Gelin Atlas Okyanusu’na doğru biraz daha açılalım. İlk durağımız olan Saint Martin veya Sint Maarten iki ülkeye ev sahipliği yapıyor. Toplamı 100 kilometrekareden küçük olan adanın, Hollandalıların yönettikleri kısmına Sint Maarten, Fransız yönetimindeki bölümüneyse Saint Martin deniyor. Flemenkçe ve Fransızca kendi bölümlerinde yasal dil olsa da adada kullanılan dil İngilizce. Fransızlar biraz daha büyük parçayı almışlar. St. Martin AB üyesi ama St. Maarten değil.
Kolomb’la başlamış...
Adanın yerli halkı Arawaklar ve Kalinagolar. 1493’te Kristof Kolomb girmiş devreye ve adayı eski kıtayla tanıştırmış. İspanya, Fransa ve Hollanda tarihin farklı dönemlerinde adayı yönetmiş ve nimetlerinden yararlanmış. 1648’de Fransa ve Hollanda adayı ikiye bölüp yönetme konusunda anlaşmışlar. Her iki taraf da Avrupa kültürünün temsilcileri olmakla birlikte farklı zevklere hitap ediyor. Sint Maarten daha çok eğlencesi, gece hayatı ve kumarhaneleriyle tanınıyor. Saint Martin ise alışveriş tutkunlarıyla birlikte gurmelere hitap ediyor. Fransız tarafının plajları da çok meşhur.
Barbados Hasat Festivali
Orta Amerika’da, Antil Denizi’ndeki ada topluluğuna kimi Antiller der, kimi de Karayipler. Büyük Antiller; Küba, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika ve Porto Riko’dan oluşuyor. Adaların en büyüğü Küba. Küçük Antiller ise Karayipler’in doğusunu kuzeyden güneye çevreleyen küçük adalardan oluşuyor. Kanarya Adaları ile Hindistan arasında bir yerde olduğu hayal edilen efsanevi bir kara parçasının adıymış ‘Antilia’. Kristof Kolomb, Batı Hint Adaları’nı keşfettiğinde İspanyolca ‘Antillas’ adını vermiş bölgeye. Çok çekmiş Karayipler’deki adalar. Kimi madenleri, kimi ormanları, kimi de tarıma elverişli toprakları sebebiyle sömürmüş. Toplu soykırımlar yaşanmış, ölenlerin yerine Afrikalı köleler getirilmiş. Bu sebeple yerli halk neredeyse Afrikalı olmuş. Tüm yaşadıklarına rağmen sömürenlerin iştahını turizmle gideriyorlar şimdi de. Topraklarını turizme açıp cennet mekânlar yaratmışlar. Bölgeyi gezmenin en iyi yolu bence gemi seyahati. Anakarada Meksika’ya bağlı Costa Maya gemilerin mutlaka yanaştığı bir balıkçı kasabası, iki köyü var. Ada değil ama bölgedeki beğenilen tatil beldelerinden biri. 15 yıl önce yolcu gemileri için yapılan limanla kaderi değişmiş. Costa Maya’daki iki köyden biri olan Mahahual, bembeyaz kum plajları, turkuvaz denizi, kıyıya yakın mercan resifi, bar ve restoranlarıyla tam bir turizm cenneti. Dünyanın en büyük ikinci mercan resifinin burası olduğunu söylüyorlar. Costa Maya aynı zamanda Chacchoben ve Kohunlich’in de içinde olduğu daha az bilinen Maya harabelerinin çoğuna en yakın bağlantı noktası.
‘ÇOK AMA TEK BİR İNSAN’
Jamaika
Küba ve Hispaniola’dan sonra Karayipler’in en büyük üçüncü adası. Nüfusu yaklaşık 3 milyon. Reggae müziği, rasta saçlı insanlar, turkuvaz bir deniz, bembeyaz kumlu plajlar, golf sahaları, açık hava sporları, nehirler, dağlar, şelaleler, yemyeşil bir doğa ve de lezzetli yemekler var... ‘Her şey dahil sistemi’ Karayipler’de ilk olarak Jamaika’daki tatil köylerinde ortaya çıkmış ve çok sayıdaki işletmede geçerli. Ülkenin resmi dili İngilizce ama kölelerin patronları anlamasın diye aralarında konuştukları; Fransızca, İngilizce ve İspanyolca karışımı bir lehçe olan Patua halen yaygın. 1962’de İngiltere’den ayrılarak bağımsızlığına kavuşan bu rahat ve yavaş ülke, müziğin ritminde bulmuş kendi ritmini. Başta reggae olmak üzere pek çok müzik türünün anavatanı olan Jamaica, Bob Marley, Sean Paul, Shaggy, Grace Jones gibi dünyaca ünlü müzisyenler çıkarmış topraklarından. Temmuz sonunda Montego Bay’de yapılan Reggae Sumfest çok ilgi çekiyor. Ülkenin milli sloganı çok çeşitli etnik kökenden geldiklerini ama özünde tek olduklarını dile getiren “Çok ama tek bir insan”. Gerçekten de burası birbirinden farklı birçok insanın bir arada eridiği bir pota gibi. Doğal güzellikleri çok fazla olsa da adada biraz dolaşınca fakirliğin boyutunu anlıyorsunuz. Güvenlik konusunda dikkat etmek lazım. Suç oranının yüksekliğinin sebebi de adaya gelen turistlerle yerli halk arasındaki gelir uçurumu. Karayipler’de İngilizce konuşulan en büyük şehir olan Kingston, Jamaika’nın başkenti. Blue Mountain-John Crow Ulusal Parkı’na çok yakın.
Tarihin içinde
Hagia Sofia Mansions, İstanbul
Soğukçeşme Sokağı, 1800’lü yıllarda III. Selim tarafından yaptırılan çeşmesi ve evleriyle, adeta bir eski İstanbul maketi. İstanbul Kitaplığı hariç, sokaktaki bütün evler Hilton’un dokunuşuyla hayat buldu. Aslında bir otelden öte, restoranları ve kendine has hikâyeleri olan 17 konağıyla bir mahalle oluşturulmuş. 78 odasında ana renkler kırmızı veya mavi olarak seçilmiş. 1.500 yıllık tarihi bir çatının altında hizmet veren Sarnıç Restoran’ın menüsü zengin. Kahvaltı içinse... Ayasofya’ya nazır eşsiz bir manzara sunan Sofia Terrace Restoran’da ya da huzurlu bahçesi ve kapalı alan seçeneğiyle Yeşil Ev Garden’da güne başlayabilirsiniz.
Suyun dinginliği
Lale, Sakarya
Gaziantep’in adıyla ilgili anlatılanlar en az tarihi kadar zengin. Bilinen ilk ismi “Toroslar’ın karşısındaki Antakya” yani ‘Antiochia ad Taurum’. Daha sonraları kayıtlara geçen ‘Ayıntap’ için de farklı anlamlar ifade ediliyor. Ayıntap’ın Farsça ‘pınarı bol’ anlamına geldiğini söyleyen de var, Hititçede ‘han toprağı’ demek olan ‘hantap’ kelimesinden türediğini de... Antep adının kaynağı kesin olarak bilinmese de ‘Gazi’ unvanı 8 Şubat 1921’de Kurtuluş Savaşı’ndaki 10 aylık kuşatma esnasında Fransızlara karşı gösterdikleri direnişten dolayı verilmiş.
Gaziantep’i keşfederken benim önerim şehrin tarihi merkezi olan Kültür Yolu’nu adımlamanız. 2012’de bu yolun başlangıcı kabul edilen Dereboyu Sokak’taki özgün Antep evleriyle başlayın şehri deneyimlemeye, sonra da binlerce yıllık kalıntıların üzerine inşa edilen merkezdeki kaleye geçin.
36 kuleden 12’si ayakta
Kimler tarafından, ne zaman yapıldığı bilinmeyen yapı, bugünkü görkemine MS 6’ncı yüzyılda ulaşmış. 36 kulesinden sadece 12’si ayakta. Kültür Yolu boyunca birçok han, çarşı, cami, Mevlevihane, hamam ve kahvehane var. Yunan dilinden gelen ‘müze’ kelimesi ‘bilimler tapınağı’ anlamındadır ve sanılanın aksine, güncel teknolojiler ve bilgilerle devamlı yenilenmesi gerekir. Kaynak bu kadar zengin olunca Gaziantep Büyükşehir Belediyesi de kenti bir müzeler şehrine dönüştürmeye karar vermiş. Bu amaçla açılan Kültür Yolu’nun üzerindeki Gaziantep Savunması ve Kahramanlık Panoraması, hamam, oyuncak, mutfak ile cam müzeleri bunlardan sadece birkaçı. Kahramanlık Müzesi’nde Antep’in destansı savunmasına katılan halk, resimler, rölyefler, maketler ve heykellerle anlatılmış. Medusa Cam Eserler Arkeoloji Müzesi ise kendi alanında Türkiye’deki tek özel müze. Birkaç eski Gaziantep evinin restore edilmesiyle hazırlanan müze, bir kültür-sanat merkezi işlevini de sürdürüyor. 2013’te açılan Oyuncak Müzesi Türkiye’deki dört örnekten biri. Türkiye’deki ilk mutfak müzesi olan Emine Göğüş Mutfak Müzesi, 1909’da yapılan Göğüş Konağı’nda, kentin zengin mutfak tarihini ve kültürünü gözler önüne seriyor.
Zeugma ve müzesiyse Gaziantep’te gezi listenize mutlaka eklemeniz gereken bir adres. Burası 30 bin metrekarelik devasa bir alan içinde mozaik müzesi, arkeoloji müzesi, açık eser sergileme alanı ve konferans merkezini de kapsayan büyük bir kompleks. Bütün dünyanın ‘Zeugmalı Çingene Kız’ mozaiğiyle tanıdığı müze sizi de çok etkileyecek.
İstanbul’a duyduğum sevgi ve hayranlığı, bu kentle ilgili her yazımda mutlaka belirtirim... Bugüne kadar 12 kitap ve yazılarımla, programlarımla ilan ettim bu sevgiyi ama ne kadar anlatsam ‘az kaldı’ diye düşünüyorum. Hep yeniden başlayayım, bir şeyler daha söyleyeyim istiyorum. İşte tam da bu duygularla ortaya çıkmıştı ‘Kanatlarımda İstanbul’; İstanbul’u inanılmaz kareler ve masalsı bir anlatımla yeniden keşfe çıkmıştık. İngilizce ve Almanca olarak da yayımlanan bu koleksiyon kitap, şimdi de Karaca’nın tasarımına ilham oldu.
Altın veya gümüş rengi martıların süslediği kahve fincanlarının tabaklarında İstanbul’un eşsiz silüeti var. İsteğinize göre ‘Kanatlarımda İstanbul’ veya ‘Istanbul A Bird’s Eye View’ kitaplarım da kahve keyfinize eşlik ediyor. Zarif tasarımıyla içime sinen ve çok heyecanlandığım bir proje oldu. Karaca’nın Galataport İstanbul’da açılan mağazasında bir tanıtım günü düzenledik geçen hafta. Dostlarım beni bu mutlu günümde yine yalnız bırakmadı. Bu tasarımla anlatmak istediklerimizi bünyesinde barındıran ve şimdiden şehrin en güzel mekânlarından biri haline gelen Galataport’u sadece bir alışveriş merkezi olarak görürseniz büyük haksız etmiş olursunuz. Karaköy sahilinin hem liman olarak kullanılması hem de yaya trafiğine açılmasını sağlayan bu projede kültür-sanat merkezleri, mağazalar, restoranlar ve oteller var. Bir mahalle gibi tasarlanan proje, bölgenin kozmopolit yapısını modern bir formda yeniden hayata geçirmiş.
Karaca’nın ‘Kanatlarımda İstanbul’ fincanı
Zarif işçilik...
Belgrad Ormanı adını bir zamanlar bölgede kurulu olan Belgrad Köyü’nden alıyor. Köyün adıysa Kanuni Sultan Süleyman’ın 1521’de, günümüzde Sırbistan’ın başkenti olan Belgrad’ı aldıktan sonra buraya getirdiği ve şehrin su dağıtım sisteminin sorumluluğunu verdiği göçmenlerden gelmiş. 18’inci yüzyılda bazı yabancı büyükelçilikler yazlıklarını köy civarında inşa etmişler. Leydi Mary Wortley Montagu, diplomat eşiyle beraber 1717’de birkaç gününü ormanda geçirmiş. “Burası, cennet tarlaları tanımına mükemmel uyan bir yer” diye bahsettiği bu ziyaretini ‘Türk Sefareti Mektupları’ isimli kitabında ölümsüzleştirmiş. 19’uncu yüzyılda yazlıklar Tarabya ve Büyükdere kıyılarına taşınınca, Belgrad Köyü küçülmeye başlamış.
İstanbul’un akciğerleri bir zamanlar şehir dışındayken bugün neredeyse ‘şehrin göbeği’ konumunda. Trakya’daki Istranca Dağları’ndan başlayıp Karadeniz sahiline kadar uzanan Belgrad Ormanı geçen yüzyılda bugünkünden yaklaşık üç kat daha büyük bir alanı kaplıyormuş. Bugün kayın, meşe, akkavak, çam, çınar ve kestane ağaçlarıyla dolu orman, piknik için gidilecek en popüler yerlerden biri. Buradaki göl manzaralı 6.5 kilometrelik parkurda yürüyüş yapabilir ya da koşabilirsiniz. Yol boyunca spor aletleri de var. Orman, Taksim ve Kırkçeşme su dağıtım sistemlerine bağlı olan tarihi su kemerleri ve bentlerine de ev sahipliği yapıyor. Günümüzde hâlâ kullanılan ve harika bir onarım geçirmiş olan bu eserlerin bazıları Roma dönemine aitken, diğerleri Mimar Sinan dehasının ürünleri.
Ağaç gibi su sistemi
En güncel haliyle 68’inci baskısı çıkan ‘İstanbul Hakkında Her Şey’ kitabımı yazarken su dağıtım sisteminin nasıl çalıştığını tüm çabalarıma rağmen çözemeyip en sonunda İSKİ’deki uzmanlardan destek almıştım. Ardından sistemin izlerini adım adım takip ettim. Kazım Çeçen’in ‘Roma Suyollarının En Uzunu’ kitabında da belirttiği gibi sistem aslında çok karmaşık bir düzene sahip. 400 kilometrelik bir mesafeyi aşarak suyu şehre taşıyan sistemin en çarpıcı kollarından biri; yaklaşık 250 kilometre uzaktaki Kırklareli, Vize’den toplanan suların, bir yerden değil ağaç dallarına benzeyen bir yapılanmayla birçok yerden alınması. 4 açık hava ve 100’den fazla yeraltı sarnıcının sisteme bağlandığını söylersek antikçağlardan beri bilinen en muhteşem hidrolik mühendisliklerinden biriyle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır. TEM üzerindeki bir sitenin yakınında bile, bu sisteme ait havuzları gördüm.
Eskiden üç ayrı sistem varmış: Kırkçeşme sistemi, suyu Belgrad Ormanları’ndan Eğrikapı’ya; Taksim sistemi, Belgrad Ormanları’ndan Taksim Meydanı’na ve Bozdoğan Kemeri’nin de dahil olduğu Halkalı sistemi, Trakya’dan Beyazıt Meydanı’na ulaştırırmış. Mimar Sinan camileriyle tanınır ancak 1554-1563 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle birçok su kemeri yapımının da sorumluluğunu üstlenmiş.
Zamanının en büyük su tesisi ve Sinan’ın en muazzam eserlerinden olan bu kemerler, hassas eğimleriyle Tarihi Yarımada’ya su taşımış.
4 bent ve 33 kemer aracılığıyla suyu surlardaki Eğrikapı’nın hemen dışına kadar getiren Kırkçeşme sistemi iki kola ayrılıyor. Bir kol Ayvad Bendi’nden, diğeri Büyük Bend’den geliyor ve Galata Kulesi yüksekliğinde derinliği olduğu söylenen taş sarnıç Başhavuz’da birleşiyor. Aynı dönemde Süleymaniye ve Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan külliyeleri inşaatlarıyla da uğraştığı düşünülürse, mimarbaşının zekâsının yanı sıra çalışkanlığı ve azmi de şaşırtıcı. Kırkçeşme sisteminden günümüze ulaşan en muhteşem yapı, iki katlı Mağlova Kemeri’nin diğer adı Muallakkemer. Yolu olmayan, ormanın derinliklerindeki kemer Alibey Deresi’ni ikiye bölüyor. Kendi türündeki eserler arasında bir başyapıt sayılan Mağlova Kemeri’nin merkezdeki dört kemeri, dünyadaki en geniş kemerler... Alibey Deresi üzerinde 165 metre uzunluğundaki iki katlı Güzelce Kemeri’ni de 1563-1564 yıllarında Sinan yapmış.
Sivas, MÖ 7 binlere dayanan geçmişiyle hem tarih boyunca ev sahipliği yaptığı kültürlerin hem de çevre bölgelerin bir sentezi gibi. Doğu Anadolu, Karadeniz ve İç Anadolu birbirine karışır bu ilin sınırları içinde ve ortaya bambaşka bir tablo çıkar. Milli Mücadele’nin başlangıcında yapılan ve bir ulusun kaderini değiştiren son kongre için bu şehrin seçilmiş olması bir rastlantı değil. Dikkat ederseniz Sivas’ın merkezinden çok ilçeleri bilinir. Bu da her birinin ne kadar özgün olduğunun bir işaretidir aslında. Divriği gibi...
Divriği ve civarında en erken yerleşime dair yazılı kaynaklar Hititlere kadar gidiyor. Mengücekoğulları’nın yönetimi altında olduğu dönemde yapılan Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası ise kentin zengin tarihinden kalan en önemli miras. 1985’ten bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde ve bu listeye ülkemizden giren ilk yapı olma özelliğini taşıyor. 2015’te başlayan restorasyona pandemi döneminde ara verildiği için kısa bir süre daha bakım altında kalacak olan yapının yeniden ziyarete açılmasını heyecanla bekliyorum. Böylesi önemli yapıların bütünüyle değil parça parça restorasyona alınması turizm açısından daha doğru. En azından restorasyonun devam etmediği yerler ziyaret edilebilmeli.
Cami, Ahmet Şah ve eşi Melike tarafından yaptırılmış. İnşası 1228’de başlamış, 1243’te tamamlanmış. İslam mimarisinin başyapıtlarından biri sayılıyor. Mimarı Ahlatlı Hürremşah. Öyle bir eser tasarlamış ki plan tipi ve süsleme özellikleri bakımından bir benzeri yok. Darüşşifa taç kapısı, cami kuzey taç kapısı, cami batı taç kapısı ve şah mahfili taç kapısının her biri birbirinden farklı ve müthiş süslemeleriyle göz kamaştırıyor. Yapı neredeyse 8 asır önce yapılmış ve üzerinde binlerce motif var. Üstelik hiçbir desenin birbirini tekrar etmediği muazzam bir bütün ortaya çıkarılmış. Kâinattaki varlıkların biricikliğini simgeleyen bu özelliğe ek olarak hayranlık uyandıran bir detay daha var. Caminin batı kapısında mayıs-eylül arasındaki dönemde, her ikindi namazından 45 dakika önce insan silüeti şeklinde dev bir gölge beliriyor. İncelemelere göre bu bir tesadüf değil; çok ince hesaplamalara ve derin fizik–astronomi bilgisine dayanıyor.
Camiye bitişik olarak inşa edilen, iki katlı, avlulu ve eyvanlı bir yapı olan Darüşşifa, geçmişte hastaların su sesiyle iyileştiği bir sağlık merkeziymiş. Bu kısım Anadolu’da ayakta kalan en eski hastanelerden biri. Ruh ve sinir hastalarının tedavisi için kullanılmış. İçeride öyle bir akustik hesaplaması var ki başta su sesi ve tasavvuf müziği olmak üzere ortadaki avludan tedavi amaçlı yayılan tüm sesler, hastalık derecesine göre odalardan duyulmuş. Hastalığa ve tedavi sürecine göre, kiminin daha yüksek kiminin daha az duyması gerekiyormuş ve hesaplama buna göre yapılarak sesin yankılanması sağlanmış.
Osmanlıların Afrika’da ulaşamadığı tek ülke olan Fas; Marakeş, Fez ve Meknes gibi dünyanın en iyi korunmuş ortaçağ şehirleriyle ziyaretçilerini hayal kırıklığına uğratmayan egzotik bir diyar.
1912’de Fransızların egemenliğine giren Fas, 1956’da tekrar bağımsızlığına kavuştu. Anayasal monarşiyle idare edilen ülkede, kral ‘Müminlerin Amiri’ olarak adlandırılıyor ve ekonomi dahil bütün gücü elinde bulunduruyor.
Bizim güvece benzeyen ‘tajin’ denen yemeğin, kuskusun ve güvercinden yapılan dürüm ‘pastilla’nın milli yemekler olduğu ülkede, Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki olan Eski Fez, Marakeş, Meknes ve Volubilis Antik Kenti gibi görülecek çok sayıda yer var.
Önce Marakeş’te turumuza başlayalım. Turunç ağaçlarıyla süslü bulvarları, renklerin dansına sahne olan ‘suklarıyla’ (pazaryeri) meşhur olan Marakeş, Fas Sultanlığı’nın ilk başkenti; 1062’de kurulmuş. Sahra Çölü’ne açılan kervan yollarının kuzeydeki kapısı olan şehre, binalardan yollara, duvarlardan toprağa kadar her yer kızıl olduğundan ‘Kızıl Şehir’ deniyor. Eskiyle yeninin büyüleyici uyumundan dolayı Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne de sahip olan Marakeş’e ‘Güney’in İncisi’ ve ‘Güney’in Mücevheri’ gibi isimler de veriliyor.
Kentin eski şehir merkezine ‘Medine’ deniyor. Buralar bizdeki Kapalıçarşı’yı andırıyor. Kokuların dışarıya taştığı baharatçılar, geometrik desenlerin büyülü uyumunun göz kamaştırdığı halıcılar, kuyumcular, seramikçiler, bakırcılar, tahta oymacıları gün boyu müşterilerini bekliyor. Fas viskisi dedikleri, milli içecek olan nane çayı da esnafa yarenlik ediyor. Bu çarşılarda pazarlık çok yaygın. Fiyatın dörtte birini ya da yarısını teklif ederek pazarlığa başlayın. Argan yağıysa alınacaklar listesinin en başında olmalı. Medine’deki Nomad ve Le Jardin restoranları otantik bir öğlen yemeği için tercih edebilirsiniz.
Marakeş’in ünlü meydanı Cema Ül Fena ise zamanın durduğu bir ortaçağ panayırı gibi. Gündüz saatlerinde oldukça hareketli olan meydan, UNESCO tarafından koruma altına alınan ilk meydan olma özelliğine sahip. Eski dönemde idamların gerçekleştiği yer olduğu için yerli halk tarafından ‘Kıyamet Meydanı’ olarak da adlandırılan alan akşamüstü 5.00 gibi bambaşka bir görünüme bürünüyor ve ortaya Spielberg’ün film platolarını anımsatan bir atmosfer çıkıyor. Her türlü yemeği pişirip satan seyyar satıcılar, müzisyenler, falcılar, akrobatlar, şifalı ot satıcıları, yılan oynatıcıları, sokak bahisçileri başaktörler olarak sahnedeki yerlerini alıyor. Her gösterinin bir bedeli var, bahşişleri hazırlamayı unutmayın. Sahte rehberlere ve yankesicilere de dikkat edin.
Marakeş’in sembol binası olan ve 67 metrelik görkemli minaresiyle dikkat çeken Kutubiye Camisi ise yaklaşık 800 yıldır şahitlik yapıyor bu renkli dünyaya. 19’uncu yüzyılda inşa edilen Bahia Kraliyet Sarayı, Fas’ın en çok fotoğraflanan yerlerinden olan Menara Bahçeleri ve Ahmet el Mansur tarafından 1602’de yaptırılan El Badi Sarayı şehrin mutlaka görülmesi gereken yerlerinden.