Sedat Ergin

Eski Moskova Büyükelçisi’nin gözünden Mihail Gorbaçov

2 Eylül 2022
Sovyetler Birliği’nin son lideri Mihail Gorbaçov geçen salı günü Moskova’da 91 yaşında vefat etti.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında herhalde çok az lider dönemin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov ölçüsünde tarihin akışına tuğrasını vurmuştur.

Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine yakından tanıklık eden diplomatlardan biri, o yıllarda Türkiye’nin Moskova’daki Büyükelçisi olarak görev yapan Volkan Vural’dı. Moskova’ya 1988 yılı eylül ayında ayak basan Vural, bu süreci gözlerken Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra birliğin içinden çıkan 15 yeni devleti Türkiye’nin tanıması ve ilişki kurması sürecini bizzat sahada yönetti. Türkiye’nin tanıdığı ama ilişki kurmadığı tek ülke Ermenistan oldu. Vural, 1988 yılında Sovyetler Birliği’ne atandı ama 1993 yılı haziran ayında Rusya’dan Türkiye’ye döndü.

Dün Büyükelçi Vural ile yaptığımız sohbette Gorbaçov’un liderliğini, attığı reform adımlarını, kendisinin tarihteki yerini değerlendirdik ve “Sovyetler’in dağılması önlenebilir miydi?” sorusuna da yanıt aradık.

BAŞTA SOVYETLER’İN DAĞILACAĞINA İHTİMAL VERİLMİYORDU

Vural, önce göreve başladığı ilk dönemde karşısında bulduğu Sovyetler Birliği realitesini anlatıyor. Moskova’ya adım attığı günlerde Sovyetler Birliği’nin dağılacağı gibi bir ihtimalin düşünülmediğini, Kremlin uzmanlarının da buna kesinlikle ihtimal vermediklerini hatırlatıyor.

Ancak büyükelçi olarak kendisini ayak bastığında en çok etkileyen, sistemin ne kadar “çökmüş”, keza ekonomik durumun ne kadar kötüleşmiş olduğunu gözlemlemek olmuştur:

“Ekonomik sistemde ciddi zorluklar vardı. Halkın alım gücü çok düşmüştü. Devletin verdiği sübvansiyonlar artık verilemiyordu. Evlerin kiraları artmış, konutların elektrik, su, doğalgaz fiyatlarına zam yapılmıştı. Rublenin değeri eriyordu. Ortada gerçekçi olmayan bir kur ve karaborsa kuru vardı. Arada 1’e 7 gibi dağlar kadar bir fark vardı. Karaborsa sisteminin devletin bazı kesimlerinin bilgisi dışında işlemesi mümkün değildi, çünkü çok yaygındı. Bence Sovyetler Birliği ekonomiden dolayı çöktü. Ekonomik yapı bu süper devleti taşıyamaz hale geldi.”

Bu noktada Sovyetler Birliği’nin 1979 sonunda Afganistan’ı işgalinin de birliğin çöküşü üzerinde önemli bir etki icra ettiğine dikkat çekiyor:

Yazının Devamını Oku

‘Gülşen hadisesi’nin ortaya çıkardığı sonuçlar

1 Eylül 2022
Arşiv Balıkçısı” köşesinde Hürriyet’in arşivlerinden geçmişteki olayları çıkarıp çarpıcı bir formatta karşımıza getiren Ateş Yalazan’ın hazırladığı sayfalara bakarken sıkça tuhaf bir duygunun içinde buluyorum kendimi.

Bir bölümü ben doğmadan meydana gelmiş, bir bölümü çocukluğuma ya da gençlik yıllarıma denk gelen bu haberlerde karşıma çıkan olayların bir kısmı bazen komik, bazen yadırgatıcı, bazen de gerçek ötesi gibi görünebiliyor. “Böyle bir şey nasıl olabilmiş?” diye soruyorsunuz kendinize.

Şarkıcı Gülşen’in İmam Hatip Okulları mezunlarıyla ilgili yaptığı sevimsiz bir espri yüzünden tutuklanması, ardından ev hapsine konması hadisesi karşısında, insan ister istemez bundan on yıllar sonra bugüne ait arşivleri okuyacak olanların neler düşüneceklerini merak ediyor.

*

Neyse ki bugünden gösterilen kuvvetli tepkiler, belki ileride bu konudaki haberleri okuyacak insanların bakışını da muhtemelen dengeleyecektir. Hadiseden çıkarabileceğimiz bir dizi sonuç var.

Bunlardan birincisi, Gülşen’in sözlerinin, espri niyetiyle sarf edilmiş olsa bile, yöneldiği kitle açısından rencide edici, aşağılayıcı bir içerik taşıdığı hususunda kamuoyunun çok geniş katmanlarında eleştirilmiş olmasıdır.

Muhafazakâr kesimlerin dışında kalan mahallelerde de Gülşen’in sözleri geniş bir şekilde ayıplanıp, kınanmıştır. Toplumda bu konuda büyük ölçüde bir konsensüsün oluştuğunu söylemek hata olmaz. Kendisi de zaten hatalı olduğunu kabul etmiş, kuvvetli bir özür beyanında bulunmuştur.

Bir diğer önemli sonuç, Gülşen’in tutuklanmasının hukuken ölçüsüz, haksız bir tasarruf olduğu hususunda toplumun hiç de yabana atılmayacak bir çoğunluğunun ortak bir çizgide buluşmuş olmasıdır. Muhafazakâr kesimden de sanatçıya uygulanan tutuklama tedbiri karşısında, kendisinin tavrı kınanmakla birlikte, eleştirel seslerin yükselmiş olması bu bakımdan kayda değerdir.

Kısmen bu durumun da bir sonucu olarak, geçmişte buna benzer potansiyel ideolojik, kültürel ayrışma konuları patlak verdiğinde toplumda bir damar bulabilirken, bu kez benzer bir dalgalanma olmamıştır. Hatırlanacaktır, geçen ocak ayında

Yazının Devamını Oku

Büyük Zafer’den 100 yıl sonra Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği

31 Ağustos 2022
"Büyük Zafer"in 100’üncü yıldönümünü coşku ile kutluyoruz.

Bu vesileyle yapılan yayınlarda, mülakatlarda paylaşılan bilgiler, ayrıntılar, zafere giden “Büyük Taarruz”un planlaması ve icrası üzerinde hayranlığımızın daha da artmasına yol açıyor. Mustafa Kemal’in önderliğinde sahada gerçekleştirilen emsalsiz askeri başarı, yüzyıl sonra bugünkü kuşaklar için de bir gurur kaynağıdır.

30 Ağustos 1922 tarihinde gerçekleşen Dumlupınar’daki “Başkumandanlık Meydan Muharebesi”nin sonraki aşaması, İzmir’e doğru yakıp yıkarak, katliamlar yaparak kaçan işgalci Yunan ordusunun kovalanması ve nihayetinde 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in kurtarılmasıyla son bulmuştur.

Bizler sahadaki çatışma hattının Türk ordusu tarafından bakıyoruz bu tarihi hadiseye. Tabii cephenin bir de diğer tarafı var. Peki “kaybeden” taraf olarak Yunanistan bu hadiseyi nasıl yaşamıştı?

Değerli meslektaşım Stelyo Berberakis’in geçen hafta sonunda T-24’te yayımlanan “100 yıl önce, 100 yıl sonra/Garp Cephesi’nde yeni bir şeyler olmuştu başlıklı yazısı, bu kez cephe hattının diğer tarafına geçmemizi sağlıyor. Savaşın Yunanistan açısından seyrini ve Türklerin zaferinin Ege’nin karşı kıyısında yol açtığı sonuçları büyüteç altına yatırıyor.

Berberakis, yazısının girişinde Türkiye “Zafer Bayramı”nın 100’üncü yıldönümünü kutlarken, Yunanistan’ın da ordularının Anadolu’da uğradığı “hezimet”in 100’üncü yıldönümünü andığını hatırlatıyor. Yüz yıl önce Anadolu topraklarında yaşanan hadise, Türkler için “Kurtuluş Savaşı”, Yunanlılar için “Küçük Asya Felaketi”dir.

*

Bu felaketin başlangıç adımı İngiltere’nin teşviki ve desteği” ile Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal etmesidir. Yunanistan’ın o dönemdeki başbakanı Eleftherios Venizelos, İzmir’e Helen kökenlileri korumak/kurtarmak için çıktık. Ülkemizi beş denizli, iki kıtalı bir ülke yaptık” diyerek, hayalindeki “Megali İdeanın, yani Osmanlı öncesindeki Helen topraklarının geri alınması hedefinin gerçekleşmeye başladığını ilan eder.

Berberakis

Yazının Devamını Oku

Büyük Zafer’in 100’üncü yıldönümünde Türkiye’nin geleceğine güvenmek

30 Ağustos 2022
Bundan tam yüzyıl önce bugün, yani 30 Ağustos 1922 tarihi, 20’nci yüzyılın ilk dönemine denk gelen bir zaman kesitinde, tarihin akışında nehir yatağını değiştiren bir hadiseye sahne oldu.

Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülen Milli Mücadele, birçok meşakkatli evreden geçildikten sonra, 30 Ağustos 1922 tarihinde Kütahya Dumlupınar’da Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasıyla askeri cephede nihai zaferle sonuçlandı.

Birinci Dünya Savaşı’nın mağluplarından Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde dayatılan Sevr Antlaşması ile kurulmak istenen tasarım, o akşam Milli Mücadele’nin zaferinin Dumlupınar’dan bütün dünyaya ilan edilmesiyle hükümsüz kılındı. Türkiye ve çevresindeki çok geniş bir coğrafyada tarih farklı bir yörüngede yol almaya başladı.

Büyük Zafer, işgalci güçler açısından ağır bir yenilgiydi. Bu yönüyle dünyanın çok farklı coğrafyalarındaki mazlum milletler için de bir umut ışığı oldu, ilham verdi Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesi.

*

Dumlupınar Zaferi, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi’ne ve ardından bir yıl kadar sonra 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması’nı giden yolu açtı ve sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu mümkün kıldı.

Mustafa Kemal, zaferin ikinci yıldönümünde 30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar’daki Çaltepe’de düzenlenen törende yaptığı konuşmada şöyle diyecekti:

Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada tarsin olundu (sağlamlaştırıldı), hayat-ı ebediyesi burada tetviç olundu (taçlandırıldı). Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden (uçan) şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedi muhafızlarıdır.”

*

Yazının Devamını Oku

Suriye politikasında on yıl önceki bir muhasebeyi bugün hatırlayınca

27 Ağustos 2022
Türkiye-Suriye ilişkilerinde normalleşme tartışmasının başlaması üzerine, güney komşumuzda içsavaşın patlak verdiği 2011 yılı ve hemen sonrasında Türkiye’nin izlediği politikaya dönük bir hafıza tazelemesi yapmıştık dünkü yazımızda.

Bunu yaparken o dönemde kaleme aldığımız muhtelif yazılardan alıntılarla o günlere doğru bir yolculuğa çıkmıştık.

Bugün, krizin patlak vermesinden tam bir buçuk yıl sonra 2012 yılı yazı sonunda gelinen noktayı “Suriye Politikasının Muhasebesi” başlığıyla tam 12 başlık altında tahlil ettiğimiz, 29 Ağustos - 1 Eylül 2012 tarihleri arasında dört gün süren bir yazı dizisinden yapacağımız alıntılarla bu egzersize devam edeceğiz. Bu muhasebe o dönemde karar alma sürecinde “nerelerde hata yapıldığı” sorusuna yanıt bulmaya çalışıyordu.

Alıntıların en çarpıcı kısımları şöyle özetlenebilir:

1. ESAD’LA YAKINLAŞMA: “AK Parti hükümeti Arap Baharı ufukta görünmeden çok önce Esad yönetimiyle çok yakın ve samimi bir ilişkiye yönelmişti. Başbakan Erdoğan’ın “Beşar’a şans tanıyalım, onu kazanmaya çalışalım” şeklinde özetlenebilecek politikası, Esad’ın Suriye’deki güvenlik merkezli sistemi pekâlâ dönüştürebileceği, ekonomik işbirliğinin geliştirilmesinin de buna yardımcı olacağı varsayımına dayanıyordu. Bugün geriye dönük bakıldığında, bu hesap yapılırken Esad’a hak etmediği ölçüde yüksek bir avans açıldığı söylenebilir.”

2. ESAD’I İKNA ÇABASI NAFİLE KALDI: “Başbakan Erdoğan, Mart 2011’de olaylar patlak verdiğinde Batılı merkezlere kıyasla daha kontrollü bir tutum benimseyerek, Beşar Esad’la yakınlığını kullanarak kendisini değişim yönünde adımlar atmaya ikna edebileceğini düşünmüştür. Bu politikasında iyi niyetli davrandığı konusunda şüphe yoktur. ABD Başkanı Obama da Erdoğan’ın bu çabasının sonuç getirip getirmeyeceğini beklemiş, ancak Beşar tercihini değişim değil, muhalefeti bastırmaktan yana koyunca Ankara’nın denemesi, nafile bir çaba olarak kalmıştır.”

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin Suriye politikasının başlangıç döneminin izlerini sürdüğümüzde

26 Ağustos 2022
Suriye’deki Esad rejimi ile ilişkilerin normalleşmesi tartışmasının başlaması, Türkiye’nin geride bıraktığımız 11 yılı aşkın süre zarfında izlediği Suriye politikasının bir muhasebesini de kamuoyunun gündemine getirdi.

“Buraya nasıl geldik?”, “Farklı hareket edilemez miydi?”, “Nerede, hangi hatalar yapıldı?” gibi sorular bu muhasebenin ana eksenini oluşturuyor.

Bu, aslında kaçınılmaz bir durum. Suriye’de sürmekte olan krizin, belirsizliğin sonuçları önümüzdeki dönemde muhtelif şekillerde karşımıza çıkmaya devam ettikçe bu muhasebenin alanı genişleyecektir.

Geriye baktığımızda, Arap Baharı ile birlikte güney komşumuzdaki ilk hadiselerin 2011 mart ayında patlak vermesinden itibaren izlenen Suriye politikasının kamuoyunda pekâlâ sorgulandığı, siyasetçiler, akademisyenler ve medya mensupları arasında canlı tartışmaların yapıldığı, su yüzüne çıkan ve çıkabilecek olan risklere kuvvetli bir şekilde dikkat çekildiği hatırlanacaktır.

Yaşanan bütün bu tecrübe, dış politika konularının demokratik bir tartışma ortamı içinde özgürce konuşulabilmesinin, iyi niyetle yapılan uyarıların kayda geçirilip üzerinde fikir imal edilmesinin ne kadar yararlı olacağını hepimize gösteriyor olmalıdır; en azından benzer hatalar ileride tekrarlanmak istenmiyorsa...

Suriye politikasının bugün büyüteç altına yatırılmış olması, beni de başından itibaren yakından izlemeye çalıştığım bu dosyada, özellikle içsavaşın patlak verdiği ilk dönemde kaleme aldığım yazıları, analizleri yeniden okuyarak bir hafıza tazelemesi yapmaya yöneltti.

Gerekli olmadıkça yazılarımda kendimden söz etmekten kaçınmakla birlikte, bugün bir istisnayla, bu yazdıklarım arasından krizin kritik dönemeç noktalarında yaptığım bazı tespitleri yeniden paylaşmak istiyorum.

Yanlış anlama olmasın, medyada Suriye politikasını tartışan pek çok isimden yalnızca biriydim o zaman kesitinde. Suriye konusunda o dönemde kayda değer uyarılar yapan isimlerden birinin, şimdi hayatta olmayan dış politika yazarlığının büyük ustası Sami Kohen olduğunu da bu vesileyle hatırlatmak isterim.

Aslında bu hafıza tazelemesi, Suriye bağlamında bugün önümüzde duran birçok zor sorunun bundan 10-11 yıl öncesinde zaten büyük ölçüde şekillenmiş olduğunu, sonradan daha da geniş boyutlar kazanarak, ağırlaşarak  bugünlere uzandığını da gösteriyor.

Yazının Devamını Oku

Kobani’de Kürt göstericilere biber gazı sıkan Rus helikopteri neyi anlatıyor?

25 Ağustos 2022
Suriye’deki sahadaki gelişmeleri izlemeye çalışırken, son günlerin en ilginç haberlerinden birine, bu ülkedeki olayları sahadan gelen raporlar üzerinden aktaran “Suriye İnsan Hakları Gözlemevi”nin web sayfasında rastladım.

Haber, geçen pazartesi günü Suriye’nin kuzeyinde Kobani (Ayn el Arab) civarında ortak devriyeye çıkan Türk-Rus askerleri prostestoyla karşılaşınca Rus helikopterlerinden göstericilere göz yaşartıcı gaz sıkılmasını konu alıyordu.

Bilindiği gibi, TSK’nın 2019 yılı ekim ayında Fırat’ın doğusunda gerçekleştirdiği “Barış Pınarı Harekâtı”ndan sonra Türkiye ile Rusya arasında varılan mutabakat çerçevesinde, bu harekât bölgesinin doğusu ve batısında kalan alanlarda sınır boyunca iki ülkenin askerleri belli aralıklarla ortak devriye faaliyeti yürütüyorlar.

İşte denetleme amaçlı bu ortak devriyelerin 109’uncusu geçen pazartesi günü iki taraftan toplam sekiz askeri araç ve iki Rus helikopterinin katılımıyla mutabakatta tanımlanan bölgelerden biri olan Kobani’nin doğusunda gerçekleşti.

Ortak devriyenin karşılaştığı sürpriz, ağırlıklı olarak Kürt yerleşimlerinin bulunduğu Kobani’nin 15 kilometre kadar doğusundaki Garip köyünden geçerken Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını protesto eden bir grubun yolu kesmesiydi.

Gözlemevi, yolu kesenleri buradaki köyde yaşayanlar olarak tanımlıyor. Buna göre, kapatılan yolun açılması için Rus helikopterlerinden bu göstericilere göz yaşartıcı gaz püskürtülmüştür. Haberde helikopterlerden ateş açıldığı da ileri sürülüyor.

ABD’DEN UZAKLAŞAN TÜRKİYE RUSYA İLE ORTAK DEVRİYEDE

Bu hadisenin sembolizmi, Türkiye’nin ABD’yi sürekli bir şekilde Suriye’de PKK-YPG terör örgütünü himaye ettiği gerekçesiyle eleştirdiği bir dönemde, bu ülkenin kuzeyinde fiili işbirliği yaptığı tarafın Rusya olduğunu göstermesinde yatıyor.

Bu arada, yerel Kürt unsurların sahadaki engellemesinin hedefinin Türk ve Rus askerlerinin ortak devriyesi olması, bugün Suriye’yi kaplayan karmaşık jeopolitik tablonun çarpıcı bir kesitidir.

Yazının Devamını Oku

Esad rejimi ile ilişkiler 11 yıl önce, 11 yıl sonra...

24 Ağustos 2022
Türk kamuoyu, mayıs ayının son haftasından başlamak üzere bitimine yaklaştığımız yazın büyük bir bölümünü Suriye’ye yapılması muhtemel görülen yeni bir askeri harekâtı tartışmakla geçirdi.

Sert bir gündem değişikliğinin sonucu olarak son iki haftadır bu kez Suriye ile ilişkilerde normalleşmeyi tartışıyoruz.

Buradaki kayda değer bir gelişme, Suriye’de içsavaş 2011ilkbaharında patlak verdiğinde ikna çabası sonuçsuz kalınca bütün oyun planını Esad rejimini devirmek üzerine kurgulamış olan AK Parti iktidarının, bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından artık Suriye’de bir rejim değişikliği hedefinin bulunmadığını açıkça söyleme noktasına gelmiş olmasıdır.

‘DİKTATÖR VE ÇETESİNDEN KURTULANA DEK...’

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen perşembe günü Ukrayna dönüşü gazetecilere “Bizim Esad’ı yenip yenmemek gibi bir derdimiz yok ki...” şeklindeki açıklaması, kendisinin geçmişte yaptığı ve doğrudan Esad’ı hedef aldığı sayısız beyanının arşivlerden çıkartılmasını beraberinde getirmiştir.

Bunlar içinde en vurucu metinlerden biri, herhalde Erdoğan’ın 26 Haziran 2012 tarihindeki AK Parti grubunda o dönemde başbakan sıfatıyla “Suriye halkına diktatör ve çetesinden kurtuluncaya kadar gereken her türlü desteğin verileceğini” taahhüt ettiği açıklamadır.

Türk kamuoyu, geçen süre zarfında Türkiye’nin Esad rejimine karşı silahlı Suriye muhalefetini desteklemek üzere ne kadar geniş imkânların seferber edildiğine yakından tanıklık etmiştir.

Buna karşılık, sonraki dönemde birçok önemli faktörün yan yana gelmesi, Esad rejiminin ayakta kalmasını mümkün kılmıştır. Bunların başında, radikal İslamcı grupların kısa zamanda muhalefet hareketinde baskın hale gelmelerinin tetiklediği sonuçlar geliyor.

BATI’NIN TUTUMU DEĞİŞİP 

Yazının Devamını Oku