Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden bir yıl önce mezun olmuştu. Darbeden bir gün önce kendilerine eğitimleri tamamlandığı için artık asteğmen olarak kıta görevine gidecekleri söylenmişti.
Sabaha karşı koğuşun kapısında genç bir subay belirdi ve “Beşinci Bölük ayağa kalk, ihtilal oldu. Aşağıya inin, tüfeklerinizi geriye verecekler. On tane de kurşun. Buradan doğru Harp Okulu’na gideceksiniz” diye seslendi.
Sami Selçuk, sonrasını “Tüfeklerimizi ve kurşunlarımızı yeniden aldık, başımızda komut veren biri olmaksızın dağınık ve başıboş olarak Harp Okulu’na doğru yürüdük. Harp Okulu’na geldiğimizde bir binbaşı bana, ‘Gel bakalım, şu kapının önünde nöbet tut’ dedi” diye anlatıyor.
HARP OKULU’NA GETİRİLEN DP’LİLERİN GEÇMESİ GEREKEN KÂBUS TÜNELİ
Yedek Subay Sami Selçuk, verilen emir üzerine Kara Harp Okulu’nun kapısında nöbet tutmaya başladı. Harp Okulu, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki cuntanın yönetime el koymasından sonra darbenin ana merkezi olarak kullanılıyordu.
Subaylar ve Harp Okulu öğrencileri, kendilerine verilen listeler üzerinden Demokrat Partili bakanları, milletvekillerini ve DP’ye yakın görülen kamu görevlilerini Ankara’daki evlerinden tek tek toplayarak askeri araçlarla Harp Okulu’na getiriyorlardı. Burada bir süre alıkonan tutuklular daha sonra gruplar halinde Yassıada’ya gönderilecekti.
Kara Harp Okulu binasının önünde kalabalık bir subay ve askeri öğrenci topluluğu birikmişti. Getirilenler, arabadan indirildiklerinde kendilerini birden bu topluluğun ortasında buluyordu. Sonradan birçok DP’li siyasetçinin ve askerin anlatımlarında ortaya çıktığı üzere, karşılamayı yapan askerler gelenlere tekme tokat girişiyordu.
Gelenler için en zor sınav, arabadan çıktıktan sonra bu topluluğu bir şekilde aşıp, Harp Okulu binasının kapısından içeri girebilmekti.
Geçen hafta başka konulara odaklandığımdan Miçotakis’in Washington ziyaretine ve Kongre’deki konuşmasına eğilmeye zaman bulamamıştım. Dün YouTube’daki videosundan konuşmayı baştan sona izledim. Yaklaşık 45 dakikayı bulan konuşması sırasında araya giren kuvvetli alkışlar nedeniyle Miçotakis’in sıkça sözlerini kesmesi gerekiyor.
Zaten kendisi konuşurken kürsünün arkasında oturuma ortaklaşa başkanlık eden, Senato Başkanı unvanıyla ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris ve Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin yüz ifadelerinden de Yunanistan’ın Harvard mezunu başbakanına duyulan hayranlığı izleyebilmek mümkün.
Genel bir coşku atmosferi hâkim oturuma. Çarpıcı bir durum, Kongre üyelerinin zaman zaman ayağa kalkarak kendisini alkışlamaları. Alkışlar o noktaya varıyor ki, Miçotakis bir yerde espriyle karışık “Yunan parlamentosunda bile bu kadar alkış almıyorum” diye ifade ediyor memnuniyetini. Salondan birden kahkahalar yükseliyor.
ABD VE İLE YUNANİSTAN ARASINDAKİ ORTAK DEĞERLER TEMASI
Peki hangi mesajları veriyor Miçotakis Kongre konuşmasında? Kullandığı kavramlar, sıkça atıf yaptığı tarihi semboller üzerinden analiz edilirse, ABD ile Yunanistan arasında kurduğu paralellikler ana tema olarak karşımıza çıkıyor.
Hitabına başkent Washington D.C.’de önemli bazı binalar ve anıtlarda eski Yunan mimarisinin etkisinden söz ederek başlaması da bu düşünceyi yansıtıyor.
Önce Yunanistan’ın demokrasinin beşiği olmasından yola çıkarak ABD demokrasisinin Yunan uygarlığının değerleri üzerinde yükseldiğini anlatıyor. Ardından, Yunanistan’ın da iki yüz yıl önce (Osmanlı’dan) bağımsızlığını kazanırken, bu mücadeleyi verenlerin ABD’nin kuruluşundan esinlendiklerini anlatıyor.
Özetle, ABD ve Yunanistan’ın tarihlerinin, kültürlerinin, değerlerinin iç içeliği, karşılıklı etkileşimi her seferinde kuvvetli bir vurguyla tekrarlanıyor bu konuşmada.
Türkiye’nin bu yönde bir harekata girişmesi, hem Suriye denkleminde hem de Türkiye’nin Batı dünyası ve Rusya ile ilişkilerinde yeni bir durum yaratacaktır.
Dünyanın sakin bir döneminden geçiyor olsaydık böyle bir harekâtın yaratacağı sonuçlar muhtemelen kısmen sınırlı bir çerçeve içinde kontrol altında tutulabilirdi. Ancak tasarlanan harekât, Rusya’nın işgaliyle başlayan Ukrayna’daki savaşın sürdüğü, bu işgal nedeniyle NATO’nun Finlandiya ve İsveç’i bünyesine katmayı tasarladığı ama bu planların Türkiye tarafından belli taleplerinin karşılanması için bloke edildiği, bunun sonucu Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerinin kritik bir seyre girdiği çalkantılı bir döneme rastlıyor.
Türkiye’nin muhtemel bir Suriye operasyonunun işleri daha da karmaşık hale getirecek bir mesele olarak bu zor denklemin içine şimdiden yerleştiği söylenebilir.
İLAVE GÜVENLİ BÖLGELER GELİYOR
Önce bu açıklamanın sahaya nasıl yansıyacağını anlamaya çalışalım.
Aslında Erdoğan, son günlerde yeni bir askeri harekâtın işaretlerini hissettiriyordu. Cumhurbaşkanı, bir süredir Türkiye’deki bir milyon sığınmacının ülkelerine dönüp yerleşmeleri için Suriye’de 200 bin yeni konut yapılacağı temasını tekrarlamaktaydı.
Ardından geçen hafta 18 Mayıs tarihinde yaptığı grup konuşmasında Erdoğan, “İnşallah önümüzdeki aylarda güvenli hale getireceğimiz ilave bölgelerle bu kalıcı konutların sayısını artıracağız” gibi bir ifade kullanmıştı.
Böylelikle, sığınmacıların Suriye’ye dönüşü hedefi ile Suriye’de yeni güvenli bölgelere dönük harekât hazırlığı bir anlamda birbirine eklemlenmiştir Cumhurbaşkanı tarafından.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ilk günden itibaren Finlandiya ve İsveç ile ilgili hamlesini gerekçelendirirken, Türkiye’nin 1980 yılında Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü üzerindeki vetosunu kaldırma kararını hatırlatarak, “İkinci bir yanlışı tekrarlamayacaklarını” belirtiyor.
Geçen cumartesi günkü yazımızda ele aldığımız Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü dosyası, bu ülkenin Türkiye’nin 1974 yılında Kıbrıs’a müdahalesine tepki olarak NATO’nun askeri organizasyonundan çıkmasından sonra yaşanan gelişmeleri konu alıyor.
Yunanistan daha sonra 1970’li yılların ikinci yarısında ittifakın askeri kanadına dönmek istediğinde, bu kez Türkiye’nin NATO’da kararların konsensüs ile alınmasından yararlanarak, bu dosyaya koyduğu veto ile karşılaşmıştı. Türkiye, vetonun kaldırılmasını NATO savunma planlarında Ege konusunda Türkiye’nin görüşleri yönünde yapılacak iyileştirmelere bağlamıştı.
Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel hükümetleri, bu konuda ABD cephesinden gelen ısrarlı telkinlere direnmişlerdi. Vetonun kaldırılması, ancak 12 Eylül 1980 darbesinden bir ay kadar sonra askeri rejimin NATO Komutanı Bernard Rogers’ın getirdiği planı herhangi bir karşılık almadan kabul etmesiyle mümkün olmuştu.
FRANSA NATO ASKERİ KANADINDAN NEDEN ÇIKTI?
NATO tarihinde Yunanistan gibi bir üyenin ittifakın askeri kanadından ayrılıp daha sonra yeniden dönmesiyle ilgili bir örnek daha var: Fransa...
Türkiye’nin bu dosyada nasıl hareket ettiği sorusuna geçmeden önce Fransa’nın askeri kanattan çıkışının öyküsünü kısaca hatırlayalım.
Bu konudaki karar dönemin Cumhurbaşkanı
Brüksel’de NATO merkezindeki Türkiye’nin Daimi Temsilciliği ile Ankara arasındaki şifreli telefon hattı Ankara Genelkurmay’dan aranır. Türkiye’nin NATO nezdindeki Daimi Temsilcisi Büyükelçi Osman Olcay telefona istenmektedir.
Ankara’dan arayan kişi Milli Güvenlik Kurulu’nun Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık’tır.
SALTIK: ROGERS SİZE HAREKÂT TARZINI ANLATACAK
Orgeneral Saltık ile konuşmasından hemen sonra Büyükelçi Olcay, Daimi Temsilci Yardımcısı Galip Balkar ve delegasyondaki diğer yakın çalışma arkadaşlarını yanına çağırır. Bu dar ekipte yer alan diplomatlar arasındaki isimlerden biri de o sırada delegasyonda siyasi işlerden sorumlu müsteşar olarak görev yapan ve yıllar sonra NATO Daimi Temsilciliği görevini de üstlenecek olan Ümit Pamir’dir.
Ümit Pamir’in aktarımına göre, “Çok enteresan bir şey oldu. Orgeneral Saltık yarın NATO Başkomutanı General Rogers’ın beni ziyaret edeceğini söyledi” diye söze girer Büyükelçi Olcay. Ardından Saltık’ın bilgilendirmesini şöyle özetler:
“General Rogers’ın Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönüşü konusunda size bazı açıklamaları olacak. Arkasından hafta başında NATO Savunma Planlama Komitesi toplantısı yapılacak. Sizin General Rogers’ın anlatacağı çerçeve içinde hareket etmenizi istiyoruz.”
Hepsi bu kadardı.
Brüksel’deki Türk diplomatlar, ABD’li General
Savaş üç ayını doldururken yapılan muhasebede en önemli sonuçlardan biri, ortak bir amaç birliği üzerinde buluşup hareket edebilen bir Batı dünyasının pekâlâ var olduğunun etkileyici bir şekilde ortaya çıkmasıdır.
Yaşanan o kadar büyük bir depremdir ki, Rusya’nın işgalinin yarattığı güvenlik arayışları, Finlandiya ve İsveç gibi askeri ittifaklar anlamında tarihsel olarak tarafsız çizgide kalmış iki kuzey Avrupa ülkesinin üyelik için NATO’nun kapısını çalmalarıyla sonuçlanmıştır. Bu kapının açılması halinde Avrupa’nın güvenlik sınırlarını gösteren haritası kapsamlı bir şekilde değişecektir.
NATO’NUN HAZİRAN SONUNDAKİ MADRİD ZİRVESİ TARİHİ ÖNEMDE, ANCAK
Batı dünyasının bu ölçüde güçlü bir dayanışmanın içine girmesi, herhalde Rusya lideri Vladimir Putin’in en son görmek isteyeceği bir durumdu. Ama yaptığı değerlendirme hatası, kendi çıkarları açısından en ters tabloyu Putin’in karşısına çıkarmış bulunuyor.
NATO’daki hedef, İsveç ve Finlandiya’nın önceki gün Brüksel’de resmen iletilen üyelik başvurularının hızlandırılmış bir takvim üzerinden hemen işleme konmasıdır. Böylelikle, sürecin yeni üyelerle ilgili ilke kararı alınabilmesi için önümüzdeki haziran ayı sonunda Madrid’de düzenlenecek NATO Zirvesi’ne yetiştirilmesi amaçlanıyor. Bu yapılabilirse, Madrid Zirvesi NATO’nun Avrupa kıtasındaki genişlemesinde tarihi bir adıma sahne olacaktır.
Zirve, aynı zamanda NATO’nun önümüzdeki döneme ilişkin “Yeni Stratejik Konsept Belgesi”nin kabul edilecek olması bakımından da ayrı bir önem taşıyor.
Gelgelelim, geçen cuma günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı bir açıklamada İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya alınması konusunda “Olumlu bir düşüncede olmadıklarını” duyurmasıyla birlikte, Batı dünyası açısından bu ölçüde hayati öneme haiz olan akış altüst olmuştur.
NATO’da kararlar oybirliği ile alındığından, Türkiye, önceki gün NATO Konseyi’nde yaptığı engelleme ile bu iki ülkenin üyeliğe hazırlık sürecinin başlatılmasıyla ilgili resmi çalışmayı frenlemiş bulunuyor.
Bu sorunun nedeni, Kaftancıoğlu’nun Yargıtay tarafından onanan mahkûmiyetlerinden birinin, Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinde düzenlenen “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni alenen aşağılamak” suçu kapsamında olmasıydı. Bu hüküm, 2013 ve 2014 yıllarında paylaştığı bazı tweet mesajlarında devleti “katil” olarak nitelendirmesiyle ilgilidir.
TCK’nin 301’inci maddesi, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ve devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmünü taşıyor.
AYM’NİN 'DENİZ KARADENİZ’ KARARI
AYM’nin muhtelif kararlarına bakıldığında, siyasi partiler ve özelde iktidarda bulunan partiler açısından bu nitelendirmenin yapılmış olmasını ifade özgürlüğü içinde değerlendiren bir çizginin yerleşmiş olduğunu görüyoruz.
Bu çizgiye örnek olarak, AYM Genel Kurulu’un 2020 yılı şubat ayında 10’a 6 oyçokluğuyla aldığı “Deniz Karadeniz ve Diğerleri Başvurusu” kararı gösterilebilir.
AYM, bu dosyada 2014 yerel seçiminden önce Edirne’de Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖDP) binasında “Katil, Hırsız AK Parti” pankartının asılması üzerine kolluk kuvvetleri tarafından yapılan tasarrufları ve bu eylemin sorumluları hakkında dava açılmasını ifade özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür.
Mahkeme, bu ayrıntılı kararında siyasi partilerin, özellikle iktidarda bulunmanın imkânlarına sahip olanların, kendilerine dönük haksız sözel saldırılar söz konusu olduğunda şiddete teşvik içermedikçe “Kamu gücünü kullanan otoritelerin ceza soruşturma ve kovuşturmalarına başvurma konusunda kendilerini sınırlandırmaları gerektiğini” vurgulamıştır.
AYM, keza bundan iki ay önce aldığı içerik olarak benzer bir dosya olan “
Bundan sonraki aşamada tamamlanması gereken bir hukuki sürecin sonucu beklenecek. Bu süreçte Kaftancıoğlu dosyası, devleti aşağılama suçu, Cumhurbaşkanlığı makamına dönük eleştirilerin ifade özgürlüğü içindeki sınırları ve yargı bağımsızlığı gibi başlıklarda canlı bir tartışmayı Türkiye’nin gündeminde tutmaya devam edecek.
TWEET MESAJLARI ÜZERİNDEN AÇILAN DAVA
Kararın içeriğine geçmeden önce genel bir tespitin altını çizmek gerekiyor. Bu dosyanın önemi, ülkenin ana muhalefet partisinin önde gelen bir şahsiyeti hakkında 2013 ve 2014 yıllarına doğru geriye dönük olarak yapılan bir sosyal medya taramasıyla tespit edilen deliller üzerinden açılan bir soruşturmaya dayanmasıdır.
Dava dosyasını incelediğimizde karşımızda şöyle bir kronoloji buluyoruz. Kaftancıoğlu 13 Ocak 2018 tarihinde CHP İstanbul İl Başkanı seçilmiş, ertesi günü yani 14 Ocak 2018 tarihinde kendisi hakkında geçmişte attığı bir dizi tweet mesajı nedeniyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılmıştır.
Kendisi hakkındaki iddianame 22 Mayıs 2019 tarihini taşıyor. Bu tarih, 31 Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimin ardından Yüksek Seçim Kurulu’nun 6 Mayıs 2019 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal etmesinin sonrasına denk geliyor. İstanbul’daki seçim 23 Haziran 2019 tarihinde yenilenmiş, CHP adayı Ekrem İmamoğlu bu kez ilk seçime kıyasla çok daha büyük bir farkla kazanmıştır.
Davanın ilk duruşması da İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bundan beş gün sonra 28 Haziran 2019 tarihinde görülmüş, mahkeme kararını 6 Eylül 2019 tarihinde vermiştir. Mahkeme, iki buçuk aydan kısa süren bu yargılama sonunda Kaftancıoğlu’na beş ayrı suç isnadından toplam 9 yıl 8 ay 20 gün hapis cezasına hükmetmiştir.
Bu davanın ve çıkan mahkûmiyet kararının en çok iz bırakan yönü, muhalif bir siyasetçinin geçmişte yaptığı sosyal medya paylaşımları üzerinden yargılanıp siyasi yasak doğuran bir mahkûmiyetle cezalandırılması emsalinin yaratılmış olmasıdır. Kuşkusuz, mahkemenin kayda değer bir süratle sonuçlanmış olması da sürecin dikkat çekici bir diğer boyutudur.
YARGITAY’IN