Paylaş
Bunu yaparken o dönemde kaleme aldığımız muhtelif yazılardan alıntılarla o günlere doğru bir yolculuğa çıkmıştık.
Bugün, krizin patlak vermesinden tam bir buçuk yıl sonra 2012 yılı yazı sonunda gelinen noktayı “Suriye Politikasının Muhasebesi” başlığıyla tam 12 başlık altında tahlil ettiğimiz, 29 Ağustos - 1 Eylül 2012 tarihleri arasında dört gün süren bir yazı dizisinden yapacağımız alıntılarla bu egzersize devam edeceğiz. Bu muhasebe o dönemde karar alma sürecinde “nerelerde hata yapıldığı” sorusuna yanıt bulmaya çalışıyordu.
Alıntıların en çarpıcı kısımları şöyle özetlenebilir:
1. ESAD’LA YAKINLAŞMA: “AK Parti hükümeti Arap Baharı ufukta görünmeden çok önce Esad yönetimiyle çok yakın ve samimi bir ilişkiye yönelmişti. Başbakan Erdoğan’ın “Beşar’a şans tanıyalım, onu kazanmaya çalışalım” şeklinde özetlenebilecek politikası, Esad’ın Suriye’deki güvenlik merkezli sistemi pekâlâ dönüştürebileceği, ekonomik işbirliğinin geliştirilmesinin de buna yardımcı olacağı varsayımına dayanıyordu. Bugün geriye dönük bakıldığında, bu hesap yapılırken Esad’a hak etmediği ölçüde yüksek bir avans açıldığı söylenebilir.”
2. ESAD’I İKNA ÇABASI NAFİLE KALDI: “Başbakan Erdoğan, Mart 2011’de olaylar patlak verdiğinde Batılı merkezlere kıyasla daha kontrollü bir tutum benimseyerek, Beşar Esad’la yakınlığını kullanarak kendisini değişim yönünde adımlar atmaya ikna edebileceğini düşünmüştür. Bu politikasında iyi niyetli davrandığı konusunda şüphe yoktur. ABD Başkanı Obama da Erdoğan’ın bu çabasının sonuç getirip getirmeyeceğini beklemiş, ancak Beşar tercihini değişim değil, muhalefeti bastırmaktan yana koyunca Ankara’nın denemesi, nafile bir çaba olarak kalmıştır.”
3. ESAD’A ŞAHSİ KIZGINLIĞIN ROLÜ: “Erdoğan’ın Esad karşısındaki tutumunda kırılma noktası 2011 Ağustos ayıdır. Esad’ın, gönderdiği bütün mesajlara olumsuz karşılık vermesi üzerine, Erdoğan’ın tutumunda 180 derecelik bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Erdoğan, daha sonra Esad’a “Zulümle abad olmaya gayret edenler, akıttıkları kanda boğulurlar” diye seslenmiştir (23.8.2011). Başından itibaren büyük riskler alarak kendisine yaptığı bütün açılımları karşılıksız bıraktığı, boşa çıkardığı için Beşar Esad’a şahsi düzeyde duyduğu tepki ve kızgınlığın, Erdoğan’ın sonradan Suriye karşısında benimsediği sert söyleme etki eden faktörler arasında yer aldığını düşünebiliriz.”
4. ÖZGÜVEN ACELE YARGILARLA BİRLEŞİNCE: “Ankara, Baas rejimine karşı başlayan direniş hareketinin kısa zamanda sonuç alacağı gibi bir beklentiyle hareket etti. Arap Baharı ile Kuzey Afrika’da Tunus, Mısır ve Libya’daki tek adam rejimlerinin birbiri ardına çökmesi, bütün bölgede hissedilen bir “değişim enerjisi” ve bunun tetiklediği bir “itme gücü” yarattı. Bu hareketliliğin aynı ivmeyle Suriye’deki rejimi de devireceği beklentisi, geçen yıl (2011) sonuna doğru Ankara’ya hâkim olan havayı yansıtıyordu. Arap Baharı rüzgârlarıyla birlikte Türkiye’nin “rol modeli” olarak uluslararası politikada ön plana çıkması da bir başka faktör oldu. Bu gelişmelerin yarattığı yüksek özgüven duygusunun, Ankara’nın Suriye’deki krize bakışındaki “ruh hali”nde etkili olduğu söylenebilir. Ancak Beşar Esad’ın kısa zamanda devrileceği konusundaki heyecanlı ve iyimser beklentilerin karşılıksız kaldığını bugün tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz.”
5. GELECEĞİ ÖNGÖRMEDE EKSİKLİK: “Şu soruya yanıt aramamız gerekiyor: Suriye’deki içsavaşın uzayabileceği ve ülkenin kuzeyindeki Kürt bölgesinin özerkleşmesine, belki de ileride kopmasına yol açabilecek bir çözülmeye kadar gidebileceği Ankara’nın zihinsel egzersizlerinde ne kadar yer tuttu? Bugün karşımızda duran kaotik tablo -göç dalgası hariç- öngörülebildi mi? ABD, 2002 yılında Irak’a müdahale için Ankara’nın kapısını çaldığında, böyle bir müdahalenin Irak’ta, bölgede ve Türkiye’de ne gibi sonuçlara yol açabileceği konusunda çok detaylı çalışmalar yapılmıştı. O dönemde yürütülen tahminlerin büyük bir bölümü sonradan doğru çıkmış, Ankara’nın muhtemel süreçleri çok önceden isabetli bir şekilde okuyabildiği görülmüştür. Gelgelelim, Suriye’de bugün karşılaşmakta olduğumuz -PKK’nın müttefiki PYD’nin kuzeydeki hâkimiyeti de dahil olmak üzere- büyük belirsizliğin geçen yıl öngörülebildiğini söyleyebilmek güçtür.”
6. ANKARA’NIN SURİYE VİZYONUNDA BOŞLUK: “Ankara cephesindeki bir diğer boşluk, Suriye gibi farklı etnik, dinsel ve mezhepsel aidiyetlerin iç içe geçtiği karmaşık ve zor bir toplumsal yapıda Esad rejiminin devrilmesi sonrasında nasıl bir ülke ve yönetim modelinin tasavvur edildiğinin net bir şekilde ortaya konamamış olmasıdır. Yapılan açıklamalarda her seferinde yalnızca genel bir demokrasi vurgusu ön plana çıkmıştır. Ancak bu doğru hedef, ülkedeki farklılıkların hangi güvencelerle nasıl bir arada tutulacağına ilişkin bir yönetsel model çerçevesi sunmuyor. Bu çerçevenin ana hatları, oldukça gecikmeli bir şekilde (2012 Ağustos başı) Irak Kürt Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ile yayımlanan bildiride “Yeni Suriye’de bütün etnik, dini, mezhepsel kimliklere saygı duyulmalı, bunların hakları garanti edilmeli ve korunmalıdır” şeklinde karşımıza çıkmıştır. Bu pozisyon, daha önce net bir şekilde ortaya konabilmiş olsaydı, AK Parti hükümetinin Suriye’de Sünni dayanışması içinde mezhepsel saiklerle hareket ettiği yolundaki algının belirmesi de önlenebilirdi.”
7. KILIÇDAROĞLU’NUN ALEVİLİĞİ İŞE KARIŞTIRILINCA: “Mezhepçilik algısının ortaya çıkmasının en önemli nedenlerinden biri, Suriye’deki krizin iç politikada çekişme konusu olmasıyla birlikte, Başbakan Erdoğan’ın CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Suriye tutumuna dönük eleştirilerine kendisinin Alevi kökenini de dahil etmiş olmasıdır. Beşar Esad, farklılıklara karşılık Aleviliğe yakın bir inanç olan Nusayri mezhebindendir. Erdoğan da Kılıçdaroğlu’nun bu nedenle Esad’ı desteklediğini ima etmiştir. Başbakan’ın CHP liderine Suriye konusunda yüklenirken sarf ettiği “Kişi arkadaşının dinindendir” şeklindeki sözleri bu çerçevede örnek gösterilebilir.” (21/3/2012)
8. SUUDİ ARABİSTAN VE KATAR İLE İTTİFAK: “Türkiye, Beşar Esad’ı devirmeye çalışan, Sünni unsurlardan oluşan Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) verilen destekte bölgede Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte en ön saflarda yer alıyor. İçsavaşta Esad rejimine en kuvvetli bölgesel destek ise Şiilik ortak paydasında İran’daki rejim, Irak Başbakanı Nuri El-Maliki ve Lübnan’daki Hizbullah’tan geliyor. Savaş, bu haliyle Ortadoğu’daki Sünni ve Şii bloklar arasındaki bir çatışma, bir nüfuz mücadelesine dönüşmüş durumda. İki cephe de Suriye’de arkasında durduğu kendi müttefikinin kazanması için elindeki bütün imkânları seferber ediyor. Ortaya çıkan bu tablo, Türkiye’nin, Cumhuriyet dönemi boyunca izlemeye çalıştığı Araplar ve bölge ülkeleri arasındaki çatışmaların dışında kalma geleneğinin dışına çıktığını gösteriyor.”
9. MUHALEFETE LOJİSTİK DESTEK ÜSSÜ: “Vurgulanması gereken bir faktör, Türkiye’nin İslamcı grupların önemli bir rol üstlendiği Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) verdiği desteğin ulaşmış olduğu düzeydir. Bu destek, uluslararası camianın harekete geçmesi için Ankara’nın yürüttüğü diplomatik seferberlik ve muhalif siyasi partilere-gruplara ev sahipliği yapılması gibi adımlarla sınırlı kalmamıştır. Bunun ilerisine giderek, askeri alandaki kanlı çatışmalarda ÖSO’ya verilen geniş bir lojistik desteği de içermiştir. Hatta örgüt, web sitesinde adresini Hatay olarak veriyor. Muhalif gruplara silah sevkıyatının önemli bir bölümünün Türkiye üzerinden gittiği, bu silahların Suudi Arabistan tarafından finanse edildiği, bu ülkenin Esad’ı devirmek için muslukları sonuna kadar açtığı artık bir açık sırdır. Keza, savaşçı kadroların bir bölümünün Suriye’ye Türkiye üzerinden giriş yaptıkları, hatta iki yönlü sürekli giriş-çıkışların olduğu da biliniyor. Şunu söylemek bir hata olmaz: Türkiye-Suriye sınırı, en diplomatik ifadeyle bugünlerde “geçirgenliği yüksek” bir sınırdır.”
10. ESAD’A TAVIR DOĞRU AMA ÖLÇÜSÜ TARTIŞMALI: “Ankara’nın başlangıçta Esad’ı reform sürecine çekebilmek için diyalog imkânlarını sonuna kadar kullandıktan sonra kendisine tavır alması kuşkusuz ahlaki zeminde doğru ve ilkeli bir tutumdu. Keza, Türkiye’nin sınır kapılarını savaş ortamından kaçan Suriyelilere açması da insani mülahazalar açısından Türkiye’ye yakışan bir âlicenaplıktır. Hükümet, Suriye’de halka karşı kullanılan şiddeti görmezden gelmeyi, buna sessiz kalmayı ne kendi vicdanına ne de kamuoyuna izah edebilirdi. Bütün mesele, Esad’a mesafe koymaktan çok, izlenen tutumun ölçüsünde, kullanılan araçlarda, daha doğrusu uygulamanın ayarlarında karşımıza çıkıyor. Daha sıkıntılı olan yönü, bölgesel ölçekteki büyük bir mezhepsel çatışmada Türkiye’nin “taraf” durumuna sokulmuş olmasıdır. Bu arada ÖSO’ya verilen destekte hiçbir ihtiyat payının bırakılmaması da düşündürücüdür. İslamcı grupların giderek ön plana çıktığı bu ordunun savaş alanında Esad güçlerinin yöntemlerini aratmayan bazı “ölçüsüz” hareketlerinin uluslararası camiada yol açtığı soru işaretleri giderek artıyor.”
11. ÜÇÜNCÜ YOL DENENEBİLİRDİ: “Bu noktada pekâlâ Esad’ın karşısında duran, insani bütün yükümlülükleri yerine getiren ama bugünkü gibi sorunun tarafı konumuna girmeyen ve İran-Irak-Suriye cephesinin bu ölçüde düşmanlığını çekmeyen bir çizgi tutturulabilirdi. Bunu tutturmak, kolay olmamakla birlikte imkânsız değildi. Bunun için dengeli, temkinli ve kontrollü bir şekilde davranılması gerekiyordu.”
12. UCU AÇIK BİR KRİZİN BİLİNMEZLERİ: “Geldiğimiz noktada Türkiye açısından en kritik sorun, Suriye’nin nereye gideceğini kestirebilmek konusunda yaşanan ciddi belirsizliktir. Esad rejimi çökse bile yerine nasıl bir yönetimin kurulacağı, Suriye’nin nasıl bir ülke haline geleceği büyük bir soru işareti olarak karşımızda asılı duruyor. Suriye, çok uzun bir süre kendi içinde çatışma halinde seyredecek, bir statükonun tesis edilemediği, kuzeyinde özerk bir Kürt yönetiminin kurulduğu, parçalanma sürecine girmiş bir istikrarsızlık coğrafyası olarak kalabilir. Türkiye, bu durumda uzun yıllar Suriye’deki kaosun yaratacağı her türlü sorun ve baş ağrısıyla uğraşmak zorunda kalacaktır. Bu arada, mülteci sayısının tahminlerin üstüne çıkacağı anlaşılırken, Ankara’nın Suriye içinde kurulmasını istediği tampon bölge konusunda arzulanan uluslararası desteğin sağlanamamış olması düşündürücüdür.”
SURİYE POLİTİKASINDA HÜKMÜ ZAMAN VERECEK
Yazı dizisinin son bölümü 1 Eylül 2012 tarihinde “Suriye Politikasında Hükmü Zaman Verecek” başlığıyla yayımlanmış. Toplam 12 maddede sıraladığımız tespitlerden sonra şöyle bir finalle kapatmışız yazı dizimizi:
“Dış politikada, özellikle Suriye gibi pek çok yöne savrulabilecek krizlerde izlenen yolun isabet derecesi, kararlar alındığı anda değil, çoğunlukla kriz sonuçlandığında yapılacak muhasebeyle ölçülebiliyor. Kısa dönemde çok başarılı görünen bir karar, yol açtığı sonuçlar itibarıyla uzun dönemde ciddi bir başarısızlık öyküsü olarak görülebilir. Suriye’deki kriz, henüz ucu açık, gelişmekte olan bir türbülans halindedir. Dolayısıyla hükümetin bugün izlediği politikaların isabet derecesini tam olarak değerlendirebilmek için önce bu türbülansın nasıl sonuçlanacağını beklememiz gerekecektir. Ve perdenin kapanmasına galiba daha çok zaman var.”
Aradan tam 10 yıl geçtikten sonra Suriye’de perde hâlâ açıktır ve ne zaman kapanabileceği hususunda hiçbir iyimser işaret yoktur. Türkiye’de yaşayan 4 milyon dolayında sığınmacı ve Suriye’nin parçalanmış bir ülke görüntüsü, taşıdığı bütün devasa sorunlar ve belirsizlikle yapacağımız bir muhasebenin bilançosundaki en sıkıntılı başlıklar olarak karşımızda durmaktadır.
NOT: Alıntılar yaptığımız bu yazı dizisi yayımlandığında Türkiye sınırlarından içeri girmiş Suriyeli sığınmacıların sayısı henüz 100 bine ulaşmış değildi. Dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu, dizinin yayımlanmasından 10 gün kadar önce, 20 Ağustos 2012 tarihinde Hürriyet’ten İsmet Berkan’a yaptığı bir açıklamada “Türkiye’deki mülteci sayısı 67 bini buldu. 100 bini bulmasından endişeliyiz” diye konuşmuştu.
Paylaş