Anadolu topraklarının Avrupa’ya açılan kapısı Edirne’deyiz. Meriç ve Tunca nehirlerinin bereketiyle beslenen bu kadim topraklar kimi zaman Dersaadet (mutluluk kapısı) diye anılmış, kimi zaman İstanbul’u kıskandıran ‘Şenlikler Şehri’ olmuş, kimi zaman da büyük acılara tanıklık etmiş. Sınırda olması kültürel çeşitliliğini arttırırken geleneksel değerlerini korumayı da başarmış. Edirne’yi gezmeye başlamak için ilk adımı Selimiye Camisi’ne atmalısınız. 1569-1575 arasında tamamlanan bu görkemli yapının, Koca Sinan’ın diğer eserlerinin güzelliğini geride bıraktığı düşünülür. Yerden yüksekliği 43 metreyi bulan 31 metre çapındaki kubbesiyle dikkat çeker. 2011 yılında kültürel varlık olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan cami, iç tasarımında kullanılan ve dönemin en iyi örnekleri kabul edilen taş, mermer, ahşap, sedef ve çini işçiliğiyle ayrıca değer taşır. Sanat tarihçisi Ernst Diez, Selimiye için “Mekân, büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan üstündür” der.
Minareleri eğri miydi?
Selimiye Camisi ile ilgili birçok hikâye vardır ama en yaygını yaşlı bir kadının Koca Sinan’ın kulağına caminin minarelerinden birinin eğri olduğunu fısıldamasıyla başlar. Yaşlı kadını büyük bir ciddiyetle dinleyen mimarbaşı, bir işçiden elinde iple minareye çıkmasını ister. İpin bir ucunu aşağıda duran başka bir işçiye tutturur ve yaşlı kadının gösterdiği yöne doğru ipe asılmalarını söyler. Minarenin düzeltildiğini düşünen kadını mutlu eder. İşçilerde biraz şaşkınlık, biraz da kızgınlık vardır. Ama Nasrettin Hoca’nın filozofluğundan izler taşıyan Koca Sinan durumu açıklar; tartışmayı seçmesi durumunda kadının yayacağı dedikodular yüzünden caminin asırlar boyunca ‘eğri minareli’ damgasını taşıyacağını, bunu önlemesi gerektiğini anlatır.
İstanbul’u ziyaret edenlerin birçoğu 17’inci yüzyılın büyük Osmanlı mimarı Sinan’ın adını duyar. Ancak özellikle Boğaz’ı süsleyen birçok sembolik yapının mimarları olan Balyan ailesini pek kimse bilmez. Hatta İstanbul’da yaşayanlar her gün eserlerini görseler de adlarını belki hiç duymamışlardır. Oysa dört kuşak boyunca altı padişaha hizmet eden aile, fazlasıyla miktar ve çeşitte eseri İstanbul’a miras bırakmış. Eserlerinin en önemli özelliği, süsleme sanatının tüm inceliklerini iç alanlarda olduğu kadar dış cephede de bonkörce kullanarak Batı tarzı bir mimari uygulamaları. Böylece dışarıdan bakıldığında göze oldukça sade görünen, ancak süslemelerin daha çok içeride yoğunlaştığı eski Osmanlı tarzını tamamıyla tersyüz etmişler.
Öykü, Anadolu’da başladı
Aile, Orta Anadolu’dan, Karaman yakınlarındaki bir köyden gelmiş. Ailenin ilk bilinen üyesi Meremetçi Bali Kalfa. Sultan
IV. Mehmet’in sarayındaki Ermeni mimarların kulağına gitmiş Bali Kalfa’nın başarıları. O da İstanbul’a gelmiş ve kendisine sarayda daha sonraki yıllarda oğlu Magar’a devredeceği bir yer edinmeyi başarmış. Magar, Sultan I. Mahmut ile bir şekilde ters düşünce Bayburt’a sürgün edilmiş. Sürgün yerinde oğulları Krikor ve Senekerim’e mimarlık eğitimi vermiş. Krikor Amira Balyan (1764-1831) zamanında aile şirketinin başarısı ciddi olarak artmış. Ama maalesef eserlerinin bir kısmı zaman içinde kaybolup gitmiş. En önemli eseri 1826’da Sultan
II. Mahmut’un yeniçeri isyanını bastırması şerefine yaptırılan Tophane’deki Nusretiye (Zafer) Camisi. Eyüp’ün Haliç kıyısındaki ve bir zamanlar şehirdeki feslerin üretildiği Feshane ile Belgrad Ormanları’nda hâlâ ayakta olan Valide ve Topuzlu su bentleri yine Krikor Balyan’ın şehre kazandırdığı eserler arasında. Ayrıca Selimiye Kışlası’nın üç kanadının yapımını üstlenmiş. Krikor’un kardeşi Senekerim ise Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi avlusundaki Serasker Beyazıt Kulesi’ni inşa etmiş.
Kars ve civarındaki yerleşimin tarihi, milattan önceye dayanıyor ve şehir geçmişte sahip olduğu gücü bugün de hissettiriyor. Huriler, Urartular, İskitler, Sasaniler, Selçuklular, Gürcüler, Moğollar, Akkoyunlular ve Karakoyunluların da aralarında bulunduğu çok sayıda devlete ev sahipliği yapmış Kars toprakları. Müthiş bir kültürel zenginliğin mirası. Kars Osmanlı topraklarına 1535’te katılmış. 1853-1856 Osmanlı-Rus Savaşı’nda şehir halkı kahramanca savunmuş topraklarını ve 1855 Kars Zaferi nedeniyle devlet tarafından madalya verilerek onurlandırılmış. Üstelik Kars Zafer Madalyası, Anadolu’da bir kente verilen ilk gazilik madalyası. Şehit askerlerin ailelerine dağıtılan ve bir yüzünde Kars Kalesi, diğer yüzünde padişah tuğrası olan madalyaları Kars’ta değil, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin koleksiyonunda görebilirsiniz. Şehir, 1878’den 1918’e kadar tam 40 yıl Rusların işgalinde kalmış ve ortaya inanılmaz bir sentez çıkmış. Izgara şehir planlı sokakları, o muhteşem taş binalarıyla Kars, ona Batılı ve aristokrat bir hava veren kar örtüsüyle size Rusya’da bir şehir gibi de gelebilir. Yeniden Türkiye topraklarına katılması 30 Ekim 1920’de Kazım Karabekir idaresindeki Türk ordusunun şehre girmesiyle gerçekleşmiş.
Kelle koltukta savaş
Kars’a gittiğimde, önce şehre hâkim tepeye kurulmuş olan kaleye çıkarım, çeşitli işgallerde tahrip olup defalarca onarılan kalenin girişindeki Celal Baba Türbesi’ni ziyaret ederim. Celal Baba, savaş sırasında kafası kesilince kellesini koltuğunun altına alıp savaşa devam ettiğine inanılan bir savaş kahramanı. Benim için şehirde en ilginç yapılardan biri 12 kemerinde 12 havarinin kabartmasını taşıyan 12 Havari Kilisesi. Bu ilginç yapı camiye dönüştürülünce Kümbet adı verilmiş. Bu mevkiden görünen Kars Çayı üzerindeki Taş Köprü, III. Murat tarafından yaptırılmış. Hemen yanında Namık Kemal’in evi var. Ruslar döneminden kalma Vali Konağı, Defterdarlık, Belediye ve istasyon binasıyla kalın taş duvarlı, bazıları bahçeli evler size ne kadar değişik bir coğrafyada olduğunuzu hatırlatacak. Şehrin en görkemli taş yapılarından biri de Fethiye Camisi olarak bilinen eski Rus Ortodoks Kilisesi.
Kapadokya’nın kalbine yolculuk
Argos In Cappadocia / Nevşehir
Argos, rafine bir zevkin otel lüksüyle buluştuğu en güzel örneklerden. Yaklaşık 14 dönüm üzerinde birbirinden bağımsız 51 odasında mağara havasını solumanızı da sağlıyor, taş ev güzelliğini yaşamanızı da. Lounge alanına sade bir şıklık hâkim; konfor-keyif ikilisi her köşede kendini hissettiriyor. Kapadokya manzarasının yanı sıra havanın açık olduğu günlerde tüm görkemi ve güzelliğiyle Erciyes Dağı selamlıyor konukları. Özellikle günbatımındaki manzara muhteşem. Telefon: (0384) 219 31 30
‘Dünyanın en iyi manzarası’ ödüllü
Rox Cappadocia / Nevşehir
Bu otelin hayranı çok çünkü ‘Dünyanın En İyi Manzaralı Oteli’ seçilmelerini sağlayan muhteşem bir Kapadokya panoramasına bakıyor. Uçhisar Kalesi’nin hemen altında konumlanan otelin oldukça büyük terası çok güzel. Tam karşınızda Göreme, Güvercinlik Vadisi, Kılıçlar Vadisi ve Aşk Vadisi uzanıyor. Balonların kalktığı noktaya hâkim olduğu için her sabah güne gökyüzünü masal kitaplarından fırlamış gibi görerek başlıyorsunuz. Mağara ya da taş dokuya sahip 8 odası var. Dekorasyonda bohemlikle harmanlanmış yöresel bir çizgi tercih edilmiş. Evcil hayvanınızla kalabiliyorsunuz ve ek ücret alınmıyor. Telefon: (0384) 219 24 06
Son yıllarda gündemde olan ‘staycation’ fikri pandemiyle birlikte altın çağına girdi. Şimdi nedir bu kelime diye merak edenler olacaktır. Şöyle anlatayım; ‘kalmak (stay)’ ve ‘tatile çıkmak (vacation)’ kelimelerinin birleşiminden yaratılmış bir kavram bu. İki farklı anlamı var bu kavramın. İlk olarak yaşadığınız şehirde kalarak tatil yapmak ve unuttuğunuz veya hiç bilmediğiniz özelliklerini keşfetmek. İkincisi ise evinizde otel konforunda vakit geçirmek... Bir nevi kendini kandırmak gibi! Bu konseptin ilgi alanıma giren ilk tanımı ve pandemi şartları zaten aklımda olan planlarımı gerçekleştirmem için bana ilham verdi. Ege ve Akdeniz’deki butik otelleri tanıttığım kitabım nedeniyle Türkiye’nin farklı bölgelerinden olduğu kadar İstanbul ve çevresinde çok sayıda oteli ziyaret ettim ve bu sayede ben de ‘staycation’ın tadına vardım. Bu bilgiler ışığında böyle bir tatil için size önereceğim yer Şile-Ağva... İstanbul’un bu kaçış mekânları sizi gündemden ve haftanın yorgunluğundan uzaklaştıracak.
Gündüz de görünsün diye
Şile’nin tarihi çok eskiye dayanıyor. İsmi Yunancada bir çeşit yaban çiçeği anlamına geliyor. Antikçağda Yunanların, sonra Romalıların istilasına uğramış. Selçuklu ve Bizans hâkimiyetlerinin ardından Yıldırım Bayezit Osmanlı topraklarına katmış. İlk Bizans döneminde, sonradan Osmanlılar tarafından yeniden inşa edilen kalesi ilçenin sembollerinden biri. 1871’de Hatice Hanım tarafından yaptırılmış Hanımsuyu Çeşmesi, Demirtaş Paşa Okulu, Vergi Dairesi binası da ilçedeki tarihi yapılar arasında.Şile Feneri’yse sadece İstanbul için değil, Türkiye için de önemli. Ülkemizin en büyük deniz feneri. Dünyadaysa hâlâ çalışır durumdaki en büyük ikinci deniz feneri. Sultan I. Abdülmecit döneminde, Kırım Harbi’nde Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na girecek gemilere yol göstermesi amacıyla yapılmış. 1859’da inşa edilen fenerin yapımıyla birlikte Şile’nin stratejik önemi artmış. Taş bina Türk mimarların elinden çıkmış, metal aksamı ve kristal sistemi Paris’ten getirilmiş. Boyu 19 metre olan fenerin siyah-beyaz çizgili hoş bir görüntüsü var. Bu görüntüsünün amacı gündüz de rahatlıkla seçilebilmesi için. Geçmişte gaz lambasıyla çalışıyormuş; 1960’ların sonundan bu yanaysa elektrikle aydınlatılıyor. Fenerin içi müze olarak ziyarete açık... Tepesine 72 merdivenle çıkılıyor ama sizi karşılayan manzara bütün yorgunluğunuzu rüzgâra katıp uçuracak.
Konya bana göre Türkiye’nin en mistik, huzurlu ve misafirperver kentlerinden biri. Hitit, Lidya, Pers gibi büyük uygarlıkların yaşadığı şehir, Selçuklu’ya da iki asırdan fazla başkentlik yapmış. Hıristiyanlığın önemli azizelerinden Tekla’nın ev sahibi Konya; en önemli azizlerden Pavlus ve Barnabas’ı da ağırlamış. Konya yaklaşık 4 bin yıl önce Hititlerin vatanı olmuş. O dönemde adı ‘Kuwanna’. Tarih boyunca birçok farklı adı olmuş; ‘ikonların şehri’ anlamında ‘Iconium’, Bizans İmparatorluğu döneminde ‘Tokonion, Cogna, Konien’ gibi. Araplar ise ‘Kuniya’ demiş. Şehir geçmiş adlarına çok benzeyen şimdiki isminiyse Selçuklu döneminde almış; Osmanlı da aynı adı kullanarak Konya demiş bu güzel kente. Şimdi bir gezinti yapalım, Mevlana’dan başlayıp kentte görmemiz gerekenleri keşfe çıkalım.
Evrensel hoşgörü
Şehrin tam merkezindeki Şişli, genellikle kalabalığıyla bilinir. Burada oturanlardan çok gelip geçenlerin kalabalığıdır bu. Aslında İstanbul’un her semti gibi hazineler gizler bağrında. Tarihin sayfaları açılırken önünüzde sanat kucaklar sizi. Semti iki anacadde, boylu boyunca geçer. Harbiye’den Şişli Camisi’ne kadar uzanan Halaskârgazi ve Çağlayan’dan Pangaltı’ya kadar uzanan Abide-i Hürriyet caddeleri. Halaskârgazi Caddesi adını (Halaskâr: kurtarıcı) Atatürk’ten alıyor. Diğer caddenin ismiyse 31 Mart Olayı olarak bilinen Meşrutiyet karşıtı ayaklanmanın bastırılması sırasında şehit olanların anısına, 1911’de Şişli’nin en yüksek tepesine yapılan Abide-i Hürriyet’ten yani anıttan alıyor. Bu iki caddenin kesiştiği noktada, şehrin simgesel yapılarından biri olan Şişli Camisi var. Klasik Osmanlı mimarisi tarzındaki cami, mimar Vasfi Egeli tarafından tasarlanmış.
Atatürk’ün evi
Geçen hafta sonu Vaniköy Camisi namı diğer Vani Mehmet Efendi Camisi gözlerimizin önünde yandı. 1665’te döneminin din âlimlerinden Vani Mehmet Efendi için inşa edilmiş. Mehmet Efendi, Vanlı olduğu için Vani olarak anılmış ve Vaniköy’e de adını yadigâr bırakmış. Ahşap karkas caminin tek şerefeli minaresi kagir zemine oturtulmuş ve betonarme. Caminin deniz tarafında bir duvar çeşmesi var. Koru tarafı yüksek sütunlarla sundurma şeklinde inşa edilmiş. Kâgir, kırma yapılı duvarlarıysa maalesef artık yok. Bu talihsiz olaydaki tek tesellimiz, yangının arkadaki koruya sıçramaması.
Ben her fırsatta hatırlatmaya çalışıyorum ama maalesef günlük hayat o kadar hızlı akıyor ki bazen önünden geçerken bile görmüyoruz bu güzel eserleri. Kaybedince daha da çok yanıyor içimiz. Yalı camilerini gezerken ilk durağımız Üsküdar sahilindeki, 1580’de Mimar Sinan’ın yaptığı fakat çok da bilinmeyen Şemsi Paşa Camisi. Cami ve külliye aslında diğer Sinan eserlerine kıyasla daha küçük. Fakat büyük mimarın ustalık dönemi eserlerinden biri. Hem klasik Osmanlı mimarisini başarıyla uygulamış hem de dar bir alana farklı bir planla yerleşmiş. Caminin giriş kapısında kırmızı-beyaz mermerler kullanılmış. Şemsi Paşa’nın türbesinin de ilginç bir özelliği var; içeriden camiye bağlı olarak yapılan nadir örneklerden biri.