Paylaş
Bir bölümü ben doğmadan meydana gelmiş, bir bölümü çocukluğuma ya da gençlik yıllarıma denk gelen bu haberlerde karşıma çıkan olayların bir kısmı bazen komik, bazen yadırgatıcı, bazen de gerçek ötesi gibi görünebiliyor. “Böyle bir şey nasıl olabilmiş?” diye soruyorsunuz kendinize.
Şarkıcı Gülşen’in İmam Hatip Okulları mezunlarıyla ilgili yaptığı sevimsiz bir espri yüzünden tutuklanması, ardından ev hapsine konması hadisesi karşısında, insan ister istemez bundan on yıllar sonra bugüne ait arşivleri okuyacak olanların neler düşüneceklerini merak ediyor.
*
Neyse ki bugünden gösterilen kuvvetli tepkiler, belki ileride bu konudaki haberleri okuyacak insanların bakışını da muhtemelen dengeleyecektir. Hadiseden çıkarabileceğimiz bir dizi sonuç var.
Bunlardan birincisi, Gülşen’in sözlerinin, espri niyetiyle sarf edilmiş olsa bile, yöneldiği kitle açısından rencide edici, aşağılayıcı bir içerik taşıdığı hususunda kamuoyunun çok geniş katmanlarında eleştirilmiş olmasıdır.
Muhafazakâr kesimlerin dışında kalan mahallelerde de Gülşen’in sözleri geniş bir şekilde ayıplanıp, kınanmıştır. Toplumda bu konuda büyük ölçüde bir konsensüsün oluştuğunu söylemek hata olmaz. Kendisi de zaten hatalı olduğunu kabul etmiş, kuvvetli bir özür beyanında bulunmuştur.
Bir diğer önemli sonuç, Gülşen’in tutuklanmasının hukuken ölçüsüz, haksız bir tasarruf olduğu hususunda toplumun hiç de yabana atılmayacak bir çoğunluğunun ortak bir çizgide buluşmuş olmasıdır. Muhafazakâr kesimden de sanatçıya uygulanan tutuklama tedbiri karşısında, kendisinin tavrı kınanmakla birlikte, eleştirel seslerin yükselmiş olması bu bakımdan kayda değerdir.
Kısmen bu durumun da bir sonucu olarak, geçmişte buna benzer potansiyel ideolojik, kültürel ayrışma konuları patlak verdiğinde toplumda bir damar bulabilirken, bu kez benzer bir dalgalanma olmamıştır. Hatırlanacaktır, geçen ocak ayında Sezen Aksu’nun bir şarkısının sözleri üzerinden yaratılmak istenen gerilim de toplumda bir karşılık bulmamıştı.
*
Asıl düşündürücü sonuç, Gülşen’in tutuklanmasının yargı kurumuna ve adalete duyulan güven sorununu daha da derinleştiren bir etki yaratmış olmasıdır.
Burada savcıların Gülşen’in sözleri üzerine resen yetki kullanıp kendisini tutuklayarak sergiledikleri aktivizm ile pekâlâ başka şahıslar tarafından bariz nefret suçu oluşturan sayısız beyan karşısında aldıkları edilgen tutum arasındaki çelişki herkesin zihnine yerleşmiştir.
Kısa zamanda rahatsız edici sayısız örnek ortalığı kaplamıştır. “Namaz kılmayanların öldürülebileceği” yolunda görüş belirten bir şahsın sözlerinin yargıda yaptırım görmemesi bu çerçevede en çarpıcı örneklerden biri olarak hatırlatılabilir. Keza, nefret suçları dışındaki suç kategorilerinde, örneğin yolsuzluk dosyaları karşısında görülen benzer hareketsizlik, kamuoyunun yargı konusundaki kanaat notunu zayıflatan bir başka durumdur.
Sonuçta karşılaştırmalı olarak bakıldığında, Gülşen’in önce tutuklanması, ardından ev hapsine konması, yargının nasıl çalıştığını, daha doğrusu ayrımcı bir anlayışla hareket ettiğini iyice açığa çıkaran bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür.
Muhtemelen bu işlevi bundan sonra görmeye de devam edecektir. Örneğin, önümüzdeki dönemde nefret suçu olarak değerlendirilebilecek muhtelif fiiller karşısında savcılar harekete geçmedikleri takdirde, her seferinde kamuoyunda Gülşen hadisesi ile kıyaslanarak hüküm kurulacaktır. Bu tür çelişkilerin toplumun belleğinde kristalize olması açısından artık önemli bir referanstır Gülşen dosyası.
*
Tabii Gülşen’in tutuklanması tedbiriyle ilgili temel bir sorun da şu noktada beliriyor. Kendisinin “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” suçlamasıyla tutuklanmasının neden yasaya, Anayasa’ya, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına aykırı olduğu konusunda saygın hukuk otoritelerinin görüşlerine de atıflar yaparak burada uzun gerekçeler sıralamak mümkün.
Bu çerçevede özellikle Türk Ceza Kanunu’nda bu suçun işlenmiş sayılabilmesi için aranan “Kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkması” kriteri açısından, Gülşen’in sözlerinin nasıl böyle bir tehlike yarattığı sorusunun yanıtı boşluktadır.
Ancak bu gerekçeleri burada sıralamanın galiba çok bir anlamı da yok. Bütün mevzuata rağmen tutuklamanın bu kadar süratle yapılabilmesi, meselenin hukuk zemini üzerinde değerlendirilebilmesi açısından yabancılaştırıcı bir etki icra ediyor.
*
“Halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” suçunun yasada evrensel hukuka uygun bir şekilde tanımlanıp yargı tarafından geniş bir şekilde yorumlanmasının önüne geçilmesi, ayrıca tutuklama tasarruflarının istisna olması, cezalandırmaya dönüşmemesi hususlarında uzun yıllardır bu ülkede yürütülen bütün çalışmaları hatırlayın bir an için.
Hazırlanan birçok reform paketini, yapılan yasa değişikliklerini, düzenlenen basın toplantılarını, gösterişli törenleri, konferansları, atılan nutukları, yazılan akademik makaleleri, basılan sayısız kitabı, bu alanda üretilen bütün hukuk literatürünü düşünün.
Ayrıca, AİHM ve Anayasa Mahkemesi’nden bu başlıklarda çıkan ihlal kararlarını ve bunlar üzerinden şekillenen güçlü içtihatları da hesaba katın.
Buna karşılık, yargı sisteminden hâlâ aksi doğrultuda bu tür kararlar çıktığında, ortaya konmuş olan bu büyük çaba bir anda bütün anlamını yitiriyor.
Ve insan Türkiye’de kendisini bir zaman tünelinde geçmişe ışınlanıp, belirsiz bir noktada sıkışıp kalmış gibi hissediyor.
Bu arada, yeni akademik yılın hemen öncesinde hukuk fakültelerine kaydedilen binlerce yeni öğrenciyi düşünün. Başlamak üzere oldukları yolculuğun geleceği için ne düşünecekler bu gibi hukuk olaylarına tanıklık ettiklerinde?
*
Vatandaşları ülkelerine bağlayacak en önemli köprülerden biri, adaletin işleyeceğine duyacakları güven duygusudur. Bu tür tasarrufların yol açtığı temel sorun, ne yazık ki bu güven duygusunu sarsması, toplumun gözünde hukukun değerini aşağıya doğru çekmesidir.
Oysa hukukun üstünlüğü ilkesi üzerindeki toplumsal mutabakat bir ülkenin huzurunun, refahının, istikrarının, gücünün, esenliğinin temel harcıdır. Demokrasisinin olmazsa olmaz bir güvencesidir.
Bugünlerde “Büyük Zafer”in 100’üncü yıldönümünü coşkuyla kutluyoruz ve bir yandan da önümüzdeki yıl Cumhuriyetimizin 100’üncü kuruluş yıldönümüne hazırlanıyoruz. Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümüne yakışan, bütün vatandaşlara güven veren bir hukuk düzeninin tesisi olmalıdır.
Paylaş