiği, İran yönetiminin web sitesi üzerinden uluslararası kamuoyuna da duyurulmuştu.
Kümenin bir diğer diğer merkezinde Rusya var. Rus devletinin muhtelif kademelerdeki temsilcileri, geçen mayıs ayı sonundan bu yana Kremlin’in Türkiye’nin harekâtına karşı olduğunu sürekli bir şekilde kayda geçirmiş bulunuyor.
Türkiye’nin istihbarat servisinin başındaki ismin Tahran’da projektörlerin altında olması, beni özellikle son iki aydır gazetelerde sıkça önümden geçen bazı haberleri hatırlamaya sevk etti. Fidan’ın yönettiği örgüt ile İran’ın isimleri birlikte geçiyordu bu haberlerde.
Bununla neyi anlatmak istiyorum? Yalnızca geçen haziran ayı ve sonuna gelmekte olduğumuz temmuz ayının gazete arşivleri süratle karıştırıldığında, MİT’in İran’ın İstanbul’da yürüttüğü bazı örtülü faaliyetlere karşı koyma anlamındaki çalışmalarını konu alan birçok haberle karşılaşılabilir. Açık kaynaklarda daha da öncesine gidilirse, küçük çapta bir külliyat da belirebilir.
Örneğin, gazetemizin 24 Haziran tarihinde Çetin Aydın imzasıyla yedi sütun üzerinden yayımlanan ikinci manşet haberi “Suikastçılara Terasta Baskın” başlığını taşıyordu. Spotta “Hürriyet’in İstanbul’daki İsrail vatandaşlarına suikast düzenlemek için İran’dan geldiği iddia edilen tetikçilerin ele geçirildiği operasyonun detaylarına ulaştığı” belirtiliyordu.
İSRAİL DIŞİŞLERİ BAKANI ANKARA’DA TÜRK İSTİHBARATI VE POLİSİNE TEŞEKKÜR EDİNCE
İlginç bir nokta, bu manşet haberin bitişiğindeki bir fotoğrafta İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in Ankara ziyareti sırasında Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile el sıkışırken görülmesiydi.
Şimdi bu fotoğrafın çekildiği bir gün öncesine, ikisinin 23 Haziran’da birlikte düzenledikleri basın toplantısına dönelim.
Bakan Çavuşoğlu, İsrailli konuğunun yanında yaptığı açıklamada bakın neler söylüyor:
“
Tabii, 29 Mart tarihinde Rusya ile Ukrayna arasında imzalanan ancak ne yazık ki kalıcı bir ateşkesin önünü açamayan “İstanbul Mutabakatı”nı da her şeye rağmen barış yönünde bir adım olarak kayda geçirmekte yarar var.
Tahıl sevkıyatı anlaşması bir çok bakımdan sevindiricidir. Öncelikle, önemli bir tahıl üreticisi olan Ukrayna’nın ürünlerinin artık dünya pazarına çıkabilecek olması nedeniyle, özellikle gelişme yolundaki ülkeler açısından tehlike çanları çalan devasa bir gıda krizi ihtimali şimdilik atlatılmıştır. Aynı zamanda Guterres’in de vurguladığı gibi, küresel arzdaki sıkıntının aşılması gıda fiyatlarının yeniden dengelenmesine de yardımcı olacaktır. Bu, birinci iyi haber.
İkinci iyi haber, galiba imza töreninin sembolizmi, siyasi açıdan yarattığı iyimserlikle ilgili olmalıdır. Mutabakat, geçen 24 Şubat’ta başlayan ve önceki pazar günü altıncı ayına giren savaşta, müzakere kapıları açık kaldığında, bu seçeneğin getirisinin ne kadar büyük olduğunu göstermiştir. Masada sebat gösterildiğinde tarafların çıkarları arasında bir uzlaşı zemini pekâlâ bulunabilmektedir.
Varılan mutabakatın, en azından bundan sonrasında müzakere kanallarının açık tutulması için bir katalizör rolü görmesi temenni edilir.
TÜRKİYE’NİN ROLÜNE ÖVGÜ
Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler ile birlikte, bu anlaşmanın kotarılmasında taraflar arasında ısrarlı çabasıyla önemli bir rol oynadığı hususunda herkes hemfikir görünüyor. Zaten Guterres de İstanbul’daki açıklamasında kuvvetli ifadelerle bu hususun altını çizmiş, alınan sonuçta Erdoğan ve Türk hükümetinin oynadığı rolün “hayati önem taşıdığını” belirtmiştir.
Özetle, uluslararası alanda Türkiye’nin çabası konusunda genel hatlarıyla bir övgü havasının belirdiğini söylemek objektif bir tespittir. Ayrıca, teknik düzeydeki müzakere heyetlerine bakıldığında Türkiye açısından bu kez askeri diplomasinin de öne çıktığı bir süreç söz konusu olmuştur.
Görülmüş olmalıdır ki, sonuç da alınabildiği takdirde, barışa hizmet eden, bu yönde diplomasiyi öne çıkaran her çabanın karşılığı, getirisi de yüksek oluyor.