Işık Ülkesi olarak tanımlanan Likya’nın Ksantos Vadisi’ne yerleşik Patara’nın tarihi Erken Tunç Çağı’na kadar gidiyor. Fakat Patara herhangi bir kent değil, aynı zamanda Likya Birliği’nin de başkenti. MÖ 13’üncü yüzyıla tarihlenen Yalburt Yazıtı’nda, Büyük Kral IV. Tuthaliya’nın Patar Dağı önünde adaklar ve armağanlar sunduğu, taş anıtlar diktiği ve kutsal mekânlar yaptığı anlatılıyor. Patara adı Hitit metinlerinde Patar, Likçede Pttara olarak geçiyor. Patara Limanı uzak ticari seferlerin yapıldığı dönem Anadolu kıyılarındaki ana merkezlerden biriymiş. Öyle ki Makedonya Kralı Büyük İskender döneminde İskenderiye’den yola çıkıp Ege’ye ya da daha kuzeye giden bir geminin mutlaka Patara Limanı’na uğraması gerekiyormuş.
Patara plajı
HER DÖNEMİN BAŞKENTİ
Başkent özelliğini Roma’da ve Bizans zamanında korumuş.
Patara’daki kazılar 1988’de, Prof. Havva İşkan Işık’ın eşi Prof. Fahri Işık tarafından başlatılmış. Tiyatronun karşısındaki yapının bir meclis binası olduğunu ilk kez tanımlayan Prof. Işık, yapının ortaya çıkarılmasındaki fiziki zorlukları aşarak 1996’da buradaki çalışmaları başlatmış. 2000’de kazılar bir kez daha ele alınmış ve 2006’da da statik nedenlerle dokunulamayan alanlar dışında bütün yapı ortaya çıkarılmış.
İlk yapımı MÖ 2’nci yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bugün gördüğünüz meclis binası, yapının büyüleyiciliğinden öte bir birliğin merkezini temsil ediyor. Rodos’a bağlanmış olan Likya Bölgesi, Roma Senatosu’nun kararıyla MÖ 168-167 yıllarında bağımsızlığına kavuşmuş ve Likya Birliği kurulmuş. Bu birlikte kimi kaynaklara göre 23, kimilerine göre 36 şehir var. Bunlardan Ksantos, Patara, Pinara, Olimpos, Mira ve Tlos üç oy hakkına sahip olan şehirlerken bunların ardından iki ve bir oy hakkına sahip kentlerle bir oy hakkına sahip olan ikili, üçlü veya dörtlü birlikler geliyor. Bu yapıyla amaçlanan Likya’daki her yerleşimin mecliste temsil edilip oy kullanabilmesi.
Birlik, ortak tarihi ve geçmişiyle sağlam temellere oturmuş, hatta MS 43’te gelen Roma egemenliği altında bile varlığını sürdürmeyi başarmış. Antik dünyanın önemli yazarı Amasyalı Strabon “Likyalılar öyle uygar ve nezih bir biçimde yaşamlarını sürdüler ki şimdiye kadar hiç utanç verici kazanç istekleri olmadı ve atadan kalma Likya Birliği’nin nüfuz alanı içinde yaşadılar” diyerek tanımlamış bu birliği.
Mısır, 20 yaş altı ve 45 yaş üstü ziyaretçilerden vize talep etmiyor. Hem Şarm El-Şeyh’e hem de Hurgada’ya Türkiye’den uçuşlar var. Şarm El-Şeyh’ten Hurgada’ya geçerken Kızıldeniz üzerinden muhteşem manzaralar eşliğinde 25 dakikalık bir uçuş yaptım.
Ülkeye girişte ve çıkışta PCR testi zorunlu. Bu sebeple de Mısır’da turistler genellikle güvenli bir şekilde maskesiz gezebiliyorlar. Bir de burada unutmamanız gereken bilgi; Mısır’da hayat yavaş akıyor. Benim önerim, yavaşlayın ve doğayla tarihin dansının tadını çıkarın.
Burası deniz altı dünyasını keşfetmek isteyenler için tam bir dalış cenneti. Su pırıl pırıl, adeta bir akvaryuma dalmış gibi hissettiriyor. Üstelik dalışa aşina değilseniz bile sadece şnorkelle denizin altındaki bu zenginliklerin tadını çıkarabilirsiniz. Alt yüzeyi cam olduğu için ‘glass (bottom) boat’ dedikleri teknelerle mercan kayalıklarını suya girmeden de görebilirsiniz ama tavsiyem şnorkelinizi takın ve kendinizi bu büyülü dünyaya bırakın. Tekneler değişik yerlere götürüyor müşterileri. Dikkat etmeniz gerekense zehirli balıklar. Özellikle ‘scorpion devil’, ‘stone’ ve ‘lion’ balıklarından uzak durmak lazım. En iyisi bazıları yakıcı ve kesici olan mercan kayalıkları da dahil hiçbir şeye dokunmadan, “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” diyerek yüzmek.
Tarihi Hurgada Merkez Camisi
ÇÖLDE ‘1001 GECE’
Çölde safari Hurgada’da yapabileceğiniz bir başka etkinlik. Quad veya ATV dedikleri, dört teker çekişli motosikletlere tek ya da çift kişi binebiliyorsunuz. Gideceğiniz yollar çok tozlu olduğu için bizim Doğu Anadolu’da da kullanılan poşulardan takmanızı ve eldiven kullanmanızı öneririm. Çölün uçsuz bucaksızlığı, bedeviler, develer insana ‘1001 Gece Masalları’nı anımsatıyor.
Son yıllarda hep yakındığımız bir konu var; unutmak. Tüketimin bu kadar hızlı olduğu bir dünyada hafızamız da bu duruma uyum sağlayıp kolayca unutmayı seçiyor sanki. Hem bir tarihçi hem de bir seyahat yazarı olarak benim işim de hatırlamak ve hatırlatmak. Bu zengin coğrafyada toplumsal hafızamızın en sağlam ayağı olan müzelerimizin önemini vurgulamak gerek bu noktada.
Sanılanın aksine, güncel teknolojiler ve bilgilerle devamlı yenilenen bir konudur müzecilik. Yunan dilinden gelen ‘müze’ kelimesi ‘bilimler tapınağı’ demektir. Bana gezi tavsiyesi soranlara genellikle gittikleri yerlerde sokaklarda kaybolmalarını ve hayata karışmalarını öneririm. Ama mutlaka görmelerini istediğim birkaç müze önerim de olur. Çünkü bence bir toplumu ve kültürünü anlamak için onun geçmişini de tanımak gerekir.
GEÇMİŞİ BİLMENİN ÖNEMİ...
Şimdi sizinle çok gurur duyduğum bir haberi paylaşmak istiyorum. Avrupa Müze Forumu tarafından 6 Mayıs Cuma günü YouTube üzerinden canlı yayımlanan bir ödül töreni düzenlendi. Ülkemizden de adayların olduğunu duyunca bu töreni kaçırmak istemedim. Avrupa Konseyi tarafından desteklenen ve 1977’de kurulan forum, 44 yıldır her sene Avrupa’daki müzeleri farklı kategorilerde değerlendirip ödüller veriyor. Bu ödüllerle modern müzecilik alanında en iyi örneklere dikkati çekmeyi amaçlıyorlar. Geçen sene pandemi sebebiyle tören düzenlenemediği için bu sene hem 2020 hem de 2021 ödüllerini açıkladılar. Altı kategoride toplam 88 müzenin aday olduğu ödül töreninde üç ayrı ilimizden üç müzemiz ödüle layık görüldü; Çanakkale’deki Troya Müzesi ‘2020 Yılı Avrupa Yılın Müzesi Özel Takdir Ödülü’nü, Eskişehir Odunpazarı Modern Müze ‘2021 Yılı Avrupa Yılın Müzesi Özel Takdir Ödülü’nü ve Bayburt Beşpınar Köyü Kenan Yavuz Etnografya Müzesi ise ‘2021 Silletto Ödülü’nü aldı. Ödül törenini izlerken hem ülkemizi temsil eden projelerin uluslararası ödüllerle başarılarının taçlandığını görmek hem de modern müzecilikle ilgili gelişmeleri dinlemek beni çok etkiledi.
Binlerce yıldır önemli bir ticaret ve yönetim merkezi olan bölgede, MÖ 1200’lü yıllarda Hititlerin yaşadığı biliniyor. Bu dönemde Ankuwash adıyla anılan şehir, daha sonra Lidya ve Perslerin egemenliğine girmiş. Gordion’da kimsenin çözemediği düğümü kılıcıyla ortadan ikiye ayıran Makedonyalı Büyük İskender, MÖ 333’te o zamanki adı Ankyra olan Ankara’yı ele geçirmiş. Romalılar zamanında Angora adıyla karşımıza çıkan şehir, MÖ 24’te Roma İmparatorluğu’nun Galatia başkentiymiş. Daha sonra, Osmanlı için önemli bir dönüm noktası olan ve I. Bayezıt ile Moğol hükümdarı Timur arasındaki Ankara Savaşı ile tarih sahnesindeki yerini almış.
KEŞFE TARİHTEN BAŞLAYIN
Ve bu olaydan yaklaşık 500 yıl sonra, 13 Ekim 1923’te, Kurtuluş Savaşı yıllarında merkez görevi üstlendiği için şehir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan oylama sonucunda başkent ilan edilmiş.
Ankara’yı keşfetmeye önce tarihi Ankara Kalesi’nden başlayabilirsiniz. Ahşap evlerin arnavutkaldırımlı sokaklara taştığı Ankara Kalesi, 3 bin yıl önce Hititler tarafından yapılmış. Bugün gördüğünüz kalıntılarsa Bizans imparatoru III. Mihail’in yaptırdıkları. En kuzeydeki Akkale’den Ankara’nın güzel manzaralarını görmek mümkün.
Ankara Kalesi
EN GÜZEL SELÇUKLU ESERLERİ
Güney Kapı’nın içindeki Alaaddin Camisi 12’nci yüzyıldan kalma bir Selçuklu şaheseri. Kalede, 24 ahşap sütunun üzerinde yükselen Aslanhane Camisi de şehrin en eski ve çarpıcı yapısı. İçine girerseniz 1209 yılına tarihlenen ve Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden olan minbere muhakkak göz atın. Gene aynı bölgedeki Ahi Elvan Camisi, diğerinin gölgesinde kalsa da görülmeye değer yapılardan. İki caminin arasındaki Pirinç Hanı gezginlerin konaklaması için Ankara’nın ilk hanı olarak 18’inci yüzyılda yapılmış. Çıkrıkçılar Yokuşu bakır, halı ve antika satan dükkânların bulunduğu bir yer. Eski bir kervansaray olan Çengel Han’daki Rahmi Koç Müzesi ise şehrin yenilerinden. Avlusunda oturulan ve antikacılarla dolu Pirinç Han, kalenin etrafını renklendiren binalardan.
Roma döneminden beri yerleşimin olduğu ve surlarla çevrili kaledeki en önemli eser hiç şüphesiz, Türkiye’nin sayılı müzelerinden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi. Anadolu’nun zengin tarihini gözler önüne seren bu müzede, taş devrinden klasik dönemlere kadar çok sayıda seçkin eseri bir arada görmeniz mümkün. 15’inci yüzyıldan kalma, eski bir bedestenin restore edilmesiyle ortaya çıkan yapıdaki eserler, dünyanın bilinen en eski neolitik yerleşimi olan Çatalhöyük’le başlıyor. Müzedeki camekânlarda gördüğünüz, Asurluların küçücük tabletlere sığdırdıkları kanunlar ve ticari dokümanlar inanılmaz bir uygarlığa sahip olduklarını gösteriyor. Mısır kraliçesi Nefertiti’nin Hitit kraliçesi Puduhepa’ya yazdığı mektup, geçmişin bu iki önemli medeniyetinin ilişkilerini gözler önüne seriyor.
Bursa Kültür ve Sanat Vakfı’nın başkanlık görevini 10 yıldan fazla süre başarıyla yürüten Fatma Durmaz Yılbirlik ile çıktığımız bir yolculuk bugünkü yazımın nedeni. İki Bursa sevdalısı yoldaş olduk birbirimize ve yolun sonunda harika bir rehber çıktı ortaya. Ne mutlu bana ki ‘Bursa Hakkında Her Şey’ ve ‘Bursa the Ultimate Guide’ ile pandemi sürecinde yayımladığım kitap sayısı 12 oldu. Mesleğim için üretmeye devam ederek 6 Türkçe, 5 İngilizce ve 1 Almanca kitap yazmış olmak benim için ayrı bir sevinç kaynağı. Hadi şimdi gelin Bursa’yı birlikte gezelim.
ADINI USTASINDAN ALIYOR
Gezimize önce lezzet duraklarından başlayalım. Bursa denince ilk akla gelen ‘yoğurtlu döner kebabı’ olur. Bu yemeğin hikâyesi, 1867’ye, et pişirme ustası bir aileden gelen İskender Efendi’nin Uludağ yaylalarında kuzu ve koyun etlerini dikey bir çubuğa kat kat yerleştirmesi ve tasarladığı dik bir ocağın önünde döndürerek odun kömürüyle pişirmesiyle başlıyor. Yemeğin adı ustasından dolayı ‘İskender döner’ oluyor. Zamanla pide, özel tereyağı, sos, yoğurt, domates ve yeşil biber ilavesiyle geliştirilen bu kebap türünün ünü dilden dile yayılmaya başlıyor.
Yoğurtlu döner kebabı
KLASİK LEZZET, CANTIK
Bursa’da yoğurtlu döner kebabın en iyisi, Cemil ve Cemal Usta’nın eski garajdaki ufak yerinde yenir. Cemal ve Cemil kardeşler İskender Efendi’nin kebapçı dükkânında garson olarak işe başlamışlar. O zamanın ustası, bu iki gencin çalışkanlığından çok etkilenmiş. İşin mutfağına sokarak bu mesleği onlara öğretmiş. Kardeşler de 1964’te kendi dükkânlarını açarak bu zamana kadar gelen büyük bir marka olan Uludağ Kebapçısı’nı yaratmışlar. Kebabınızın tadını çıkarırken yanında şıra içmenizi öneririm.
Adı Bursa ile özdeşleşmiş bir başka yer de leziz köfteleriyle Çiçek Izgara. Kurulduğu 1963’ten beri kendine özgü ızgara tarzıyla tamamen yerel malzemelerle hazırlanan köftenin tadına doyamayacaksınız. Köfteseverlere bir adres daha önereceğim: İdris Pideli Köfte. Kuruluşu 1937’ye dayanan ve o zamandan beri Kayhan Çarşısı’nda hizmet veren bu aile işletmesinde pideli köftenin tadına bakın.
Bursa’ya gidince tatmanız gereken bir diğer lezzetse cantık. Bir Bursa klasiği olan cantık, 1800’lerde Kafkaslar’dan Bursa’ya gelmiş Kırım Tatarlarına özgü, pideye benzeyen bir hamur işi. Bursalıların çok sevdiği bu hamur işi düğünlerde, sünnetlerde, cenazelerde ve daha birçok özel günde sofraları süsler. 1860’tan beri Bursa’daki kebapçılara döner pidesi yapan, günümüzde de Türkiye’nin her yerine kebap pidesi gönderen Pidecioğlu’nda bu lezzetin tadına varın.
Osmanlı İmparatorluğu, hüküm sürdüğü coğrafyalarda birbirinden ünlü mimarların imzasını taşıyan sayısız eser bırakmış. Kayseri doğumlu ve muhtemelen Ermeni kökenli olan Mimar Sinan’ın eserlerinin yeri hep başka olmuş. Devşirme olarak eğitilen mimar, 1540’lardan ölene kadar başmimarlık görevini sürdürmüş. Mimar Sinan’dan bahsetmişken, günümüze ulaşan eserlerle en çok bilgiye sahip olduğumuz 19’uncu yüzyılda imparatorluk başkenti İstanbul’a damga vuran Balyan ailesini de hemen ardından anmak gerekir. Bıraktıkları eserlerin çok ötesinde, bu mesleğe gerçekten gönül vermiş bir aile olan Balyanların adını yaşatacak bir kitap sevgili mimar ve yazar Büke Uras’ın üç seneyi bulan titiz bir araştırması sonucunda ortaya çıktı: ‘Balyanlar, Osmanlı Mimarlığı ve Balyan Arşivi’.
Ustalık eseri eski başkentte
Osmanlı İmparatorluğu’na 92 yıl başkentlik yapan Edirne, tarihi dokusu, doğal güzellikleri ve lezzetli mutfağıyla özel bir ilgiyi hak ediyor. Meriç ve Tunca nehirlerinin bereketiyle beslenen ve yıllarca farklı toplulukların etkisinde kalan kadim topraklar kültürel çeşitliliğini arttırırken, geleneksel değerlerini korumayı da başarmış.
Benim Türkiye’deki en sevdiğim camilerden biri olan Eski Cami, adını her biri farklı tarzda inşa edilmiş üç şerefeden alan Üç Şerefeli Cami, Muradiye Camisi, dünyanın üçüncü büyük sinagogu olan Büyük Edirne Sinagogu, Edirne Müzesi, Makedonya Kulesi ile Bedesten Çarşısı ve Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Ali Paşa Kapalı Çarşısı’nı mutlaka görülmesi gerekenler listenize alın.
Benim önerim şehre ya Hıdırellez zamanı ya da geleneksel yağlı güreşlerin yapıldığı festival günlerinde gidin. Gitmişken günbatımının keyfini Tunca ve Meriç nehirlerinin birleştiği noktada çıkarın. Yaprak ciğerin de tadına bakmadan dönmeyin.
Edirne’yi gezmeye Selimiye Camisi’ni ziyaret ederek başlamak âdettendir. 1569-1575 arasında tamamlanan bu görkemli yapının, Koca Sinan’ın diğer eserlerinin güzelliğini geride bıraktığı düşünülür. Yerden yüksekliği 43 metreyi bulan 31 metre çapındaki kubbesiyle dikkat çeker. 2011’de kültürel varlık olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan cami, iç tasarımında kullanılan ve dönemin en iyi örnekleri kabul edilen taş, mermer, ahşap, sedef ve çini işçiliğiyle ayrıca değer taşır. Mimar Sinan’ın çıraklık eseri Şehzade Camisi ve kalfalık eseri Süleymaniye Camisi İstanbul’u süslerken ‘ustalık dönemi eseri’ olan Selimiye, Edirne’nin simgesidir.
Bugün cami tarihi bir meydanın ortasında; hemen arkasında Sultan Selim Saray Hamamı’nın kalıntılarını ve küçük bir parkta bir araya toplanmış olan eski
OSMANLI’NIN YENİ DÖNEMİNİ SİMGELİYOR
Dolmabahçe Sarayı
Son altı Osmanlı padişahına ev sahipliği yapan saray, çok sayıda binadan oluşan Topkapı Sarayı’nın aksine tek büyük bir yapı ve etrafında birkaç köşk ve geniş bir bahçe olarak inşa edilmiş. Yenilikçi bir sultan olan Abdülmecit’in yeni sarayını, Tarihi Yarımada’nın dışında Boğaz’a yaptırması Osmanlı’nın geçmişle geleneksel bağını kırdığının da işareti kabul ediliyor.
Saray, Balyan ailesinden Garabet ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından tasarlanmış. 13 yıl süren inşası 1856’da tamamlandığında ana binanın 285 odası, 43 salonu ve 6 banyosu varmış. Özellikle yaz aylarında ayrı bir güzelliğe kavuşan saray bahçeleri, ustaların sanatlarını sergilemek için yarıştığı alanlar haline gelmiş. Sarayın iç dekorasyonu Paris Operası’nı da tasarlayan Sechan isimli bir Fransıza ait. İçerideki Bakara ve Bohemya kristalleri, Sevres ve Yıldız porselenleri, Hereke halıları göz kamaştıran güzellikte. Kullanılan döşemelik ve perdelik kumaşlar yerli malı. Birçok yabancı konuğun hediyeleriyle zamanla daha da görkemli bir dekorasyona kavuşmuş.
İmparatorluğun ihtişamını vurgulamak için gösterişli detaylarla süslenmiş Selamlık bölümünden protokolün hüküm sürdüğü Süfera Salonu’na çıkan muhteşem kristal merdivenlerde, Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu odada, önemli kutlamalar için kullanılan Muayede Salonu’nda, sarayın günlük yaşantısına şahit olabilecek şekilde düzenlenmiş Harem bölümünde geçmişin ihtişamını hissedebilirsiniz. Sarayın yaklaşık 500 tablodan oluşan bir resim koleksiyonuna sahip olduğunu da hatırlatayım. Sarayın saltanat kapısına doğru giderken Sultan II. Abdülhamit için inşa edilen 27 metre yüksekliğindeki, dört katlı saat kulesine biraz zaman ayırın. 1890’da Sarkis Balyan tarafından yapılan kulenin köşelerine birer fıskiye, zemin kata iki termometre ve iki barometre yerleştirilmiş. Süslü ikinci katta Sultan II. Abdülhamit’in tuğrasını, dördüncü katın her yüzünde Fransız yapımı saatleri görebilirsiniz.
Kabataş’tan Beşiktaş’a kadar uzanan bu saray kompleksinin Veliaht Dairesi günümüzde Resim Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. 1937’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne (bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi) bağlı olarak Atatürk’ün emriyle kurulan müze, 19’uncu yüzyıl Türk sanatçılarının tablolarından oluşan geniş bir koleksiyona sahip.
Matbah-ı Amire (Dolmabahçe Saray Mutfakları) binalarıysa Dolmabahçe Sarayı depolarında saklanan eserlerin sergilenebilmesi için 2006’da bir depo müze olarak açıldı.
Tarihçi ve profesyonel rehber olarak geçen 35 yıl içinde sürekli hareket halindeydim. Binlerce insan tanıdım bu yolculuklar sayesinde. Tabii bir sürü de anı biriktirdim. Bu anılarımın arasına ekleyeceğim bir olayı da pandemi döneminde yaşadım. Avusturya’daki Vivamayr Maria Wörth sağlık merkezine gitmek için Lübliyana Havalimanı’na indiğimde yeniden farklı bir coğrafyada olmanın keyfini hatırladım. Üstelik çok sevdiğim Slovenya’daydım. Size Slovenya’yı tek cümlede şöyle özetleyebilirim: Aynı gün içinde Alp Dağları’nda doğayla baş başa keyif yapıp Akdeniz’in ılık sularına kendinizi bırakabilirsiniz.
Avrupa’da ilk demokrasi
İsviçre’nin yarısı kadar bir yüzölçümüne sahip Slovenya. Arabayla dolaşmayı sevenlerdenseniz karlı dağlar, yeşil ormanlar, derin vadiler, mağaralar ve üzüm bağlarıyla bu ülke sizi kendine hayran bırakacak. Ülkenin yüzde 57’si ormanlarla kaplı. Slovenya’nın dağlarına Sezar’ın şerefine Julian Alpleri demişler. Slovenler Avrupa’nın ilk demokrasisine sahip olduklarını iddia ediyor. 7’nci yüzyılda Karintiya Düklüğü’nü kuran ataları asillerin değil, sıradan insanların oylarıyla seçilirmiş. Hatta Thomas Jefferson Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni hazırlarken bunu göz önünde bulundurmuş.
Konumu gereği bağımsızlığını kazanana kadar hareketli bir tarihi olmuş ülkenin. Oldukça uzun bir süre, 1350’lerden 1918’e kadar Avusturya kontrolünde kalmış. 1. Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin batı kısmı savaş tazminatı olarak İtalya’ya verilmiş, Kuzey Karintiya ise Avusturya’da kalmış. Slovenya’nın kalan kısmı da Yugoslavya’nın bir parçası haline gelmiş. 2. Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline karşı direnmişler, İtalya’ya verdiklerini geri almışlar ama bu sefer de Trieste ve Gorizia elden gitmiş. Tito döneminde Slovenyalılar küçük nüfuslarının 2 buçuk kat fazlasıyla ekonomiye destek oldular. Sonunda Yugoslavya’dan ayrılarak tam bağımsızlıklarını
25 Haziran 1991 tarihinde elde ettiler. Ülke 2004 yılından beri hem NATO hem de Avrupa Birliği üyesi. Ülkenin başkenti olan Lübliyana’da gerçekten kendinizi bir masal diyarında hissedeceksiniz. Şehir, mimarisi, kalesi, yeşil alanları ve gece hayatıyla Avrupa’nın yükselen yıldızı. Yaklaşık iki saat içinde dolaşabileceğiniz bu şirin kentte gezmeye Lübliyana Kalesi’nden (Ljubljanski Grad) başlayın. En kolay yoldan, manzarayı izleyerek fünikülerle çıkabileceğiniz kaleden bütün şehri seyredin. 15’inci yüzyıldan sonra askeri amaçlı kullanılan kalenin avlusuna giriş ücretsiz ama güzel bir manzara için kulesini tercih edin. Şehrin merkezi Ljubljanica Nehri kıyısındaki Üçüz Köprü’den geçip diğer tarafındaki eski şehre ulaşabilirsiniz.
Bu şehrin mimarisine büyük katkı sağlayan Joze Plecnik (1872-1957) isminden bahsetmezsek bir şeyler eksik kalır. Bu mimar nehrin üzerindeki 1842’den kalma Üçüz Köprü’ye iki köprü daha ilave edip hoş bir görüntü yaratmış. Köprülerin üzerinde ve nehir boyunca pazar günleri antikaların da satıldığı bir pazar kuruluyor. Nehir üzerinde Plecnik’in yaptığı Merkez Çarşı’da mola vermeyi ihmal etmeyin. Üçüz Köprü’nün diğer yanında ise 18’inci yüzyıldan kalma St. Nicholas Katedrali ve ejderhaları şehrin sembolü haline gelen Ejderha Köprüsü (Zmajski Most) var. Efsaneye göre Jason ve Argonotların lideri Altın Post’u çalıp Ljubljanica Nehri’ne gelmiş ve buradaki ejderhayı öldürmüş.