Avrupa’da ortasından iki nehir geçen bir şehri gezmek için harika bir fırsat şu günler. Özellikle de yurtdışı tutkunları için bulunmaz fırsat Sırbistan’ın başkenti Belgrad. Sırpçası Beograd, Türkçesi ‘Beyaz Şehir’. Yaklaşık 2 milyon nüfusuyla hem Sırbistan’ın hem de Balkanlar’ın en büyük şehrini en çok Türkler ziyaret ediyor... Hem vize yok hem uçakla 1 saat 20 dakika. Üstelik yeme-içme ve konaklama pek çok ülkeye göre daha ucuz. Tarihi merkezine Stari Grad, yeni yerleşim bölgesineyse Novi Beograd dedikleri kentin iki yakasını Sava Nehri ayırıyor.
Kale ve İstanbul Kapısı...
Kanuni Sultan Süleyman, 1521’de fethetmiş şehri. Sadece Belgrad’da değil, Sırbistan’da da pek çok iz var Osmanlı’dan. Hatta öyle ki pek çok sözcük Türkçeden geçmiş. Size çok tanıdık gelecek isimler göreceksiniz sık sık. Kent merkezinden trafiğe kapalı ve hep çok kalabalık olan çok sayıda kafe, restoran ve mağazanın sıralandığı Knez Mihailova Caddesi boyunca yürürseniz, kocaman parkı ve şahane manzarasıyla Kalemegdan’a varırsınız. Şehrin tam merkezindeki kale haftanın her günü ziyarete açık, üstelik de ücretsiz.
SEMTİN KADERİNİ DEĞİŞTİREN AİLE
Tubini Köşkü
Kadıköy antikçağdan beri hep bir yerleşim yeri olarak geçse de Çarşı’dan Kurbağalıdere’ye kadar olan alanda bir burun şeklinde uzanan Moda uzun süre bağlık, bahçelik ve çayırlık olarak kalmış. Bizans ve Osmanlı zamanlarında Rumlara ve Ermenilere ait tek tük evlerin bulunduğu bölge genellikle avcılık, balıkçılık ve piknik için tercih edilmiş. Sakız Adası’ndan göç eden Levanten bir aile olan Tubini’lerin Moda’da oturmaya karar vermesiyle semtin kaderi de değişmiş. Bankerlik yapan Tubini’ler varlıklı bir aile, hatta padişaha borç verecek kadar! Önce Pera ve Beyoğlu’nda ikamet eden, sonra da Rumelihisarı çevresinde yaşayan aile 1850’lerde şu an üzerinde Sular İdaresi’nin bulunduğu alana büyük bir malikâne yaptırmış. Ailenin sonraki kuşakları da babalarının izinden giderek büyük malikâneler ve süslü köşkler yaptırarak bu bağlık-bahçelik alana yeni bir sima kazandırmışlar. Hatta bu sebeple semt Tubini Mahallesi olarak anılmaya başlamış. Daha sonra devrin diğer aristokrat aileleri olan Lorando’lar, Whittall’lar, Lafontaine’ler, Furstenberger’ler de onları izleyip bu mahalleye gösterişli konutlar yaparak yerleşmişler. Semtte oluşan bu Avrupa kökenli topluluk âdetleriyle ve yaşam tarzlarıyla yeni bir moda başlattıkları için semtin adı ‘Moda’ olarak anılmaya başlamış. Maalesef bu köşklerden geriye ailelerin adlarından başka fazla bir şey kalmamış.
“BARIŞ MANÇO, MODA, 81300”
Whitthall Köşkü/Barış Manço Müze Evi
Whittall ailesinin Moda’da birkaç köşkü varmış ama herhalde en bilineni rahmetli Barış Manço’nun evi. Günümüzde Barış Manço Müzesi’ne ev sahipliği yapan köşk Mr. Dawson tarafından 1895-1900 arasında Rum asıllı Pape Kalfa’ya yaptırılmış. Zaman içinde birçok kez el değiştirmiş fakat 1965’te John Whittall tarafından satın alınmış ve Whittall Köşkü olarak anılmaya başlamış. Barış Manço kendisiyle anılan evi İngiliz Whitthall ailesinden 1984’te satın almış. Hatırlar mısınız, Barış Manço (1943-1999) televizyon programında seyircilerinin kendisine yazabilmesi için adresini “Barış Manço, Moda, 81300” diye verirdi. Sevilen sanatçının Yusuf Kamil Paşa Sokak’taki evi ölümünden sonra müzeye ve müzik okuluna dönüştürüldü. Pazartesi günleri hariç her gün ziyaret edebilirsiniz.
GERİYE BİR TEK KAPISI KALMIŞ
Şair Nefi Sokak’tan Küçük Moda Burnu’na doğru giderken solda göreceğiniz kapı kalıntısı Moda’nın tarihine imza atan ailelerden birine ait malikânenin kapısıymış bir zamanlar. Lorando’lar, Sultan Abdülaziz döneminde sarraflık yapan varlıklı bir aile. Pera ve Beyoğlu çevresinde yaşarlarken sonradan Tubini’ler gibi Moda’yı kendilerine mesken edinmişler. Hatta Küçük Moda onların adıyla anılmaya başlamış. Maalesef malikâneden geriye bir kapıdan başka bir şey kalmamış.
Oldukça yoğun ve alışılmışın dışında bir bahar geçirdik, evlerimizden çıkmadan ve doğanın uyanışına şahit olamadan... Sonra üzerimize yaz rehaveti çöktü. Eksik kalanları tamamlayalım, biraz da nefes alalım derken yine geldi sonbahar. Tatiller bitti, kış hazırlıkları başladı. Böyle anlatınca bu mevsim size biraz karamsar geldiyse, sonbahara başka bir gözle bakalım bu sene.
Sonbahar, ruhu ve bedeni serbest bırakmaktır
Sonbaharda bitişleri hatırlarız ama aslında yeni başlangıçlar vardır hep. Doğanın kanunu, döngüsü belki de en canlı sonbaharda hatırlatır kendini. Sonbahar serbest bırakmaktır bedenini ve ruhunu. Yükleri atıp tazelenmektir. Yeniden başlamak için bir döngüyü kapatmaktır. Vedalar zor gelse de siz de bugünleri fırsat bilin ve kendinize bir iyilik yapın. Sonbaharin tadını doğada tazelenerek çıkarın.
Bu iyilik için de Zeynep Şahin Tutuk ile birlikte yazdığımız ve karantina günlerinden hemen önce basılan ‘Kanatlarımda İstanbul’ kitabına göz atın.
Bir kuşun kanadında güzel bir İstanbul masalı
Bu kitapta Halit Bilen’in muhteşem kareleriyle bir kuşun kanadında yola çıktığımız güzel bir İstanbul masalı sunduk. Çok kısa sürede 9 baskı yapınca İngilizcesi olan ‘Istanbul A Bird’s Eye View’ ve Almancası ‘Beflügelndes Istanbul’u da yabancı misafirler için çıkardık.
Anadolu’yu nasıl tanımlarsın deseler; medeniyetlerin, tarihin, dinlerin, hikâyelerin, efsanelerin beşiği derim... Farklı coğrafyalardan göçle bu topraklara gelen her topluluk bir iz bırakmış. Mısır, Ege ve Yunan medeniyetlerine yakın konumu farklı kültürlerle kaynaşmasını sağlamış. Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu topraklar İpek ve Baharat yollarının denize açıldığı yer olmuş. Ticaret, savaşlar ve göçler insanlık tarihine şahitlik etmiş bu toprakları beslemiş. Adları, kahramanları, dilleri değişse de âdetler, hikâyeler, ninniler kalmış bize miras. İşte bu sebeple Anadolu, hem kültürler arası bir köprü hem de zamansızlığın sembolü, dünü bugüne taşıyan bir zaman tüneli gibi.
5 bin yılda dokuz şehir
Homeros’un ‘İlyada’sını elimize alalım ve bu destanın içinde kaybolalım. Troya’nın öyküsü çok büyüleyici ama şehirdeki kalıntılar biraz hayal kırıklığı yaratıyor. 1996’da UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınan Troya’da yapmanız gereken, hayal gücünüzü kullanıp bu eserlerin binlerce yıldır burada olduğunu düşünmek. Mitolojiye göre Zeus, dünyanın ilk güzellik yarışmasında üç tanrıçadan birini seçme görevini Paris’e verilir. Kendisine dünyanın en güzel kadını Helen’i teklif eden güzellik tanrıçası Afrodit, verdiği rüşvet sayesinde ödülün sahibi olur. Ve Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helen kaçırılıp Troya’ya getirilir. Bunun üzerine kral karısını ve şerefini kurtarmak için ordularıyla beraber Troya’ya yelken açar. 10 yıl süren savaşta iki taraf da bir sonuç elde edemez. En sonunda Yunan tarafı bir hileyle geri çekiliyormuş gibi yapar ve Troya’nın kapısına tahta bir at bırakır. Zafer sarhoşluğuna eğlenceler de eklenince Troya halkı gecenin ilerleyen saatlerinde sızıp kalır. Gerçek zaferse şehrin içine alınan atta saklanan Yunan askerlerin olur.
Troya tarih boyunca çok sayıda şehrin üst üste kurulduğu bir yerleşim. 5 bin yıllık süreçte dokuz farklı şehir kurulmuş. Savaşın geçtiği dönem 6. şehir ve yaklaşık olarak MÖ 1250 yılları. Şehir çok sayıda lidere ve medeniyete ev sahipliği yapmış, sonra unutulup gitmiş. İnsanlar bir efsane olarak bakmışlar bu isme, ta ki Schliemann adında bir adam ortaya çıkana kadar!
Sonbahar genellikle hüznü ve bitişleri çağrıştırsa da aslında renklerin, bereketin, ektiğini biçmenin mevsimi. Ruhumuz aynı doğa gibi, yaz sıcağında olgunlaşan meyvelerini toplar ve soğuk kış günlerine hazırlar kendini. İşte bu hazırlıklar içinde, şehrin karmaşasından kaçıp yazın son güneşlerinin eşlik ettiği bağlarda bir bağbozumuna katılmak, belki de en güzel kutlama olur. Bağbozumu bir şenliktir; yüzyıllardır tekrarlanan bir coşkuya ortak olursunuz. Bağlardaki üzümleri toplarken, doğanın ve insanın yüzlerce yıllık emeğini hissedersiniz.
Ülkemizdeki birbirinden güzel bağları gezmeye başlamadan size biraz üzümün tarihinden bahsedeyim. Asmanın tarihi insanlık tarihinden daha eski. İnsanlık, üzümün tadını aldığında aralarında bir bağ oluşmuş. İnsan üzümü işlemiş, üzüm ona şifa vermiş. Ülkemizin bağcılık için en uygun iklim kuşağında olması bağcılığın yüzyıllar boyunca Anadolu uygarlıklarıyla iç içe olmasını sağlamış. En eski yabani asmanın Kafkaslar ve Anadolu topraklarında bulunması, bağcılık kültürünün bu topraklar için ne kadar kadim bilgi olduğunun kanıtı.
Yıllar var ki Side’ye gitmemiştim. İş ya da tatil nedeniyle Antalya sıklıkla gittiğim bir durak olsa da yolumu Side’ye düşürecek bir neden olmayınca açıkça söyleyeyim biraz ihmal etmişim. Geçen hafta yeniden ‘merhaba’ deyince fark ettim 10 yıldan fazladır Side’ye gitmediğimi.Side’yi bir yarımada gibi düşünün; konumu çok güzel. Manavgat Belediyesi ve Side halkının işbirliğiyle de yepyeni bir kimlik kazanmış. Öncelikle tarihi ortaya çıkarmak için harekete geçmişler. Binalar yıkılmış, yeraltındaki tarihi gün yüzüne çıkarmak için başarılı bir kazı çalışması yürütülmüş. Sonra o dokunun üzeri camla kaplanmış ve yeni yapılar bu cam zeminler üzerine inşa edilmiş. Böylece ortaya adeta bir müze kent çıkmış. O yüzden Side Çarşısı’na gittiğinizde sürprizlerle karşılaşacaksınız. Mesela girdiğiniz bir halı dükkânında yerde cam zemin, altında da tüm güzelliğiyle büyüleyen mozaikler göreceksiniz. Ya da bir şeyler içmek için oturduğunuz kafede sütunlar, su kanalları karşılayacak sizi... Her şeyi müzeye taşımak yerine olduğu yerde muhafaza edip korumaya almışlar. Bu da katman katman tarihle örülmüş bir şehircilik anlayışı çıkarmış ortaya. Bu arada çarşıda kilimlerden dekoratif yastıklara, aksesuardan giyim kuşama, tablolardan hediyelik eşyalara uzanan yelpazede birçok şey bulabilirsiniz.
Muhteşem tiyatro
Side’nin hem içinde hem civarında keşfedecek çok şey var. Tarih ve doğa başrolde burada. Harika antik tiyatrosu mesela... Merkezde ve yarımadanın en dar noktasındaki yapı, Anadolu’nun en büyük tiyatrolarından biri. MS 2’nci yüzyılda inşa edilen tiyatro, bir dönem arena olarak da kullanılmış. Side’nin geçmişinde, piskoposluk merkezi olduğu bir dönem var. MS 5-6’ncı yüzyıla denk gelen bu dönemde, tiyatro bu kez açık hava kilisesi olarak kullanılmış. Side Yarımadası’nın güney ucunda, limanın doğusunda iki büyük tapınak var. Şehrin iki büyük tanrısı Apollon ve Athena’ya adandığı düşünülen bu tapınakları, özellikle akşam saatlerinde görmeniz gerek. Muhteşem bir büyüsü var. Büyük tapınak baştanrıça Athena’ya, küçük olan Apollon’a ait. Şehre ait sikkeler üzerinde de Apollon küçük tapınağın önünde ayakta duruyor, Athena büyük tapınağın maketini elinde tutuyor.
Antalya’yı II. Attalos kurmuş. ‘Attalos yurdu’ anlamına gelen ‘Attaleia’ adı verilmiş; o isim günümüze kadar çeşitli değişikliklere uğramış ve nihayet Antalya olmuş. Şehrin kurucusu olan Kral Attalos’u heykelinin Saat Kulesi’nin karşısına dikilmesi sırasında yaşanan tartışmalardan hatırlarsınız… Tarihi MÖ 150’lilere dayanan şehrin çok zengin bir tarihi var. Bunda konumunun etkisi büyük. Geçmişte Antalya’nın kuzeyine Pisidya, doğusuna ‘tüm kavimlerin ülkesi’ anlamında Pamfilya, batısına da ‘ışık ülkesi’ anlamında Likya denmiş. Dolayısıyla şehir önemli yolların kavşağında kurulup geliştiği için müthiş bir mirasın sahibi olmuş.
Gezginlerin durağı
Haçlılar için önemli bir liman olarak ‘kutsal topraklar’a giden yolda askerlere hizmet etmiş. Osmanlı topraklarına katılmasıysa Yıldırım Bayezid dönemine denk geliyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında iki sene kadar İtalyan işgali yaşamış. Antalya sadece şimdi gözde değil. Geçmişte de gezginlerin vazgeçilmez durakları arasındaymış. 14. yüzyılda Antalya’yı ziyaret eden İbn-i Battuta, Güney Anadolu’nun bu en önemli limanından ihraç edilen limonlar yüzünden Mısır’da limona ‘adaliya’ denildiğini yazmış. 1671’de şehre bu kez Evliya Çelebi gelmiş. Düden Nehri’nden akan suyun 200 çeşmeyi beslediğini, şehir surlarının 4 bin 400 metre uzunluğa ve 80 kuleye sahip olduğunu yazmış.
Eski evlerin güzelliği
Bir zamanlar Neslişah Sultan’ın oturduğu bordo renkli bina Boğaz’dan bakıldığında Alarko’ya ait Şifa Yurdu’nun solunda kalıyor. İstanbul’un en sıradışı evlerinden biri... Bu nedenle yıllardır görmeyi çok arzu ettiğim bir yerdi. Ve ilk kez bir aralık ayının 24’ünde, mimarı Bruno Taut’un 75’inci ölüm yıldönümünde gitmiştim.Evin girişinde, hemen solda yemek odası, önünde bir balkon ve muhteşem bir Boğaz manzarası var. Salon sade ama şık bir şekilde döşenmiş. Dünyanın farklı köşelerinden objeler birbiriyle uyum içinde. Yeşilliklerin arasından Boğaz sizi kucaklıyor. Burhan Doğançay’ın Leyla Gencer’li bir eseri salonu süsleyen sanat eserlerinden sadece biri.
En üst kattaki yuvarlak cihannüma (seyir köşkü) muhteşem; ev sahibi çalışma ofisi olarak kullanıyor. Adeta kaptan köşkü gibi. Salondan, çok hoş metal işçiliği olan merdivenlerle alt kata, yatak odalarının olduğu bölüme iniyorsunuz. Ev çok büyük değil, mimari olarak dıştan çok güzel ama kullanım olarak bazı zorlukları var. Yan tarafındaki bahçeyse ömre bedel ve teraslar şeklinde devam ediyor. Korunun içinde bir dönem Taut Evi’nde de yaşayan Osmanlı Hanedanı’nın en güzel kadınlarından Neslişah Sultan’ın yaşamının son yıllarını geçirdiği apartman ve başka binalar yer alıyor.
Nazilerden kaçan mimarTaut Evi İstanbul’un bağrında sakladığı çok sayıda sürprizden biri ve şehrin güzelliğine apayrı bir hava katıyor.
Mimarı Bruno Taut bu ev hakkında “Doğu’nun manevi değerlerinin insan üzerindeki etkisini modern bir evle açıkladım” demişti. Bu vesileyle Taut’u ve hayatını anmak da yerinde olacak. Taut, 4 Mayıs 1880’de ünlü Alman filozof Kant’ın da yaşadığı Königsberg’de tüccar Julius Taut’un ikinci oğlu olarak doğmuş. Berlin Üniversitesi’nde kent planlaması eğitimi almış, 1909’da kendi bürosunu açmış. Özellikle Berlin’de yaptığı modern binalarla kendine haklı bir ün sağlamış.
Çok sayıda eseri var. Alman asıllı bir Yahudi olan Taut, 1933’te Nazilerin iktidara gelmesi üzerine Japon Uluslararası Mimarlık Derneği’nden aldığı bir daveti kabul etmiş ve Naziler’den kaçıp Japonya’ya sığınmış. Ardından 1936’da Türkiye’ye davet edilmiş. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nde profesörlük yapmış.
“Atatürk uzmanlık alanlarına karışmıyor”