Saffet Emre Tonguç

Azteklerden günümüze Mexico City

6 Mart 2022
Uzun bir zaman sonra yaptığım ilk kıtalararası seyahatim Meksika’yla başladı. Bu ülkenin sıcak, samimi, otantik atmosferinde her şeyi geride bırakmanın hafifliğini yaşarken tarihinin, doğasının karşısında yeniden ve yeniden büyülendim. Mexico City’den başladı yolculuğumuz. Bu muhteşem şehri birlikte gezelim mi?

Bu hafta Mexico City bölgesinde yaşayan Azteklerden başlayıp şehir merkezinde bir tura çıkacağız. Kim bu Aztekler?

Önce akılları karıştıran bu konuya açıklık getirelim. Aztekler, Kuzey Amerika’da, Meksika’nın kuzeyinde, İnkalar ise Peru taraflarında yaşamış. İki Amerika arasındaki Yukatan bölgesi (Kuzey ve Güney Amerika’yı birbirine bağlayan bölüm) ise Mayaların yaşadığı bölge. Yani Meksika’da hem Aztek hem de Maya uygarlıklarının izlerini görüyoruz.

Sıcak, samimi ve neşeli insanlar yazarımız Saffet Emre Tonguç’a bütün dertleri unutturdu.

Aztek İmparatorluğu bölgedeki sayısız küçük şehir devletlerinin birleşmesiyle oluşmuş ve 1428-1521 yılları arasında hüküm sürmüş. Kuzey Meksika’da göçebe bir kabile olan Aztekler, ilk kez Texcoco Gölü’nün bataklıklarına yerleşmiş. Bu çalışkan halk yapay adalarda tarıma başlamış, 20 yıl sonra da Tenochtitlan şehrini kurmuş. Tarım öyle ilerlemiş ki ticaret yapıp zenginleşmişler. 15’inci yüzyıla geldiklerinde başarılı tarım sistemi ve güçlü askeri gelenekleri sayesinde, Aztekler önce devlet, sonra da büyük bir imparatorluk kurmayı başarmış.

Önce 100 Avrupalı geldi...

Onlar böyle mutlu mesut yaşarken 1517’de 100 kişiyle Meksika topraklarını ziyaret etmiş ilk Avrupalı.

Francisco Hernandez ve ordusu Avrupa’ya döndüğünde Azteklerin zenginliğini İspanyol Vali Diego Velasquez’e anlatmış. Gözü dönen vali İspanyolların Meksika’ya daha büyük bir gemi göndermesine izin vermiş. Hernan Cortes komutasındaki yaklaşık 400 asker, 1519’da Tabasco kasabasına ayak basmış. Hükümdar II. Montezuma, Aztek mitolojilerinde tarif edilen kutsal birine çok benzediği için Cortes’i çok iyi karşılamış.

Yazının Devamını Oku

Trakya’nın unutulmuş hazineleri

27 Şubat 2022
Geçen hafta sakinliğiyle, doğasıyla ve tarihiyle Kırklareli’nin merkezinde bir geziye çıkmıştık. Bu hafta kentin dışına çıkıp ilçelerine doğru uzanacağız. Önceden uyarayım; bu coğrafyayı keşfederken karşılaşacağınız sürprizlere duyduğunuz hayranlığa ihmal edilmişliğin hüznü de karışacak.

Babaeski, merkez Kırklareli’nden çok daha küçük bir yerleşim yeri ama ziyaretçilerini şaşırtacak sürprizleri barındıran bir yer. Büyük Osmanlı mimarı Sinan’ın yaptığı cami ve ülkenin en muhteşem köprülerinden biri olan taş köprüsüyle kesinlikle özel bir ilgiyi hak ediyor. 1572 yılında inşa edilen Cedit Ali Paşa Camisi, her ne kadar Sinan’ın başyapıtı Edirne’deki Selimiye Cami’sindeki standartlara sahip olmasa da zarafeti ve işçiliğiyle dikkat çekmeyi başaran bir yapı.

Zarif taş işçiliğini inceleyin

Bence ilçenin misafirlerine sunduğu en büyük sürpriz Babaeski Köprüsü. Edirne’de Meriç Nehri’nin üzerindeki köprüyü hatırlatıyor. 72 metre uzunluğunda olan, altı zarif kemerin taşıdığı eser, 1633’te mimar Çoban Kasım Ağa tarafından yapılmış. Köprüyü daha net görmek için nehir kenarındaki çay bahçelerinin arkasına doğru tırmanmanızı öneririm. Böylece kemerlere yeteri kadar yaklaşabilir ve kemer taşlarının üzerindeki süslemeleri inceleme fırsatı yakalayabilirsiniz.

Eskinin zarif işçiliğine hayran kalacaksınız. Babaeski çevresindeki kırlık alanda, koyunlarını otlatan ya da büyük hasır sepetler ören Çingene kadınlarına rastlamanız an meselesi. Bu özgür ruhlu halkın bölgeye gelişinin 15’inci yüzyıla rastladığı sanılıyor. Hıdrellez zamanında veya yakın tarihlerde gerçekleşen, Balkan Çingenelerinin yaz mevsiminin gelişini kutladıkları Kakava Şenlikleri, her yıl mayıs ayında düzenlenen cıvıl cıvıl bir etkinlik. Kırklareli’nin ilçesi Vize’nin eski adı Bizye ya da Biza olarak geçiyor. Adının kaynağıyla ilgili rivayetler çeşitli.

Yazının Devamını Oku

Keşfedilmeyi bekleyen Trakya hazinesi

20 Şubat 2022
Türkiye’nin en az gezilen ve dolayısıyla da en az tanınan yerlerinden biridir Trakya. Oysa Anadolu’yu Avrupa topraklarına bağlayan bu bölge hâlâ keşfedilecek birçok hazineye sahip. Karadeniz sahili boyunca uzanan Kırklareli, yol üstünde sadece geçilen bir yer olmanın ötesinde, yeniden hatırlanacağı günleri heyecanla bekliyor. Bu hafta kent merkezinde bir geziye çıkalım.

Kırklareli Edirne’nin kuzeydoğusunda, 62 bin nüfuslu, küçük ve sakin bir şehir. Bizans dönemine kadar uzanan tarihinde, Yunancada ‘Kırk Kilise’ anlamına gelen ‘Saranta Ekklesiai’ ismiyle anılıyor. İsminden de anlaşılacağı gibi burası bir zamanlar azınlıklardan oluşan kalabalık bir nüfusa ev sahipliği yapıyormuş, ancak 1924 yılında Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinden sonra adı Kırklareli olarak değiştirilmiş. Bugün geçmişin kırk kilisesini hatırlatan tek şey, üzerinde bir meleğin betimlendiği tamamlanmamış bir mezar taşı. Bir zamanlar Yahudi nüfusun önemli yerleşimlerinden olan şehirde bir tek Musa Sinagogu eski günlerin hatıralarını günümüze taşıyor. Maalesef Yahudilere karşı gerçekleşen 1934 Trakya olaylarının nüfusun azalmasında büyük etkisi olmuş.

Kent merkezindeki Hızır Bey Külliyesi...

Zarif bir külliye

1383’te inşa edilen Hızır Bey Camisi, merkezdeki Şevket Dingiloğlu Parkı’na bakan son derece zarif bir külliyenin parçası. Yolun karşısında muhteşem bir çifte hamamın yanında küçük bir bedesten göreceksiniz. Her iki yapının da çatısı ters dönmüş maşrapalara benzeyen küçük cam parçacıklarıyla süslenmiş. Külliye, Köse Mihalzade Hızır Bey tarafından şehre armağan edilmiş. Hamamın kadınlar bölümü bugün kapalı, ancak erkekler bölümü hâlâ hizmet veriyor. Bedestense bir süre depo olarak kullanılmış. 2020’de çıkan yangından sonra restore edilerek yeniden şehrin hafızasındaki yerini aldı. Cami ve hamam arasındaki sokaklarda farklı mimari tarzlardan izler taşıyan ve nispeten daha geleneksel bir pazar var. Bir resim güzelliğinde olmayabilir ancak otantik yapısı insanları cezbediyor. Şehrin genel resmi insanın aklına ilk olarak Ege Bölgesi’ndeki Kula’yı getiriyor.

Yazının Devamını Oku

Bitlis’te beş minarenin peşinde

13 Şubat 2022
Bir zamanlar kıymeti anlaşılamayıp biraz geri planda kalmış olabilir ama 90’lar boyunca çok çabaladı Bitlis... Anayoldan şehre hiç uğramadan geçip gidenlere meydan okurcasına, elindeki değerlerin önce kendi farkına vardı, sonra da dünyaya tanıttı. Bitlis’in cazibesi tarihi dokusuyla kendine çekiyor meraklı gezginleri.

Bitlis hâlâ sevindirici bir biçimde otantik kalan nadir kentlerimizden... Ulaşım için en kolay yol, uçakla Muş’a ya da Van’a kadar gidip oradan bir otobüse atlamak. Muş-Bitlis arası otobüsle 1 saat kadar, Van’dan Muş’a karayoluyla ulaşmaksa yaklaşık 3 saat sürüyor. Tarih boyunca adı pek değişmemiş Bitlis’in. Asurlular, Bit-Liz ya da Bet-Liz (Liz’in Yurdu veya Liz’in Kalesi); Persler, Bad-Lis demişler şehre. Kulağa tek farklı gelen isim Ermenilere ait.

Onlar Pageş veya Pagişi adını vermişler. Evliya Çelebi ise kentin adını Büyük İskender’in hazinedarlarından Bedlis’ten aldığı konusunda ısrarcı. Günümüzde adı geçince çoğumuzun aklına gelen ‘Bitlis’te Beş Minare’ türküsünün hikâyesi ezgisi kadar acıklı. 20’nci yüzyıl başlarında Bitlis’i işgal eden Ruslar tarafından birçok aile göçe zorlanmış. Bir baba ve oğul geride nelerin kaldığını, neler olup bittiğini anlamak için geri dönmüş. Baba bir tepede beklerken oğlunu şehre göndermiş. Oğul beş minare dışında şehirde her şeyin yıkıldığını söyleyince babanın dudaklarından bu türkü dökülmüş: “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Bir tepenin eteklerine kurulu Bitlis’i keşfederken meşhur beş minarenin izini sürelim. Tatvan’dan gelirken yol sizi beş minareden ilkine götürecek.

Aralarında en güzeli olduğu söylenen minare, Gökmeydan Camisi’ne bitişik. Mardin’in nispeten daha ünlü camilerini andırmasına rağmen, bu camide Mardin’in bal rengi taşlarının yerine, Bitlis’e has Ahlat taşlarına rastlıyoruz. Bu nefes kesen minarenin yanındaki caminin sıradanlığı hayal kırıklığı yaşatıyor. Çok kısa bir yürüyüş sonrasında İhlasiye Medresesi’ne varacaksınız. 1589’da 5. Şeref Han’ın yaptırdığı medrese Selçuklulara özgü kapıları ve mimarisiyle ayırt ediliyor. İçeride 14 ve 15’inci yüzyıllara ait birçok önemli şahsiyetin türbesi var.

Tatvan’dan şehre giren yol sizi beş minareden ilkine götürecek. Aralarında en güzeli olduğu söylenen minare (üstte) Gökmeydan Camisi’ne bitişik...

Yazının Devamını Oku

Müziğin sesiyle canlanan şehir

6 Şubat 2022
Doğanın kalbine gizlenmiş bir hazine gibi Salzburg. Yetiştirdiği müzik insanlarının melodileri gizlenmiş her sokakta. Bu şehirde dolaşırken karşılaştığınız her yapıda, hatta her lezzette siz fark etmeden bir melodi dolar içinize. Kulak verin çünkü Salzburg’un ruhu Alpler’in tertemiz havasıyla notaların mükemmel bir harmanı gibidir.

Viyana’da yüksek lisans eğitimimi yaptığım için Avusturya bende ayrı bir yere sahip. Her ziyaretimde kendimi eve dönmüş gibi hissederim. Salzburg da Julie Andrews’un başrolünü oynadığı ‘Neşeli Günler’ filmindeki gibi, içimi hep neşe ve coşkuyla doldurur. Bir şehri keşfetmek istiyorsanız size önerim sokaklarında kaybolmanız. Bu güzel şehrin karşınıza çıkaracağı sürprizlere bayılacaksınız. Avusturya’nın Almanya’yla sınırını oluşturan şehirlerinden Salzach Nehri kıyısındaki Salzburg, ülkenin 4’üncü büyük kenti. Adını altındaki tuz madenlerinden alıyor. Salzburg’u ayrıcalıklı kılan klasik müziğin dünyadaki merkezlerinden biri kabul edilmesi ve büyüleyici barok mimarisi.


Mirabell Sarayı ve Bahçesi

Avusturya’da olmamıza rağmen İtalyan mimarlar Vincenzo Scamozzi ve Santino Solari’nin pek çok barok eseri süslüyor şehir merkezini. 1997’den beri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki şehir birçok önemli müzik insanının doğduğu yer. Bu insanlardan en ünlüsü şüphesiz ki 18’inci yüzyılda bu topraklarda doğan Wolfgang Amadeus Mozart. Salzburg’da birbirinden güzel meydanlar var. Alter Markt, yani eski pazar, özellikle çevresindeki dükkânlarla tam bir nostalji yaşatıyor. Örneğin Tomaselli, Mozart’ın kahvesini yanında en sevdiği içecek olan badem sütüyle yudumladığı, ülkenin en eski kafelerinden biri. Kahvenizi içerken bu bilgiyle kendinizi çok daha ayrıcalıklı hissediyorsunuz. 1703’ten beri burada. Adı değişse de kendi hayatta. Buradaki eczane, başpiskoposlara hizmet vermiş yıllarca. Meydanın ortasındaki heykelse itfaiyecilerin koruyucusu Aziz Floryan’a ait.

Yazının Devamını Oku

15 adımda Konya’yı anlama rehberi

30 Ocak 2022
İç Anadolu’nun en güzel kentlerinden Konya, keşfedilecek o kadar çok şey saklıyor ki... İnsanlık tarihinin dönüm noktası Çatalhöyük’ten Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerine, evrensel hoşgörü timsali Mevlana’dan Japon Parkı’na, et yemeklerinden Mevlevi mutfağı restoranlarına kadar işte size Konya’dan 15 öneri!

Mevlana Türbesi ve Müzesi

Konya’nın olmazsa olmaz adresi. Şehri keşfetmeye, tüm insanlığa yaptığı ‘Gel, ne olursan ol, yine gel’ çağrısı 13’üncü yüzyıldan günümüze ulaşan Mevlana’nın türbesini ziyaret ederek başlayabilirsiniz. Her yıl Türkiye’nin en çok ziyaret edilen müzeleri arasında ilk sıralarda oluyor. Dergâh olarak kullanılan bu yerde gezerken aklınızda bulunsun, burası geçmişte Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesiydi...

Şems -i Tebrizi Türbesi

Hz. Mevlana’nın yol arkadaşı hatta onun yaşamındaki dönüm noktası olan Şems-i Tebrizi’nin Konya’da vefat ettiğini düşünenler de var, şehirden ikinci kez ayrıldıktan sonra izini kaybettirdiğini düşünenler de... Bu konuda görüş ayrılığı olsa da adını taşıyan park ve içinde sandukasıyla mütevazı cami ona adanmış. Konya’daki en önemli manevi noktalardan biri.

Yazının Devamını Oku

Hem ruhunuz hem de bedeniniz dinlensin

23 Ocak 2022
Bir insanı sadece beden olarak değerlendirirsek onu bir makineye indirgemiş oluruz. Oysa yaşamak, bedenin ruh ve zihinle yaptığı bir danstır. Her birini beslemek ve iyi bakmak da kişinin sorumluluğudur. Bu hafta size ruhunuzu ve bedeninizi yenileyecek Altaussee ve çevresiyle sağlık turizmi konusunda en başarılı örneklerden biri olan Vivamayr Altaussee Sağlıklı Yaşam Kliniği’ni anlatmak istiyorum.

Salzburg’dan Altaussee’ye yaklaşık 1.5 saatte varıyorsunuz. Yol boyunca dünyanın en güzel manzaraları eşlik ediyor size. Doğanın içinde olmanın huzuru daha yolda kaplıyor içinizi. Vivamayr Altaussee Sağlıklı Yaşam Kliniği’nin önünde uzanan göl manzarası karşılıyor konukları önce. Yazın yüzmek, kışın da etrafındaki parkurda yürümek gölün nimetlerinden. Çevredeki köy ve kasabalara ulaşan başka yürüyüş parkurları da mevcut. Sadece 10 dakika mesafede bir kayak merkezi var. Merkez bir tek kayak sevenleri ilgilendirmiyor.


Altaussee’de bir de kayak merkezi var. Kaymak dışında kar yürüyüşü de popüler.

Kar raketiyle yürüyüş yaygın bir etkinlik, ciddi enerji harcatıyor. Bu arada belirteyim, Altaussee, James Bond’un ‘Spectre’ filminin bir bölümüne ev sahipliği yapmış. Çevrede görülmesi gereken birçok güzellik var ve eminim bu bölgedeki güzellikler sizi de büyüleyecek. Salzburg’dan yarım saat sonra Göller Bölgesi başlıyor ve burası 76 gölden oluşuyor. Bu bölgede mutlaka uğramanız gereken bir adres de Hallstaatt. 800 kişinin yaşadığı köyü senede 1.5 milyon turist ziyaret ediyor. Ziyaretçilerin yüzde 90’ı da Uzakdoğulu; çünkü köy Çin’de de çok meşhur olan bir Güney Kore dizisine ev sahipliği yapmış. Bu durum beyaz ekranın günümüzdeki gücünün en canlı örneği gibi.

Yazının Devamını Oku

İstanbul'un tarihine gastronomik bir yolculuk

16 Ocak 2022
Bir masanın etrafında buluşmak kadim bir gelenektir. Sevinçler, üzüntüler, kutlamalar, gözyaşları da olur sofrada. İstanbul da aslında bizi bir arada tutan büyük bir sofra gibi. Bu sofra bugünlerde Emirgân’daki Pembe Köşk’te kuruldu. Hem bu lezzetler hem de semtin değerleri arasında bir geziye çıkalım bu hafta.

Kentin eski halklarından Rumlar, Romanyot, Aşkenaz ve Sefarad Yahudileri, Ermeniler; Anadolu’dan gelip şehre yerleşen Türk, Kürt, Arap, Acem, Süryaniler; Balkanlar’dan göçen Arnavut ve Boşnaklar; Girit’ten, Selanik’ten, Bulgaristan’dan göçenler; Kafkaslar’dan gelen Gürcüler, Çerkes boyları; Afrika’dan gelenler ve sayamadığımız niceleri olarak hepimiz bu şehirde, bir arada yaşıyoruz.


500 bin metrekarelik Emirgân Korusu’nun eski adı Feridun Bey Bahçeleri’ymiş

Bu kültürel çeşitlilik sofraya da yansıyor. Geçtiğimiz günlerde, İBB Yayınları’ndan çıkan, Merin Sever’in derlediği ‘Geçmişten Günümüze İstanbul Lezzetleri’ adlı kitap, bu birlik halini vurgularken mutfağın çeşitliliği arasında bizi bir gezintiye çıkarıyor. Kitapta sokak lezzetlerinden deniz ürünlerine, likörlerden kahvelere teması yemekler olan yazı ve söyleşiler var. “Konu mutfak olunca o lezzetleri deneyimlemek de gerek” diyerek Emirgân Korusu’ndaki Pembe Köşk’te 31 Ocak tarihine kadar devam eden bir restoran etkinliği hazırlamışlar. Kitaptan esinlenen Four Seasons Bosphorus Hotel’in şefi Şafak Aydemir ve BELTUR şefleri İstanbul’un mutfak zenginliğinin tüm izlerini taşıyan bir tadım menüsü sunuyorlar.

Yazının Devamını Oku