Gaziantep’in adıyla ilgili anlatılanlar en az tarihi kadar zengin. Bilinen ilk ismi “Toroslar’ın karşısındaki Antakya” yani ‘Antiochia ad Taurum’. Daha sonraları kayıtlara geçen ‘Ayıntap’ için de farklı anlamlar ifade ediliyor. Ayıntap’ın Farsça ‘pınarı bol’ anlamına geldiğini söyleyen de var, Hititçede ‘han toprağı’ demek olan ‘hantap’ kelimesinden türediğini de... Antep adının kaynağı kesin olarak bilinmese de ‘Gazi’ unvanı 8 Şubat 1921’de Kurtuluş Savaşı’ndaki 10 aylık kuşatma esnasında Fransızlara karşı gösterdikleri direnişten dolayı verilmiş.
Gaziantep’i keşfederken benim önerim şehrin tarihi merkezi olan Kültür Yolu’nu adımlamanız. 2012’de bu yolun başlangıcı kabul edilen Dereboyu Sokak’taki özgün Antep evleriyle başlayın şehri deneyimlemeye, sonra da binlerce yıllık kalıntıların üzerine inşa edilen merkezdeki kaleye geçin.
36 kuleden 12’si ayakta
Kimler tarafından, ne zaman yapıldığı bilinmeyen yapı, bugünkü görkemine MS 6’ncı yüzyılda ulaşmış. 36 kulesinden sadece 12’si ayakta. Kültür Yolu boyunca birçok han, çarşı, cami, Mevlevihane, hamam ve kahvehane var. Yunan dilinden gelen ‘müze’ kelimesi ‘bilimler tapınağı’ anlamındadır ve sanılanın aksine, güncel teknolojiler ve bilgilerle devamlı yenilenmesi gerekir. Kaynak bu kadar zengin olunca Gaziantep Büyükşehir Belediyesi de kenti bir müzeler şehrine dönüştürmeye karar vermiş. Bu amaçla açılan Kültür Yolu’nun üzerindeki Gaziantep Savunması ve Kahramanlık Panoraması, hamam, oyuncak, mutfak ile cam müzeleri bunlardan sadece birkaçı. Kahramanlık Müzesi’nde Antep’in destansı savunmasına katılan halk, resimler, rölyefler, maketler ve heykellerle anlatılmış. Medusa Cam Eserler Arkeoloji Müzesi ise kendi alanında Türkiye’deki tek özel müze. Birkaç eski Gaziantep evinin restore edilmesiyle hazırlanan müze, bir kültür-sanat merkezi işlevini de sürdürüyor. 2013’te açılan Oyuncak Müzesi Türkiye’deki dört örnekten biri. Türkiye’deki ilk mutfak müzesi olan Emine Göğüş Mutfak Müzesi, 1909’da yapılan Göğüş Konağı’nda, kentin zengin mutfak tarihini ve kültürünü gözler önüne seriyor.
Zeugma ve müzesiyse Gaziantep’te gezi listenize mutlaka eklemeniz gereken bir adres. Burası 30 bin metrekarelik devasa bir alan içinde mozaik müzesi, arkeoloji müzesi, açık eser sergileme alanı ve konferans merkezini de kapsayan büyük bir kompleks. Bütün dünyanın ‘Zeugmalı Çingene Kız’ mozaiğiyle tanıdığı müze sizi de çok etkileyecek.
İstanbul’a duyduğum sevgi ve hayranlığı, bu kentle ilgili her yazımda mutlaka belirtirim... Bugüne kadar 12 kitap ve yazılarımla, programlarımla ilan ettim bu sevgiyi ama ne kadar anlatsam ‘az kaldı’ diye düşünüyorum. Hep yeniden başlayayım, bir şeyler daha söyleyeyim istiyorum. İşte tam da bu duygularla ortaya çıkmıştı ‘Kanatlarımda İstanbul’; İstanbul’u inanılmaz kareler ve masalsı bir anlatımla yeniden keşfe çıkmıştık. İngilizce ve Almanca olarak da yayımlanan bu koleksiyon kitap, şimdi de Karaca’nın tasarımına ilham oldu.
Altın veya gümüş rengi martıların süslediği kahve fincanlarının tabaklarında İstanbul’un eşsiz silüeti var. İsteğinize göre ‘Kanatlarımda İstanbul’ veya ‘Istanbul A Bird’s Eye View’ kitaplarım da kahve keyfinize eşlik ediyor. Zarif tasarımıyla içime sinen ve çok heyecanlandığım bir proje oldu. Karaca’nın Galataport İstanbul’da açılan mağazasında bir tanıtım günü düzenledik geçen hafta. Dostlarım beni bu mutlu günümde yine yalnız bırakmadı. Bu tasarımla anlatmak istediklerimizi bünyesinde barındıran ve şimdiden şehrin en güzel mekânlarından biri haline gelen Galataport’u sadece bir alışveriş merkezi olarak görürseniz büyük haksız etmiş olursunuz. Karaköy sahilinin hem liman olarak kullanılması hem de yaya trafiğine açılmasını sağlayan bu projede kültür-sanat merkezleri, mağazalar, restoranlar ve oteller var. Bir mahalle gibi tasarlanan proje, bölgenin kozmopolit yapısını modern bir formda yeniden hayata geçirmiş.
Karaca’nın ‘Kanatlarımda İstanbul’ fincanı
Zarif işçilik...
Belgrad Ormanı adını bir zamanlar bölgede kurulu olan Belgrad Köyü’nden alıyor. Köyün adıysa Kanuni Sultan Süleyman’ın 1521’de, günümüzde Sırbistan’ın başkenti olan Belgrad’ı aldıktan sonra buraya getirdiği ve şehrin su dağıtım sisteminin sorumluluğunu verdiği göçmenlerden gelmiş. 18’inci yüzyılda bazı yabancı büyükelçilikler yazlıklarını köy civarında inşa etmişler. Leydi Mary Wortley Montagu, diplomat eşiyle beraber 1717’de birkaç gününü ormanda geçirmiş. “Burası, cennet tarlaları tanımına mükemmel uyan bir yer” diye bahsettiği bu ziyaretini ‘Türk Sefareti Mektupları’ isimli kitabında ölümsüzleştirmiş. 19’uncu yüzyılda yazlıklar Tarabya ve Büyükdere kıyılarına taşınınca, Belgrad Köyü küçülmeye başlamış.
İstanbul’un akciğerleri bir zamanlar şehir dışındayken bugün neredeyse ‘şehrin göbeği’ konumunda. Trakya’daki Istranca Dağları’ndan başlayıp Karadeniz sahiline kadar uzanan Belgrad Ormanı geçen yüzyılda bugünkünden yaklaşık üç kat daha büyük bir alanı kaplıyormuş. Bugün kayın, meşe, akkavak, çam, çınar ve kestane ağaçlarıyla dolu orman, piknik için gidilecek en popüler yerlerden biri. Buradaki göl manzaralı 6.5 kilometrelik parkurda yürüyüş yapabilir ya da koşabilirsiniz. Yol boyunca spor aletleri de var. Orman, Taksim ve Kırkçeşme su dağıtım sistemlerine bağlı olan tarihi su kemerleri ve bentlerine de ev sahipliği yapıyor. Günümüzde hâlâ kullanılan ve harika bir onarım geçirmiş olan bu eserlerin bazıları Roma dönemine aitken, diğerleri Mimar Sinan dehasının ürünleri.
Ağaç gibi su sistemi
En güncel haliyle 68’inci baskısı çıkan ‘İstanbul Hakkında Her Şey’ kitabımı yazarken su dağıtım sisteminin nasıl çalıştığını tüm çabalarıma rağmen çözemeyip en sonunda İSKİ’deki uzmanlardan destek almıştım. Ardından sistemin izlerini adım adım takip ettim. Kazım Çeçen’in ‘Roma Suyollarının En Uzunu’ kitabında da belirttiği gibi sistem aslında çok karmaşık bir düzene sahip. 400 kilometrelik bir mesafeyi aşarak suyu şehre taşıyan sistemin en çarpıcı kollarından biri; yaklaşık 250 kilometre uzaktaki Kırklareli, Vize’den toplanan suların, bir yerden değil ağaç dallarına benzeyen bir yapılanmayla birçok yerden alınması. 4 açık hava ve 100’den fazla yeraltı sarnıcının sisteme bağlandığını söylersek antikçağlardan beri bilinen en muhteşem hidrolik mühendisliklerinden biriyle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır. TEM üzerindeki bir sitenin yakınında bile, bu sisteme ait havuzları gördüm.
Eskiden üç ayrı sistem varmış: Kırkçeşme sistemi, suyu Belgrad Ormanları’ndan Eğrikapı’ya; Taksim sistemi, Belgrad Ormanları’ndan Taksim Meydanı’na ve Bozdoğan Kemeri’nin de dahil olduğu Halkalı sistemi, Trakya’dan Beyazıt Meydanı’na ulaştırırmış. Mimar Sinan camileriyle tanınır ancak 1554-1563 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle birçok su kemeri yapımının da sorumluluğunu üstlenmiş.
Zamanının en büyük su tesisi ve Sinan’ın en muazzam eserlerinden olan bu kemerler, hassas eğimleriyle Tarihi Yarımada’ya su taşımış.
4 bent ve 33 kemer aracılığıyla suyu surlardaki Eğrikapı’nın hemen dışına kadar getiren Kırkçeşme sistemi iki kola ayrılıyor. Bir kol Ayvad Bendi’nden, diğeri Büyük Bend’den geliyor ve Galata Kulesi yüksekliğinde derinliği olduğu söylenen taş sarnıç Başhavuz’da birleşiyor. Aynı dönemde Süleymaniye ve Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan külliyeleri inşaatlarıyla da uğraştığı düşünülürse, mimarbaşının zekâsının yanı sıra çalışkanlığı ve azmi de şaşırtıcı. Kırkçeşme sisteminden günümüze ulaşan en muhteşem yapı, iki katlı Mağlova Kemeri’nin diğer adı Muallakkemer. Yolu olmayan, ormanın derinliklerindeki kemer Alibey Deresi’ni ikiye bölüyor. Kendi türündeki eserler arasında bir başyapıt sayılan Mağlova Kemeri’nin merkezdeki dört kemeri, dünyadaki en geniş kemerler... Alibey Deresi üzerinde 165 metre uzunluğundaki iki katlı Güzelce Kemeri’ni de 1563-1564 yıllarında Sinan yapmış.
Sivas, MÖ 7 binlere dayanan geçmişiyle hem tarih boyunca ev sahipliği yaptığı kültürlerin hem de çevre bölgelerin bir sentezi gibi. Doğu Anadolu, Karadeniz ve İç Anadolu birbirine karışır bu ilin sınırları içinde ve ortaya bambaşka bir tablo çıkar. Milli Mücadele’nin başlangıcında yapılan ve bir ulusun kaderini değiştiren son kongre için bu şehrin seçilmiş olması bir rastlantı değil. Dikkat ederseniz Sivas’ın merkezinden çok ilçeleri bilinir. Bu da her birinin ne kadar özgün olduğunun bir işaretidir aslında. Divriği gibi...
Divriği ve civarında en erken yerleşime dair yazılı kaynaklar Hititlere kadar gidiyor. Mengücekoğulları’nın yönetimi altında olduğu dönemde yapılan Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası ise kentin zengin tarihinden kalan en önemli miras. 1985’ten bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde ve bu listeye ülkemizden giren ilk yapı olma özelliğini taşıyor. 2015’te başlayan restorasyona pandemi döneminde ara verildiği için kısa bir süre daha bakım altında kalacak olan yapının yeniden ziyarete açılmasını heyecanla bekliyorum. Böylesi önemli yapıların bütünüyle değil parça parça restorasyona alınması turizm açısından daha doğru. En azından restorasyonun devam etmediği yerler ziyaret edilebilmeli.
Cami, Ahmet Şah ve eşi Melike tarafından yaptırılmış. İnşası 1228’de başlamış, 1243’te tamamlanmış. İslam mimarisinin başyapıtlarından biri sayılıyor. Mimarı Ahlatlı Hürremşah. Öyle bir eser tasarlamış ki plan tipi ve süsleme özellikleri bakımından bir benzeri yok. Darüşşifa taç kapısı, cami kuzey taç kapısı, cami batı taç kapısı ve şah mahfili taç kapısının her biri birbirinden farklı ve müthiş süslemeleriyle göz kamaştırıyor. Yapı neredeyse 8 asır önce yapılmış ve üzerinde binlerce motif var. Üstelik hiçbir desenin birbirini tekrar etmediği muazzam bir bütün ortaya çıkarılmış. Kâinattaki varlıkların biricikliğini simgeleyen bu özelliğe ek olarak hayranlık uyandıran bir detay daha var. Caminin batı kapısında mayıs-eylül arasındaki dönemde, her ikindi namazından 45 dakika önce insan silüeti şeklinde dev bir gölge beliriyor. İncelemelere göre bu bir tesadüf değil; çok ince hesaplamalara ve derin fizik–astronomi bilgisine dayanıyor.
Camiye bitişik olarak inşa edilen, iki katlı, avlulu ve eyvanlı bir yapı olan Darüşşifa, geçmişte hastaların su sesiyle iyileştiği bir sağlık merkeziymiş. Bu kısım Anadolu’da ayakta kalan en eski hastanelerden biri. Ruh ve sinir hastalarının tedavisi için kullanılmış. İçeride öyle bir akustik hesaplaması var ki başta su sesi ve tasavvuf müziği olmak üzere ortadaki avludan tedavi amaçlı yayılan tüm sesler, hastalık derecesine göre odalardan duyulmuş. Hastalığa ve tedavi sürecine göre, kiminin daha yüksek kiminin daha az duyması gerekiyormuş ve hesaplama buna göre yapılarak sesin yankılanması sağlanmış.
Osmanlıların Afrika’da ulaşamadığı tek ülke olan Fas; Marakeş, Fez ve Meknes gibi dünyanın en iyi korunmuş ortaçağ şehirleriyle ziyaretçilerini hayal kırıklığına uğratmayan egzotik bir diyar.
1912’de Fransızların egemenliğine giren Fas, 1956’da tekrar bağımsızlığına kavuştu. Anayasal monarşiyle idare edilen ülkede, kral ‘Müminlerin Amiri’ olarak adlandırılıyor ve ekonomi dahil bütün gücü elinde bulunduruyor.
Bizim güvece benzeyen ‘tajin’ denen yemeğin, kuskusun ve güvercinden yapılan dürüm ‘pastilla’nın milli yemekler olduğu ülkede, Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki olan Eski Fez, Marakeş, Meknes ve Volubilis Antik Kenti gibi görülecek çok sayıda yer var.
Önce Marakeş’te turumuza başlayalım. Turunç ağaçlarıyla süslü bulvarları, renklerin dansına sahne olan ‘suklarıyla’ (pazaryeri) meşhur olan Marakeş, Fas Sultanlığı’nın ilk başkenti; 1062’de kurulmuş. Sahra Çölü’ne açılan kervan yollarının kuzeydeki kapısı olan şehre, binalardan yollara, duvarlardan toprağa kadar her yer kızıl olduğundan ‘Kızıl Şehir’ deniyor. Eskiyle yeninin büyüleyici uyumundan dolayı Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne de sahip olan Marakeş’e ‘Güney’in İncisi’ ve ‘Güney’in Mücevheri’ gibi isimler de veriliyor.
Kentin eski şehir merkezine ‘Medine’ deniyor. Buralar bizdeki Kapalıçarşı’yı andırıyor. Kokuların dışarıya taştığı baharatçılar, geometrik desenlerin büyülü uyumunun göz kamaştırdığı halıcılar, kuyumcular, seramikçiler, bakırcılar, tahta oymacıları gün boyu müşterilerini bekliyor. Fas viskisi dedikleri, milli içecek olan nane çayı da esnafa yarenlik ediyor. Bu çarşılarda pazarlık çok yaygın. Fiyatın dörtte birini ya da yarısını teklif ederek pazarlığa başlayın. Argan yağıysa alınacaklar listesinin en başında olmalı. Medine’deki Nomad ve Le Jardin restoranları otantik bir öğlen yemeği için tercih edebilirsiniz.
Marakeş’in ünlü meydanı Cema Ül Fena ise zamanın durduğu bir ortaçağ panayırı gibi. Gündüz saatlerinde oldukça hareketli olan meydan, UNESCO tarafından koruma altına alınan ilk meydan olma özelliğine sahip. Eski dönemde idamların gerçekleştiği yer olduğu için yerli halk tarafından ‘Kıyamet Meydanı’ olarak da adlandırılan alan akşamüstü 5.00 gibi bambaşka bir görünüme bürünüyor ve ortaya Spielberg’ün film platolarını anımsatan bir atmosfer çıkıyor. Her türlü yemeği pişirip satan seyyar satıcılar, müzisyenler, falcılar, akrobatlar, şifalı ot satıcıları, yılan oynatıcıları, sokak bahisçileri başaktörler olarak sahnedeki yerlerini alıyor. Her gösterinin bir bedeli var, bahşişleri hazırlamayı unutmayın. Sahte rehberlere ve yankesicilere de dikkat edin.
Marakeş’in sembol binası olan ve 67 metrelik görkemli minaresiyle dikkat çeken Kutubiye Camisi ise yaklaşık 800 yıldır şahitlik yapıyor bu renkli dünyaya. 19’uncu yüzyılda inşa edilen Bahia Kraliyet Sarayı, Fas’ın en çok fotoğraflanan yerlerinden olan Menara Bahçeleri ve Ahmet el Mansur tarafından 1602’de yaptırılan El Badi Sarayı şehrin mutlaka görülmesi gereken yerlerinden.
Asya ve Avrupa’nın kavuştuğu İstanbul, hep cezbetmiş insanları. Merkez, Tarihi Yarımada’ya konumlandırılmış ama karşı taraftaki Galata ve Pera, bu şehrin çekimine kapılanlara ev sahipliği yapmış. Her gelen hem kalbinden hem de kültüründen bir parça bırakmış bu şehre. Sonuçta dün ve bugünün bir arada, zamansızca yarattığı bir mozaik çıkmış ortaya. Pera, bir zamanlar yabancı diplomatların ve Levanten olarak bilinen Avrupa kökenli tüccarların yaşadığı, İstiklal Caddesi’nin çevresindeki bölgeye verilen isimdi.
Bu adlandırmanın Yunanca ‘diğer taraftaki incir bahçesi’ anlamına gelen ‘peran en skai’den türediği sanılıyor. 19’uncu yüzyılda buradaki evler, dayanıklı olsun diye taş malzemeden inşa edilmiş. Böylece son derece tehlikeli yangınların da önüne geçilebilmiş. Cumhuriyet’in ilk yıllarından sonra Pera yerine Beyoğlu ismi kullanılmaya başlamış. İstiklal Caddesi’ne paralel, güney ucunda Şişhane, kuzey ucunda da İngiliz Konsolosluğu olan Meşrutiyet Caddesi bir zamanlar buradaki mezarlıklardan dolayı Le Petit-Champs (Küçük Mezarlık) olarak adlandırılmış. Pera Palas Oteli’nin yanındaki Haliç manzaralı açık alanda, Petit Champs Tiyatrosu varmış. Darülbedayi, 1914’te İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu tarafından bugünkü Şehir Tiyatroları’nın temeli olarak kurulmuş. Petit Champs Tiyatrosu da 1916’da Darülbedayi’ye verilmiş. Şimdi yerinde TRT binası ve bir otopark var.
Zengin Avrupalılar oturdu
Geçmişte caddenin iki yanında zengin Avrupalıların oturduğu, muhteşem 19’uncu yüzyıl binaları sıralanırmış. 20’nci yüzyılda bu binalar farklı şekillerde kullanılmaya başlamış; örneğin Casa d’Italia, önce İtalyan Evi, sonra da İtalyan Kültür Merkezi olmuş. Orijinal olarak 1801’de inşa edilen Pera Evi, 1844’teki yangından sonra, William James Smith ve Londra’daki Avam Kamarası’nın mimarı olan Charles Barry tarafından yapılmış. Günümüzde İngiliz Konsolosluğu olarak kullanılan binanın bahçesine girebilen şanslı kişiler, her temmuz ayında verilen partiye ev sahipliği yapan, harika bir İngiliz bahçesiyle karşılaşıyor. Konsolosluğun bahçesindeyse St. Helena Şapeli var. Mösyö Glavany’nin eviyse, Belle Vue Otel (şimdiki Büyük Londra Oteli) olarak 1892’de açılmış.
Macaristan’ın hem siyasi hem de turistik merkezi olan başkent Budapeşte’nin ilk sakinleri Romalılarmış. 451’de Attila’nın önderliğinde Hunlar gelmiş. Attila’nın ele geçirdiği Roma kolonisi 9’uncu yüzyılda Macarların başkenti olmuş. Hem Macarların hem de Türklerin ataları, Orta Asya’dan 10 kavim olarak yola çıkmışlar. Sonra bunların 7’si Karpatlar’ı geçip Macaristan’ın şimdiki topraklarına gelmiş, 3’ü de Anadolu’ya gitmiş. Macarların Karpat Dağları’nı geçmeden önce Türklerin yakınında yaşadığı ve On Ogur Kavimlerarası Birliği’nin parçası olduğu düşünülüyor.
16’ncı yüzyılda, Osmanlı’nın Balkanlar’daki gücü giderek artarken yollar bir kere daha kesişmiş. Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı almasının hemen ardından yapılan Mohaç Savaşı’nda Macar kralı yaşamını yitirmiş ve Osmanlı başkent Budin’e girerek bağımsız Macaristan Krallığı’nı sona erdirmiş. Anadolu’yu yurt edinmişiz ama Balkanlar’a da kök salmışız bu tarihten itibaren.
Avrupa’da bir Osmanlı
Macaristan’a Batı dillerinde verilen Hungary ve Ungarn gibi isimler, Orta Asya’daki köklerine atıfta bulunduğu gibi, Türkçe ‘On Ogur’ yani ‘On Kişi’den geldiği de söyleniyor. 800 ortak kelimemiz varmış, bunların 200’ü günümüze gelmiş.
Ülkenin güney sınırındaki Pec yaklaşık 2 bin yıllık bir tarihe sahip. Hıristiyanlığın ilk dönemlerine ait nekropolü 2000 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. 2010’da İstanbul ile birlikte ‘Avrupa Kültür Başkenti’ seçilmiş. Porselenleriyle ünlü kentin bir başka özelliği de yine porselenleriyle ünlü Kütahya’nın kardeş şehri olması. Krallardan biri Macaristan’ın ilk üniversitesini burada kurarak şehri bilim ve ilim merkezi haline getirmiş.
Topraklarında pek çok kültür olunca bir o kadar da ismi olmuş bu zarif şehrin. Ortaçağda ‘Beş Katedral’ diye adlandırılmış. Sonra da katedrallerin Vatikan temsilcisi barındırmak zorunluluğu nedeniyle ‘Beş Kilise’ demişler.
Osmanlılara geçtiğinde bu kez de Peç olmuş şehrin adı. 1543’teki fetihten sonra bazı kiliseler camiye dönüştürülmüş. Yeni camiler, hamamlar, okullar, türbeler ve anıtlar yapmışlar. Yaklaşık 150 yıllık Osmanlı egemenliğinde pek çok eser kazanmış.
Boğaz’ı, 7 tepesi, tüm dinleri kucaklayan kozmopolit yapısı, muhteşem tarihiyle her an yeni bir şeyler öğretiyor bu şehir bize. Napolyon Bonapart boşa dememiş “Dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” diye. Bu aşkı şimdiye dek 12 kitapla, sayamadığım kadar çok gazete ve dergi yazısıyla, binlerce turla, iki sezon ‘Paha Biçilemez İstanbul’ TV programıyla ilan ettim. Ama onu ne kadar anlatsam ‘az kaldı’ diye düşünüyorum. Hep yeniden başlayayım, bir şeyler daha söyleyeyim istiyorum. Bana göre kenti anlamak ve ruhuna nüfuz etmek için ilk yapılması gereken, rotayı Tarihi Yarımada’ya çevirmek. Yerli yabancı, ünlü ünsüz ziyaretçilere İstanbul’u gezdirirken benim ilk durağım hep burası oluyor. Gelin şimdi yarımadanın tarihi yapıları arasında birlikte bir tur atalım.
HİPODROM
Güç, zafer ve ihtişam
Tarih MS 203; İmparator Septimius Severus, bugün İstanbul’un en turistik mekânı olan meydana oval bir hipodrom inşa ettirmiş. Büyük Konstantin zamanında genişletilmiş ve 480 metreye 118 metre boyutlarına ulaşmış. Meydanı adımlarken karşınıza üç farklı sütun çıkacak. Theodosius Sütunu olarak anılan dikilitaş, MÖ 1450 yılında, Firavun III. Thutmose için yapılmış ve Mısır’ın antikçağ kenti Thebes’in karşısına dikilmiş. İstanbul’a İmparator Theodosius döneminde, 390 yılında getirilmiş. Hipodrom’daki Yılanlı Sütun ya da Burmalı Sütun olarak anılan sütunun tepesindeki yılan başları bugün maalesef yok. Birbirine dolanmış üç yılanın başının altın bir vazonun üç ayağını oluşturduğu sütun, MÖ 478’de Yunan şehir devletlerinin birleşerek Persleri yendiği savaş anısına yapılmış ve Delfi’deki Apollo Tapınağı’nın önüne dikilmiş. 330’lu yıllarda sütunu İstanbul’a getirten İmparator Konstantin olmuş. Biraz daha kaba bir işçiliğe sahip olan Örme Dikilitaş hakkında çok az şey biliniyor. Konstantin ya da I. Theodosius tarafından buraya yerleştirildiği düşünülüyor.
AYASOFYA