Diğer adalar kadar isimleri anılmaz ama Burgaz ve Kınalıada’nın sevenleri asla vazgeçemez onlardan. Siz de mimozaların sahneyi morsalkımlarla erguvanlara bıraktığı bugünlerde atlayın bir vapura, Marmara Denizi’nin hafif esintisiyle yol alın. Geçmişin özlemiyle baharın umudunu harmanlayan adaların sokaklarında kaybolun.
İstanbul’a en yakın ada
Kınalıada’ya ayak basarsınız ve Sirakyan İkiz Evleri zarif bir şekilde size ‘Hoşgeldiniz’ der. 1900’lü yılların başında yapılan üç katlı bu ahşap köşklerin selamını alıp simetri harikası mimarisinin etkisine girersiniz. Diğer “merhaba” da Taş Köşk’ten gelir. Bu iki yapının güzelliğine hayran kalarak yürümeye başlarsınız. Kınalıada, 1.5 kilometrekarelik alanıyla Prens Adaları’nın en küçüklerinden biri ve karaya en yakın olanı. Tam da bu yüzden geçmişte sıkça sürgün yeri olarak kullanılmış. Adını da demir ve bakır madenlerinin etkisiyle kızıla çalan toprağından almış. Yarım saatte tamamlayabileceğiniz ada turunuzda, manzaraya nazır keyif yapmak için 115 metre rakımdaki Çınar Tepesi’ni, ondan 5 metre daha aşağıda kalan Teşrifiye Tepesi’ni ve 93 metrelik Manastır Tepesi’ni tercih edebilirsiniz. Kınalıada’ya ilk olarak 19’uncu yüzyıl başlarında İstanbullu Ermeniler yerleşmiş.
Aya Yani Kilisesi
Deniz şart değil
Baharda doğanın canlanmasına şahit olmak isteyen ve kültür turizmi sevenlere de önerilerim var. Bolu’da Lotus (0374 237 10 90), Safranbolu’da Paçacıoğlu Bağ Evi (0370 712 36 19) ve Yeşil Çizme Doğa Evi (0538 442 52 11), Kastamonu’da İksir Resort Town (0366 616 10 16) ve Uğurlu Konakları (0366 212 82 02), Sivrihisar’da Türkay Konağı (0530 405 81 74) , Mardin’de Mardius Tarihi Konak (0482 212 46 46) ile Gaziantep’teki Hışvahan (0531 781 86 57) bölgelerinin hem dokusunu hem de mutfağını en iyi şekilde temsil ediyorlar.
Safranbolu
Konya’da Hich (0332 353 44 24) ve Eskişehir’de Omm Inn (0222 220 06 46) hep beğendiğim yerler. Kapadokya’nın zamansız güzelliği için Uçhisar’da Argos (0384 219 31 30), Ariana (0384 219 22 23), Petra Inn (0384 219 33 22) ve Rox (0384 219 24 06) ile Ürgüp’te Exedra (0384 343 24 25), Kayakapı (0384 341 88 77) ve Sacred House (0384 341 71 02) önerilerim arasında. Akdeniz’in saklı cenneti Kahramanmaraş’ın Başkonuş Yaylası da keşfedilecekler listenizde olsun. Endemik bitkiler, geyikler ve kuşlarla dolu yaylada 22 şık bungalovdan oluşan Orman Evleri, bir restoran, karavan-çadır kamp alanları var (0532 111 93 99).
Şehrin tarihi 3 bin yıldan daha eskiye dayanıyor. Antik Yunan döneminde en ihtişamlı çağlarını yaşayan Atina; Sokrates, Perikles ve Sofokles gibi düşünürlere ev sahipliği yapmış. 395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölününce, Bizans olarak adlandırılan Doğu Roma İmparatorluğu, Yunanistan’ı başkent İstanbul’dan yönetmeye başlamış. Şehir, Roma döneminde de imparatorların gözdesi olmuş. Özellikle İmparator Hadrian zamanında inşaat reformu yaşamış. Zeus Tapınağı ve su kemerleri Hadrian’ın himayesinde tamamlanmış. Onun şehri ziyaret etmesini kutlamak içinse MÖ 131 yılında Hadrian Kapısı yapılmış. Bu kapının bir benzeri aynı isimle Antalya Kaleiçi’nde de var.
1832’de Batı’nın büyük güçleri Bavyeralı Otto’yu Yunan kralı olarak başa geçirmişler ama Kuzey Yunanistan 1912’ye kadar Osmanlı’nın parçası olarak kalmış. Aslında Yunanlar Osmanlı’dan memnunmuş ama medeniyetin beşiği olmuş Eski Yunan uygarlığını canlandırmak isteyen Lord Byron isimli şairin dolduruşuna gelmişler! Atina’nın düzenli gelişimi 1920’lerde Türkiye’yle Yunanistan arasında yaşanan mübadeleye dek devam etmiş. Mübadeleyle Anadolu’dan Yunanistan’a göç eden 1 milyondan fazla Rum, ağırlıkla Atina çevresine yerleşince nüfus neredeyse iki katına çıkmış. 1940’larda Alman işgali sırasında bakımsız kalmış şehir. İşgal bitmiş ama bu sefer de iç savaş başlamış. 1950’lerde Atina plansız biçimde şehirleşmiş. 1970’lere gelindiğinde turizmin gelişmesi ve 1981’deki AB üyeliğiyle beraber ülkenin kaderi değişmiş.
Dünyanın en ünlülerinden
Şehrin simgesi olan yerden başlayalım turumuza. Atina’nın tam merkezinde ve 152 metreyle şehrin en yüksek noktasındaki Akropolis ‘yukarıda bulunan şehir’ demek Eski Yunancada. MÖ 530’da Akropolis’te Tanrıça Athena için büyük bir tapınak inşa edilmiş. O zamana dek savunma amaçlı kullanılan Akropolis kutsal bir yer halini almış. Pire’ye kadar tüm şehrin ayaklarınızın altına serildiği Akropolis’e doğru yürürken içinizde tanrıların huzuruna çıkacak gibi bir heyecan oluyor. Akropolis’in en büyük tapınağı Partenon, dünyanın en ünlü arkeolojik kalıntılarından biri.
MÖ 480’de Perslerin ele geçirmesiyle talan edilen Atina’da Akropolis de yıkımdan nasibini almış. Ancak daha sonra Perslerle varılan anlaşmayla 40 yıl içinde baştan aşağı yenilenmiş.
Partenon 1460’larda Osmanlı egemenliğinin başlamasıyla cami haline getirilmiş. 1687’de hemen yakınındaki Osmanlı cephaneliğinin bir bölümü, Venedik kuşatması sırasında atılan bir top mermisiyle patlayınca bina zarar görmüş. Partenon civarında Dionysos Tapınağı, Odeon ve Sokrat’ın hapsedildiği tepe var. Akropolis’te ayakta kalabilmiş son yapı Erehteyon. Halkın Athena ve Poseidon’a tek çatı altında tapınmasını sağlamışlar bu yapıyı inşa ederek.
Akropolis’teki diğer önemli eserse Athena Nike (Zafer) Tapınağı. İyon tarzı başlıkları olan bu bina MÖ 426-421 arasında yapılmış.
Atina, sokaklarında sürprizler saklıyor. Bazen bir yapıda, bazense bir ezgiyle bambaşka bir havaya sokuyor sizi. Ama önemli yerleri kaçırmamanız için işte birkaç öneri... Şehrin en bilineni, adı ‘Anayasa’ anlamına gelen Sintagma Meydanı. Buradaki Parlamento Binası’nın önünde ‘Meçhul Asker Anıtı’nı bekleyen Evzoni denilen askerlerin nöbet değişim törenleri ilgi çekici. Sintagma Meydanı’nın hemen yukarısında, lüks kafelerin ve ünlü markaların mağazalarının sıralandığı Kolonaki Meydanı var. Omonia Meydanı şehrin merkezi noktalarından bir diğeri. Venizelou Caddesi’nden Omonia’ya giderken sağ tarafta karşınıza muhteşem yapılar çıkıyor.
Yazılarımda hep İstanbul’a olan sevgimi ve hayranlığımı dile getiriyorum. Artık biliyorsunuz. Bu şehir hakkında 12 kitap yazdım. İçlerinde benim için en özel olanı 2019’da ilk baskısını yaptığımız ‘Kanatlarımda İstanbul’ oldu. Bu kitabı yazarken bana, Halit Bilen drone ile çektiği ve şehri bambaşka bir açıdan görmenizi sağlayan kareleri, Zeynep Şahin Tutuk ise eşyazar olarak masalsı kelimeleriyle eşlik etti. Sonuçta bir martının kanadına takılıp şehri izlediğiniz bir İstanbul masalı çıktı ortaya. Kitap o kadar beğenildi ki İngilizce ve Almancasını da hazırladık. Gelecek yıllarda daha fazla dile çevrilmesi kalbimin dileği. Ve bu kitabım genişletilmiş ve güncellenmiş içeriğiyle bu ay sonunda yeniden raflardaki yerini alacak. Bu sefer sadece koleksiyon niteliğinde sert kapakla değil, farklı boyutlarda basımı da yapılacak. Baharın kendini hatırlatmaya başladığı zamanlardan geçerken, bu hafta, kitaba eklediğimiz yeni bölümlerden ilk defa birkaç İstanbul’u yaşama noktası paylaşacağım sizinle. Umarım ‘Kanatlarımda İstanbul’un sayfaları size ilham verir.
Anadolukavağı’nda sahile sıralanmış yalılar...
Boğaz’daki güzellik
Kendinize hem tarih hem doğa dolu bir gün hediye etmek isterseniz eğer, Anadolukavağı ev sahipliği yapmaya hazır. Anadolukavağı’nın adını bir zamanlar burada yetişen kavak ağaçlarından aldığı düşünülüyor. ‘Kavak’ sözcüğü ‘kav’ kökünden türemiş, ‘kapamak, tutmak’ anlamına geliyor. Karadeniz’in Boğaz’la birleştiği yerdeki Anadolukavağı’nın isminin buradan gelmesi muhtemel. Bizanslılar bu kaleleri güçlendirip Karadeniz girişinde vergi noktası olarak kullanmışlar. Buraya gitmişken manzaranın ve lezzetli balıkların tadını çıkarmayı ihmal etmeyin.
18’inci yüzyıldan miras ve oymalarıyla dikkat çeken Cevriye Hatun Çeşmesi, ilk yapımı 1593’e kadar uzanan ama 20’nci yüzyılda yenilendiği için mimari özelliklerini yitiren Midilli Ali Reis Camisi ve Kızılay’ın kurucularından Sultan Abdülaziz’in başhekimi Marko Apostolidis’e ait Marko Paşa Köşkü ise Anadolukavağı’nda göreceğiniz eski yapılar arasında.
Hayatın sakinlikle aktığı meydandan uzaklaşıp gözünüzü yukarılara kaldırdığınızda Yoros Kalesi ile tanışacaksınız. Yoros adının, Yunanca ‘dağ’ anlamına gelen ‘oros’tan ya da ‘iyi rüzgârlar’ anlamına gelen ‘ourios’tan geldiği düşünülüyor. Efsaneye göre, Argonotlardan Jason, Altın Post’u bulup Karadeniz’in sonundaki Colchis’ten yani bugünkü Gürcistan’dan döndüğünde şükranlarını ifade etmek için her iki yere de sunak yaptırmış. Zamanla sunakları tapınaklar izlemiş. Denizciler Karadeniz’e açılmadan önce burada, Zeus Ourious’a adaklar adamışlar. Yoros Kalesi asırlar içinde birçok onarımdan geçmiş.
Kalede Bizans dönemine ait kitabeler var. Yoros Kalesi, II. Bayezid zamanında bir mahalleye dönüşmüş. Kale içine bir cami, çeşme ve hamam yapılmış. Evliya Çelebi’nin anılarında, kale içinde 200 kadar Müslüman hanenin olduğu yazıyor.
Kavağın komşusu Anadolufeneri biraz sessizlik, yavaşlık, salaşlık armağan ediyor ziyaretçilere. Gittiğinizde sizi şirin, küçük bir kasaba havası karşılayacak. Sokakları adımlayın. Yürüyüşünüzü kendi halindeki lokantalarda lezzetli bir yemekle taçlandırın. Bu şirin yere adını veren fener, gözetleme kalesinin içinde, küçük bir caminin yanında. İnşa tarihi 1769’a dayanıyor; 1856’da yenilenmiş. Deniz seviyesinden 75 metre yükseğe yapılan fenerin boyu 20 metre. Özellikle 3’üncü köprü manzarasıyla dikkat çeken Poyrazköy’e uğramayı da ihmal etmeyin.
Bir yanı Van Gölü’ne dayalı Ahlat, insanın başını döndürecek kadar tarih saklıyor bağrında. Evliya Çelebi’ye göre Oğuz boyunun yerleştiği ilçeye o zamanlarda tarihçiler Dâr-ı Büleh adını vermişler. Ahlat Urartu ve Osmanlı yerleşimi de Selçuklu Mezarlığı gibi Dünya Mirası Geçici Listesi’nde. Urartuların inşa ettiği kale, 1224’teki depremde büyük hasar görmüş. 1557’de Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan tarafından onarılan kalenin surları günümüzde oldukça sağlam. Tarihi çok eskilere dayanıyor bu ilçenin. Yuvadamı Köyü civarındaki nekropolde, MÖ 3000-1200 tarihlerine ait eşya ele geçirilmiş.
Taş, kümbet ve tümülüs
Buraya giderseniz önce Selçuklu Mezarlığı’nı gezmelisiniz. Belki de dünyanın en sanatsal ve abidevi mezarlıklarından biri. Çünkü her biri bir sanat eseri gibi ince ince işlenen taşlar hem farklı dönemler hakkında verdiği bilgiler hem de estetik değeriyle büyüleyici. En dikkat çekici yanı, Orhun Yazıtları ile bu mezar taşlarının yapısal olarak benzerliği. Orta Asya Türk geleneğinin Anadolu’ya taşındığının en önemli göstergesi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü tarafından mezar taşları üzerinde uzun zamandır çalışma yürütülüyor. Temizlenen taşların birçoğunun üzerindeki yazılar çözümlenmiş.
Mezar taşlarının yanı sıra burada yapılan çalışmalarda tümülüs benzeri mezar odalara da rastlanmış. Genellikle Orta Asya’da kullanılan ve halk arasında ‘akıt’ denilen bu mezarları defineciler tahrip etmiş. Her biri anıt niteliğinde olan Ahlat Kümbetleri de özel bir ilgiyi hak ediyor.
Türkler geçtikleri tüm yollara önemli kişiler için kümbetler yapmışlar. Kümbet mimarisi Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında doruğa çıkmış, bu nedenle kümbetlerin en güzel örneklerine İran’da rastlanıyor. Mirası devralan Anadolu Selçukluları da özellikle Kayseri, Konya, Sivas gibi şehirlerde İran’dakilerle boy ölçüşecek güzellikte örnekler inşa etmişler.
Süsleme sanatının en ince örneklerini taşıyan kümbetlerden değişik mimarisiyle göze çarpan Emir Bayındır Kümbeti’ni mutlaka görmenizi öneririm. 1481’de vefat eden Akkoyunlu Melik Bayındır için yaptırılan kümbet, diğerlerinden farklı mimarisi ve bezemeleriyle bir adım öne çıkanlardan.
Ahlat Selçuklu Mezarlığı’nda 12’nci ve 16’ncı yüzyıl arasında yapılmış 8 binin üzerinde taş (üstte) var. Selçuklu kümbetleri de taşlar kadar değerli, Emir Bayındır Kümbeti farklı mimarisiyle dikkat çekiyor.
Bir kadın için yaptırıldığından mıdır bilmem, ilçedeki örnekleri arasında en süslüsü Erzen Hatun Kümbeti. Karakoyunlu emiri, kızı için inşa ettirmiş bu harika yapıyı. Ahlat’ta bu kadar çok bezemenin, bu kadar zarif işçiliğin olduğu bir kümbet daha görmeniz mümkün değil. Bunların dışında diğer önerilerim: Sade üslubuyla dikkat çeken Keşiş Kümbeti, ilçenin en büyüğü olan Ulu Kümbet, onun daha küçük bir kopyası olarak inşa edilen ve bölgenin 2’nci büyüğü olan Hasan Padişah Kümbeti ile tek katlı Emir Ali Kümbeti.
Demokrasinin, yüzyıllardır birlik olmanın sembolü Olimpiyat Oyunları’nın, Batı felsefesinin ve edebiyatının doğduğu Yunanistan toprakları, tarihi ve mitolojisiyle Batı uygarlığının beşiği kabul ediliyor. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi pek çok ünlü felsefeci, tarihçi, biliminsanı ve matematikçi yetiştirmiş bir medeniyet. Günümüzde gelirinin can damarı turizm olan Yunanistan, tarihini de, doğasını da, kültürünü de turizm için seferber ediyor ve milyonlarca turisti bu topraklara çekmeyi başarıyor. İrili ufaklı birçok tatil beldesinin ve adanın sahibi Yunanistan’da lüks tatil seçenekleri yaygınlaşıyor. 14.000 kilometreyle dünyanın en uzun kıyılarına sahip olan ülkeler sıralamasında 11’inci sırada. Toplam 1.400 adasının 227’sinde yerleşim var.
Bu hafta, konforu tarihle ve doğayla buluşturan bu tatil noktalarından biri olan fakat adı fazla anılmayan bir yere, Mora Yarımadası’nın Mesinya Bölgesi’ne davet ediyorum sizi. Atina üzerinden karadan gitmeyi tercih edenlere önerim Korint Kanalı’nı mutlaka görmeleri. 1881-1893 yıllarında yapılan kanal, Ege ve Adriyatik denizlerini birbirine bağlayarak gemiyle seyahat edenler için güvenli bir rota oluşturulmasını sağlamış.
Bölgenin hikâyesi, ülkenin tarihi kadar eski. 4 bin 500 yıllık bir kültürel mirasa sahip Mora Yarımadası’nın İyon Denizi ile buluştuğu nokta, Mesinya Bölgesi stratejik konumuyla tarih boyu önemli bir yere sahip olmuş. Burası ortaçağda Haçlıların üslerinden biriymiş. Stratejik konum demek bizim coğrafyamızda kale demek, o yüzden bu bölge de inşa edilen kalelerden nasibini almış. Venediklilerin inşa ettiği Methoni Kalesi de bunlardan biri. İnşa edildiği dönemde ‘Venedik’in Gözü’ adı verilmiş kaleye. 13’üncü yüzyılda yapılan Methoni, Akdeniz’deki en büyük Venedik kalelerinden biri ve önemli bir ticaret noktası kabul edilmiş. Kayalık bir burun üzerindeki kaleye giden taş köprü bugün ayakta. Kalenin girişini Venedik’in meşhur sembolü Aziz Mark aslanı süslüyor. Kabartma rölyefler, amblemler ve yazıtlara özellikle dikkat etmenizi öneririm. Ana kapı Osmanlı döneminden kalma hamam kalıntılarının üzerinde. Kalenin güney ucunda konumlanan adacığın üzerindeki yapının, bölgede 1458’de başlayan Osmanlı hâkimiyeti süresince hapishane olarak kullanıldığı biliniyor.
Herkesin gözü üzerinde
Osmanlılar uzun yıllar akın yapmışlar Mora Yarımadası’na. Mora kıyılarında Venediklilerin elinde bulunan Modon, Koron, Lepanto (İnebahtı) ve Havarin kaleleri, 1449 ve 1450 yıllarında 2. Bayezid tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na katılmış. Mora’da son sözü Fatih Sultan Mehmet söylemiş ve 1458’de, yarımada tümüyle Osmanlı topraklarına dahil olmuş. Ama hikâye burada bitmiyor çünkü bu topraklar hep iktidar mücadelesinin önemli aktörlerinden biri olmuş. Önce 1699’daki Karlofça Antlaşması ile Mora Venediklilere bırakılmış. 1718’deki Pasarofça Antlaşması’yla yeniden Osmanlılara geçmiş. 1821’de bir kez daha başlayan ayaklanmalar sonrası Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım isteyen Osmanlı İmparatorluğu ayaklanmayı bastırmış. Ancak bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya, Mora’da bir Yunan prensliği kurulmasını isteyince ortalık yeniden karışmış. Osmanlıların bu dayatmaya karşı çıkışı Osmanlı donanmasının 1827’de Navarin’de yakılmasıyla sonuçlanmış. Bunun üzerine Edirne Antlaşması ile Mora ve kuzeyinde Yunan devletinin kuruluşu ilan edilmiş.
Meksika Körfezi’nin güneyinde, Karayipler’e doğru uzanan bu düzlük bölge tropikal iklimiyle her mevsim yazın sıcaklığını hissedeceğiniz bir yer. Beyaz kumsalları ve berrak deniziyle dünyanın her yerinden turistler için de bir çekim merkezi. Biz Mexico City’den 1.5 saatlik bir uçuşun ardından Merida’ya ulaştık. 450 yıl önce T’ho Antik Maya Kenti’nin üzerine kurulan bu şehirde listenize eklemeniz için size birkaç önerim olacak; 1561’de yapımına başlanan, Antik Maya tapınaklarından çıkan taşlardan yapılan Catedral San Ildefonso; 16’ncı yüzyıldan kalan ve günümüzde bir kültür merkezi olarak kullanılan Casa Montejo; şehrin merkezi Plaza Principal ve adını, şehri 1542’de kuran İspanyol fatihi Francisco de Montejo’dan alan, en ikonik binaların ve anıtların bulunduğu Paseo Montejo bölgeyi tanımaya başlamak için ideal adresler. Merida’yı çabucak gezip geride bırakıyoruz çünkü son yılların en popüler tatil destinasyonu var sırada...
Adeta bir Ibiza, Mikonos...
Tulum’un isminden 10 sene önce bahsetsek çoğumuzun aklına ya peynir, ya bir kıyafet ya da bir müzik aleti gelirdi. Oysa butik otelleri ve hareketli gece hayatıyla Tulum, Meksika’nın Ibiza’sı ya da Mikonos’u olmaya aday. Ama bu şehirde çok daha fazlası var. Aynı Antalya gibi zengin tarihinden çok sadece deniz, kum ve güneşiyle anılması bu şehre biraz haksızlık oluyor.
Geçen hafta yeni yaşımı kutlamak için tercih ettiğim adres Palandöken oldu. Daha önce defalarca ziyaret ettiğim kayak merkezi, her seferinde yenilenen yüzüyle beni şaşırtmaya devam ediyor. Ayrıca Erzurum’da kayak hocalarının deyişiyle ‘Sezon, martı çıkarıp nisandan da gün alıyor’. Tatilim boyunca iki ayrı oteli ve kayak pistlerini deneyimledim.
Palandöken’de 5.6 kilometre boyunca aydınlatılmış pist sayesinde gün battıktan sonra da kayak
yapabiliyorsunuz.
Palandöken kar kalitesi, pistleri, gece kayılabilmesi ve havaalanına yakınlığıyla dünyanın önde gelen kış turizmi bölgeleriyle yarışıyor. 16 yaşımdan beri kayak yapıyorum, mesleğim gereği Aspen, St. Moritz, Courchevel, Whistler gibi kayak sporunda yıldızlaşan neredeyse her yere gittim. Tüm samimiyetimle Palandöken’in en az onlar kadar iyi olduğunu söyleyebilirim. Hatta Amerikalı birkaç arkadaşım “Palandöken’in kıymetini bilmiyorsunuz” dedi. Kayak deneyimi yadsınamaz sevgili dostum Leyla Alaton da benimle birlikteydi. O da Palandöken’in Türkiye için bir hazine olduğunu düşünüyor. Bu noktada turizmde destinasyon yaratmanın önemini de vurgulamam gerek. Yurtdışında, havaalanıyla kayak merkezi genellikle uzaktır ve transfer ücretleri çok pahalıdır. Oysa İstanbul’dan iki saatlik bir uçak yolculuğuyla Erzurum’a indik, Palandöken’e varmanız 15 dakika.
Gece kayak keyfi
Palandöken’in 2.000 ile 3.176 metresi arasında konumlanan Uluslararası Kayak Federasyonu onaylı 24 pistte kar kalitesi yüksek. Pistlerin yüzde 80’lik kısmında yapay kar kullandıkları için sezon boyunca kar kalınlığıyla ilgili sorun yaşanmıyor. En yüksek noktası olan Ejder Tepesi 3.176 metre. En popüler kayak merkezlerinden Uludağ’ın zirvesinin sadece 2.543 metre olduğunu hatırlatmak isterim. Türkiye’nin en uzun (12 km) pistine sahip olan Palandöken’in diğer önemli özelliğiyse 5.6 kilometre boyunca aydınlatılmış pist sayesinde gün battıktan sonra da kayak keyfine devam edebilmeniz. Avrupa’daki çoğu pist saat 16.00 civarı kapanır, Palandöken 20.00’ye kadar açık.