24 Mayıs 2009
HAYAT korkanları affetmez! başlıklı yazımdan sonra mektuplar ve mesajlar, korkmadıklarını kanıtlamak için, imzalı gelmeye başladı. Bu bir gelişmedir. Memnun oldum. Bu arada sitem dolu mektuplar alıyorum. Hayat boyu çok ezildikleri için her şeyden korktuklarını ifade edenler, onların durumlarını anlamadığımı söylüyor.
"İşimi kaybetmemi istiyorsanız kimliğimi açıklayın" diyerek adını ve adresini veren bir öğretmen okurumun mektubu, insanlarımızın içinde bulunduğu korku ve eziklik psikolojisi hakkında yeteri kadar bilgi veriyor. Şöyle diyor:
* * *
"Sayın Turan... Her zaman olduğu gibi yazılarınızı severek okuruz. Ancak ’Hayat Korkanları Affetmez’ başlıklı köşe yazınızdan sonra günler, haftalar boyu bunu düşündüm, üzüldüm.
’Korkanlar, bana yazmasın!’ mealindeki siteminizde haklı sayılmazsınız. Evet, korkuyoruz. Hayat, sizin pencerenizden kolay görünebilir. Ancak gerçek öyle değil!
Ben öğretmenim. Uzun yıllar bu mesleğin çilesini çektim, hálá da çekiyorum.
Yıllar boyu başımıza çok şey geldi. Sürgünler, işkenceler, aşağılanmalar, meslekten uzaklaştırmalar... Evet, bütün bunlar neden mi oldu? Fikir ve davranışlarımız egemen güçlerin hoşuna gitmediği için oldu. ’Peki, o halde neden susuyorsunuz?’ diyorsunuz.
Aslında susmuyoruz. Bu iktidardan da hiç memnun değiliz. Ülkemin birliğini sarstığı, milletimin bütünlüğünde gedikler açtığı için bu iktidardan hoşlanmıyoruz.
Dediğim gibi, pek çok kişi benimle aynı duygu içinde ama iktidarın hışmından korkmakta... Elbette korkunun ecele faydası yok, bunu biliyoruz. Dediğiniz gibi hayat korkanları affetmiyor. Ancak, başka bir ekonomik gücün yoksa bu güçsüzlük, bazı şeylere yutkunarak ses çıkarmanı engelliyor.
* * *
Evet, ben bir öğretmenim. Maaşımdan başka bir gelirim yok. Bir yaşlı anne, baba, iki çocuk ve bir eş... Meslekten uzaklaştırıldığım an ben ve elime bakan ailem sokakta, aç ve sefil kalacağız.
Açlık çekmenin, sokakta kalmanın ne olduğunu ancak yaşayan bilir. Ben bunu yaşadım. Geçmiş yıllarda iktidarın hışmına uğrayıp görevden alındım. Bir kış günü, kirasını ödeyemediğim için evden atıldık.
5 yaşındaki evladınız gözlerinizin önünde açlıktan eriyip giderken, ezile büzüle, bir fırından ekmek istemenin ne olduğunu bilen var mı? İşe başladığımda ücretini fazlasıyla öderim sözüne fırıncının ’Biz de o zaman ekmek veririz’ şeklindeki acımasız cevabının yarattığı yıkılışı yaşadınız mı? Ben yaşadım!
Elbette yürekli çıkışınız alkışlanacak bir tavır. Keşke sesimizi biz de sizler kadar yüksek çıkarabilsek... Keşke, iktidarın hışmına uğradığımız zaman aşsız, evsiz kalmasak da, her düşüncemizi korkusuzca haykırabilsek... Ancak, olmuyor, olmuyor! Biz de, sevdiğimiz sizin gibi yazarlara mektuplar yazıyor, kahrolası bu korku yüzünden de adımızı, imzamızı saklamak durumunda kalıyoruz.
Sadece kendimiz olsaydık, inanın bu kadar korkmazdık. Yeri gelir aç yatar, yeri gelir ot yerdik. Ancak, bebekler bunu yapamıyor. Bu yüzden, elimiz kolumuz bağlanıyor."
* * *
Demokratik olduğu, düşünce özgürlüğü içinde halkın mutlu yaşadığı iddia edilen ülkemizde ıstırap çeken bir öğretmeninin haykırışları bunlar. Aslında yıllardır insanlarımızı bu duruma getiren sistemi yaratanlar utanmalı, ama utanmaları var mı ki?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
21 Mayıs 2009
22 yıl aradan sonra yeniden "Kırat’ın süvarisi" olan Hüsamettin Cindoruk’a tereddütle bakanlar var. Neden? "Hüsamettin Bey, Demokrat Parti Genel Başkanı oldu ama 76 yaşından sonra siyaset mücadelesi yapabilir mi?" diyorlar. Ben aynı görüşte değilim.
Politik hayatında her unvana doymuş olan Cindoruk’un aktif siyasete dönmesi önemli bir fedakárlıktır.
Tanıdığım Cindoruk, lekesiz bir siyasetçidir. 76 yaşındadır ama ruhu genç, beyni ve fikirleri genç, idealleri genç bir kişidir. Siyaset hayatında hep tutarlı bir çizgi izlemiştir. Önceki gün on binlerce kişinin sevgi seliyle toprağa verilen Prof. Dr. Türkán Saylan için söylediği şu sözler, onun kişiliğini net olarak gösteriyor:
"Türkán Hanım’ın Cumhuriyetçi kimliğine, eğitime katkısına ve Atatürk’ün izinde yürüttüğü inançlı davranışlarına saygı duyuyoruz. Üzüldüğüm, ümitsiz bir hastalık sürecinde böylesine seçkin bir insana yargının acımasız müdahalesidir. Adalet, insancıl hukuk çerçevesinde yürütülür. Hareket ve yaşam gücünü yitirdiği belli olan Türkán Saylan’a yapılanları hukuka yakışmayan saldırı olarak tanımlıyorum."
* * *
Cindoruk’un hedefi şimdi, merkez sağı birleştirmek!
Başarabilir mi? Binbir menfaatin çatıştığı, çeşitli oyunların döndüğü siyasette bu çok zor ama imkánsız değil! Cindoruk’un kadrosunda Ufuk Söylemez, Pınar Türenç, Hulusi Turgut ve onlar gibi pek çok genç siyasetçi de var.
Tecrübe ile gençlik birleşti mi, neler yapılmaz!
Cindoruk, Mevláná’nın bir sözünü hatırlatıyor: "Genç adam aynada bazı şeyleri göremez; bir yaşlı adam, bir tuğlada gerçekleri görebilir!"
* * *
Cindoruk, iktidar çevreleri tarafından "darbecilikle" suçlanıyor. Oysa tam tersine darbe mağdurudur o... Şöyle diyor:
"Darbelerin ideolojisi yok. Darbe bir felakettir. Ben siyasi hayatımda darbe yapan bir akıllıya rastlamadım. Birtakım maceraperestler Türkiye’yi darbeden darbeye sürüklediler. Bizleri de hapishanelere, Zincirbozan’a götürdüler. Çok çektik ama pişman değilim. Milletime, halkıma, demokrasiye helal olsun."
Cindoruk, iktidar yandaşlarının saldırılarına anlam veremiyor:
"Şaşkınlıkla seyrediyorum. Bazı yayın organları bana ve Demirel’e ’darbeci’ diyorlar. Ben darbeci değil darbe yiyenim. Demirel de darbe mağdurudur. Demirel ve ben hep ’Yasaksız Türkiye, konuşan Türkiye’ dedik. Sadece ve sadece 300 köyde elektrik olan bir Türkiye’yi 34 bin köyde elektrik olan Türkiye haline getirdik. İşte başarı budur."
* * *
Cindoruk, üç konunun altını çiziyor:
1) 60 yıllık hukukçu olarak bu iktidar döneminde ’Yargı bağımsızdır’ diyemiyorum.
2) İster kayık, ister gemicik olsun, siyasetçiler mal edinmemeli. Bunlar, ’Milli Görüş’ gömleğini çıkarmış olsalar da, olmasalar da ’milli yolsuzluk’ gömleğini giymişlerdir.
3) Ben siyasetin tam merkezinde büyük buluşmayı gerçekleştireceğim. Temiz bir Türkiye istiyorum. AKP, aldığı yüzde 38 oyu hak etmiyor. Orada bizim oylarımız, bizim duygularımız da var. İnsanlarımızın kırgınlıkla verdiği oylar da var.
* * *
Cindoruk’un görüşleri böyle... İşin doğrusu, devraldığı parti bir enkaz! Her şeyi yeniden inşa etmek zorunda. Yapabilir mi? Daha önce de söyledim; çok zor fakat imkánsız değil!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
18 Mayıs 2009
HALEN Güneydoğu’da yüzbaşı olarak görev yaptığını belirten bir asker okurumdan her satırı acı dolu bir mektup aldım. "Kürt sorununda tarihi bir fırsat diye edebiyat yapılıp hain PKK’ya af hazırlığı tezgáhlanırken biz ölmeye devam ediyoruz" diyor ve ekliyor: "Vahşi dağlarda aylarca çatışmalara giriyor, vuruyor, vuruluyoruz. Birliğimize döndüğümüz vakit aynaya baktığımızda kendimizi tanıyamaz hale geliyoruz.
Eşim ve çocuklarım yanımda yok. Fakat yanıma gelmek için ısrar ediyorlar. Gelmelerini istemiyorum, çünkü güvenli bir bölgede bulunmuyoruz.
* * *
Okulların yarıyıl tatilinde dayanamadım ’Kısa bir süre için gelin’ dedim. Onlar gelmeden, oturduğum ev baskına uğrarsa ne olur, diye bir deneme yaptım. Duvarlar nasıl, sağlam mı, dayanıklı mı, ailemi korur mu?
Ateş ettim, duvarlar delindi! Mermi bir yandan girdi, öbür yandan çıktı! Basit bir piyade tüfeği mermisine dayanamayan bu duvarlar, daha ağır silahlarla yapılacak bir saldırıda ailemi nasıl korur?
Odaya yatakları serdim, etraflarına kum torbaları yerleştirdim.
Ailem geldiği vakit ’Burası senin, şurası bizim’ diye yer gösterirken onların gözlerine bakamadım. Hem korkuyor, hem de bana acıyor gibiydiler! Çocuklarım aylardır göremedikleri babaları ile iki hafta kaldıktan sonra dönecekler ama sonra ne olacak? Babalarının bu durumunu düşünürlerken, derslerinde nasıl başarılı olacaklar?
* * *
Yalnız benim değil, tüm silah arkadaşlarımın evleri de birer sığınak gibi kum torbalarıyla dolu. Bir baskın anında çocuklar kum torbalarından yapılan siperlere sığınacak.
İnanılmaz güçlükler içindeyiz. Dağlarda da, kentlerde de bizleri kan ve ölüm bekliyor. Yılmıyoruz ’Canımız bu vatana feda olsun’ diyoruz ama bazı olaylar moralimizi etkiliyor.
Mesela Kayseri Jandarma Alay Komutanı neden tutuklandı? Kimdi bu komutan?
Ben onu tanıyorum. Askerlik hayatının büyük bölümünü vatanın bütünlüğü için çarpışmakla geçirmiş, canı pahasına eşkıya ile savaşmış bir albay... O ve onun gibiler, doğal bir mezarlık olan tarlalardan çıkan, ne olduğu belirsiz, çoğu hayvan kemikleri nedeniyle tutuklanıyor. İhbarı kim yapıyor? PKK itirafçıları! Kendi yaptıklarını başkalarına yüklüyorlar!
Peki, fedakárca görev yapan bizler bundan sonra PKK’lı canilere ateş etmeyelim mi? Onların bizi öldürmelerini mi bekleyelim? Yurdu savunmayalım mı?
* * *
İtirafçılara bir bakın! Hepsi PKK’lı... Hepsinin eli kanlı! Sen onlara inanırsan, senin kahramanların küsmez mi?
İtirafçıların gerçek kimlikleri nedir? Bir karakol basılıyor, çatışma sabaha kadar sürüyor, şehitler veriliyor. Gün ağarırken teröristler kaçıyor, leşleri kalıyor. Leşin biri, askeri birliğe malzeme satan bir esnaf... Geceleri terörist oluyormuş! Üzerinde birliğin planı var. Nöbet kuleleri dahil tüm ayrıntılar işaretli. Herkes şaşırıyor. Bunlar hain kişiler!
Çatışmalarda vurulmayıp sağ olarak ele geçirilenler, affedilmek ya da az ceza görmek için ’itirafçı’ oluyor. Sonra bizler tutuklanıyoruz! Söyler misiniz, hiçbirimizde moral kalır mı?
PKK’yı affedecek olanlar için şu tek kelimeyi söyleyebiliriz: Hainler!
Bunları size, gerçeklerin bilinmesi için yazdım. Bizim maddi ve manevi sancılarımızın dinmesi söz konusu değil. Yaralı ruhlarımızın acısı devam edecek! Saygılarımla."
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
17 Mayıs 2009
BESİM Tibuk’u Liberal Parti Genel Başkanı olduğu günlerde tanıdım. Net Holding Yönetim Kurulu Başkanı olarak önemli başarılara imza attıktan sonra siyaset hayatına atılmıştı. Partisi seçimlerde çok düşük oranda oy alınca siyasete küstü, istifa etti, bir kenara çekildi. Oysa ufku geniş, nitelikli bir adamdı. Meclis’e girebilse, Türk siyaseti ondan çok faydalanacaktı, olmadı. Besim Tibuk’un şirketi Net Holding’in Bodrum’da, Güllük ile Güvercinlik arasında 10 milyon metrekarelik bir arazisi vardı. Tibuk orada Türkiye ve Avrupa’nın en büyük projelerinden birini gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Arazinin denetimi ve yönetimi için Can Pulak’ı görevlendirmişti.
Can Pulak, benim çok eski bir arkadaşımdır. Günaydın Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptığım dönemde Can Pulak Ankara temsilcimizdi. Çok başarılı bir gazeteciydi. Daha sonraki yıllarda Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın basın müşavirliğini yaptı, gazeteciliği iyi bildiği için büyük başarı kazandı.
Son olarak gördüğümde, "Bizim Bodrum’daki araziyi Ağaoğlu Grubu aldı. Ben aynı göreve devam ediyorum. Çok iyi şeyler yapacağız" dedi.
* * *
Şimdi Ağaoğlu Grubu, Bodrum yakınlarında yeni bir Bodrum yaratmaya çalışıyor. 10 milyon metrekarelik arazide Avrupa’nın sayılı projelerinden biri gerçekleştirilecek.
Sadece villa yapılmıyor, bir turizm şehri kuruluyor. 12 ay yaşanabilecek yeni bir Bodrum inşa ediliyor. Türkiye’ye 8-10 milyar dolar döviz getirecek bir proje bu. 2008’de başlanan inşaatların yapımı, Anıtlar Kurulu ile ilgili bir problem yaşanması nedeniyle 2010-2011 yılına ertelenmiş durumda.
Ağaoğlu Grubu’nun patronu Ali Ağaoğlu ilginç bir işadamı. Üniversite mezunu değil, hatta lise mezunu bile değil. Liseyi son sınıfta terk etmiş. Fakat hayatın içinden yetişmiş, hayat okulunda doktora yapmış. Bir de Karadenizli olunca Allah ona "Yürü ya kulum" demiş. Para ve üne kavuşmuş. Şimdi Türkiye’nin büyük işadamlarından biri. Ali Ağaoğlu, şu kriz döneminde bile işçi alarak krizi yenmenin zevkini çıkarmaya çalışıyor. Birçok yerde inşaatlar yapıyor, şirketlerinde 10 bin kişi çalıştırıyor.
* * *
"Türkiye ülkemiz. Ülkemiz varsa biz varız, ülkemiz olmazsa ne yaparız?" diyen Ali Ağaoğlu’nun, gençlere öğütleri var. Diyor ki:
Gençlerimizin çok çalışmaları gerekiyor. Oysa şimdi gençlere bakıyorum, iyi yetişiyorlar, iyi eğitim alıyorlar ama hedefleri yok. İşe en tepeden başlamak istiyorlar.
Ben şantiyede kazma kürek çalıştığımı bilirim. Ama bugün bir çocuk, bir üniversiteden mezun oluyor; istiyor ki, hemen gelip müdür koltuğuna otursun.
Mutfaktan, alttan başlayıp tırmanarak yukarı doğru çıkmaları, yılmamaları lazım.
Ben bugün sabaha karşı 5’te yatar, 7’de kalkar, 8’de işimin başında olurum.
Gençlerin çok çalışmaları, güven vermeleri, dürüst çalışmaları, sözlerinin her zaman arkasında olmaları gerekiyor.
Gençlerimizin çoğu mühendis, mimar çıkıyor, istiyorlar ki en tepeden başlayalım. Alttan başlayıp yukarı çıkma isteği yok.
Aşırı sabırsızlar. Bir şeylerin çabuk olmasını istiyorlar. Bu işin sırrı, sabır ve şanstır.
Sabredip, istikrarlı olmak, güven vermek ve bir hedef koymak gerek. Hedefe kısa yoldan ve tepeden ulaşma isteği yanlıştır ama bizim gençler bu yanlışı hep yapıyor.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
14 Mayıs 2009
SEVGİLİ okurlar... Ermeniler 94 yıl önce de bugünkü gibi, dünyayı olmamış bir soykırıma inandırmaya çalışıyordu. 1915’te zorunlu olarak uygulanan Ermeni sürgününden sonra Anadolu’da "Ermeni kıyımlarının" devam ettiği iddiaları kasıtlı olarak yabancı basında yer alıyor, Türk insanının kurtuluş mücadelesi baltalanmak isteniyordu. 7 Mart 1920 günü, Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstanbul’daki İtilaf Kuvvetleri delegeleri ile Amiral Bristol’a gönderdiği yalanlama telgrafı ilginçtir.
Bu telgrafı, bugün 93 yaşında olan değerli yazar İsmet Bozdağ, 16 Ağustos 1980’de 3’üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la yaptığı bir mülakat sırasında onun özel arşivinden aldığını açıkladı. "Mustafa Kemal" imzalı telgraf şöyle:
* * *
"1) Mondros Mütarekesi’nin imzasından beri, kesin barışın yapılmasını bekleyen milletimiz, ülkenin elde kalan kısımlarının, çeşitli bahanelerle İtilaf Devletleri tarafından işgalini görmekle acı duymaktadır.
Bu durumun, barış konferansının haktanır kararı ile değiştirileceğini umut ediyorduk. Fakat kendi çıkarları için olumsuz akımlar yaratmayı iş edinenler ’Anadolu’da yeniden 20 bin Ermeni’nin öldürüldüğü’ şeklinde çok ilginç ve kesinlikle gerçek dışı haberler uydurdu.
Bütün Anadolu’da, İtilaf Devletleri’nin ve Amerikan hükümetinin iyi haber alma kaynakları bulunduğu için, bu haberlere inanmayacağını ummuştuk. Fakat bugün, önemli yabancıların da bu yalan haberlere inandıklarını ve ülkemiz bakımından hayati bir mesele saydığımız barış anlaşmasının geri bırakılacağını üzüntü ile duyuyoruz.
* * *
2) Maraş, Urfa ve dolaylarındaki çarpışmalar sırasında Türklerden, Fransızlardan ve Fransız askeri arasında bulunan Ermenilerden kayıplar verildiği, herkesçe bilinmektedir.
Ancak bu, Ermeni kıyımı değil, dışarıdan getirilen ve silahlandırılan Ermeni askerlerinin İslam halkına hırsla saldırıları sonucu, yerli halkın coşarak karşı koymaya başlaması ile meydana gelen çatışmanın tabii sonucudur. Şunu da eklemek gerekir ki, işgal kuvvetlerine komuta eden kişiler, Ermenileri silahlandırarak görevlendirmese ve yerli halka adalet ve eşitlikle davranılsaydı, birçok insanın kaybını doğuran üzüntü verici çarpışmalar olmayacaktı.
* * *
3) Bu uydurma Ermeni kıyımı meselesinin de milletlerarası bir yüce kurul eli ile yerinde incelenmesi ve tüm dünyayı aldatmak için yaratılan bu kin ve hırs ürünü propagandaların niteliği hakkında, uygarlık ve insanlık dünyasının bir kere daha aydınlatılması ve bu suretle haksızlığa uğramış Türk milletinin, iğrenç ve alçakça bir suçlamadan arındırılması için, İtilaf Devletleri ve Amerika hükümetine, bir kere daha başvuruyoruz." Mustafa Kemal (7/3/1920)
* * *
Atatürk, Ermeni iddialarının asılsız olduğunu böyle anlatmış ve çirkin saldırıları geri püskürtmüştü.
Daha sonraki yıllarda aynı sorun pişirilip pişirilip defalarca önümüze sürüldü ve olaylarla hiçbir ilgisi olmayan Türkiye Cumhuriyeti soykırımla suçlandı! Şimdi durum kritik bir safhaya girdi. Bugün, Ermeni açılımı yapan iktidar, Ermenistan’ı destekleyen ABD’ye şirin görünmek için suçlamaları kabul eder bir tavra bürünürse, Türk ulusuna karşı en büyük, en korkunç haksızlığı yapmış olur!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
11 Mayıs 2009
ŞU Amerika, nereye el attıysa berbat etti, kan ve ölüm getirdi. Amerika’nın, dünyanın her yerinde askeri güç kullanma stratejisi hem kendisine, hem de işgal ettiği ülkelere büyük zararlar verdi. Irak bir cehennem halinde... Afganistan da ondan farklı değil! Amerikan uçaklarının hafta içindeki hava saldırısında 147 sivil can verdi.
Afganistan’ın, NATO adı altında Amerika tarafından işgali 7’nci yılını dolduruyor.
Bu işgalde Amerikan kuvvetlerine destek sağlayan Pakistan’ın başı büyük derde girdi!
Türkiye’nin kadim dostu Pakistan artık kanlı bir savaşın dehşeti içinde!
* * *
Pakistan’ın Afganistan sınırındaki Svat Vadisi halkı, Taliban’ın etkisi altında kaldı, şeriat ile yönetilmek istedi. Pakistan hükümeti o bölgede şeriat yönetimine razı oldu, anlaşma yapıldı ama Amerikan uçaklarının vadiyi bombalamasıyla bu anlaşma bozuldu.
Şeriatçı Taliban kuvvetleri Pakistan ordusuyla çatıştı ve kazandı.
Svat Vadisi bir kan ırmağına dönünce milyonlarca insan bölgeden göç etmeye başladı.
Tabiat harikası bir bölge olan o yeşil vadide, dağlarda, ovalarda şimdi bombalar patlıyor ve galip Taliban kuvvetleri başkent İslamabad’a yürüyor.
* * *
Pakistan’ın nüfusu 170 milyon... Ülkede din birinci planda... 50 milyon Sünni Müslüman, 120 milyon da Şii ve diğer mezheplerden insan var. Bu durum, dünyanın ikinci büyük ordusu olan Pakistan ordusunun birlik ve bütünlüğünü bozuyor.
Öldürülen Benazir Butto’nun kocası Zerdari’nin kurduğu hükümet, ülkedeki aşiretlere, tarikatlara ve orduya hákim olamadı, Taliban kuvvetleri saldırılarının şiddetini artırdı.
Bu durum Washington’un paçasını tutuşturmuşa benziyor.
* * *
Dünyaya barış getireceğini iddia eden Başkan Obama’nın, Pakistan savaşı için Amerikan Kongresi’nden milyarlarca dolar yeni bir ödenek istemesi tam bir çelişki!
Amerika’nın Merkez Kuvvetleri Komutanı General Petraesus’un, Zerdari iktidarının iki hafta içinde yıkılacağını ve ülkeye Taliban’ın hákim olacağını söylemesi Obama’yı endişelendirmiş olmalı...
Hiç kimse kendini aldatmasın! ABD barış değil, dünya egemenliği istiyor!
Amerika’nın sahip olduğu üstün silah gücü, nitelikli insanlarının çokluğu ve diğer imkánları, bütün dünya devletlerinin kat kat üstünde...
* * *
İkinci Dünya Savaşı’nadan sonra dünyayı kana bulayan hep Amerika oldu.
1945-1946’da Çin’de, 1950-1953’te Kore’de, 1954’te Guatemala’da, 1958’de Endonezya’da, 1959-1960’da Küba’da, 1964’te Kongo’da, 1965’te Peru’da, 1964-1973’te Laos’ta, 1961-1973’te Vietnam’da, 1969-1970’te Kamboçya’da, 1983’te Granada’da, 1986’da Libya’da, 1980’de El Salvador’da, 1980’de Nikaragua’da, 1989’da Panama’da, 1991’de Irak’ta, 1998’de Sudan’da, 1999’da Yugoslavya’da, 2001’de Afganistan’da, 2003’te Irak’ta savaştı. Afganistan ve Irak savaşları hálá devam ediyor.
* * *
İşte barışsever Amerika!
"Demokrasi getireceğim" dediği Somali, Irak ve Afganistan’ı tamamen şeriatçıların kucağına iten Amerika, şimdi de Pakistan’ı kaybetmek üzere!
Pakistan iç çatışmalarla bölündü, bölünecek!
Kan dökülüyor, insanlar öldürülüyor, kadınların kara çarşaflara bürünmesi isteniyor, başı açık kadınlar taşlanıyor. Yasaklar dalga dalga ülkeyi sarıyor. Çağdaş yaşamdan umudunu kesen uygar Pakistanlılar başka ülkelere kaçıyorlar!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
10 Mayıs 2009
DAHA iyi, daha çağdaş bir yaşam için mücadele eden Benazir Butto’nun ülkesi Pakistan alevler içinde. Benazir, ülkesinde uygar bir toplum yaratmak istiyordu, bomba ile öldürüldü (27 Aralık 2007). Aradan bir buçuk yıl geçti. Şimdi Pakistan’da kanlı bir iç savaş yaşanıyor. Svat bölgesini ele geçiren köktendinci Taliban yönetimi, orada şeriat ilan etti.
Radyo yasak, televizyon yasak, gazete yasak, müzik ve her türlü eğlence yasak!
Kadınların sımsıkı örtünmeleri ve erkeklerin sakal bırakmaları ise mecburi!
Taliban kuvvetleri, ülkede uygarlık adına ne varsa yakıp yıkarak başkent İslamabad’a doğru yürüyor. Köktendincilerin hedefi, bütün Pakistan’ı şeriat devleti yapmak!
* * *
Demokrasinin yolunu kapatan bir oluşum olan dincilik, halkın bilincini körletiyor.
Pakistan’ın aydınlık yüzü Benazir Butto’nun planlı bir suikastla vahşice öldürülüşü ülkede tüm dengeleri bozdu, iç ve dış güçler el ele vererek Pakistan’ı cehenneme çevirdi!
Benazir, kadınların tepeden tırnağa kapanmasını istemiyor, onların öcü gibi giyinmelerine karşı çıkarak ülkesini uygar bir hale getirmek istiyordu.
Benazir, karanlığa meydan okuyan bir kadındı, karanlıklar onu aldı götürdü...
Meslektaşımız Nur Batur, Benazir Butto ile 1989 yılında tanışmıştı. 35 yaşındaki Benazir, İslam dünyasının ilk kadın başbakanı idi.
Nur Batur ile Benazir’in son buluşmaları Dubai’de oldu. 8 yıllık sürgün hayatının ardından Pakistan’a dönmeye hazırlanan Benazir, her zamanki gibi çok cesurdu. Pakistan’ın kaderi olan karanlığa meydan okuyor, "Uygar bir toplum yaratmalıyız" diye haykırıyordu.
İslam dünyasının kadın lideri, korkusuzdu; "İslamiyet’te kadınların kapanması diye bir emir yok. Allah tepeden tırnağa kapanmamızı emretmiyor" diyordu.
Nur Batur, "Öldürülmekten korkmuyor musunuz?" diye sordu. "Zamanı gelir doğarız, zamanı gelir ölürüz. Vakit dolunca ölüm gelecek" diye cevap veren 54 yaşındaki Benazir, Pakistan’a dönüp 3’üncü kez başbakan olmayı hedefliyordu.
Din özgürlüğü adına kadınların örtünmeye zorlandığı bir dünyada Benazir korkusuzca konuşuyor; "İslam’ı herkesle tartışmaya hazırım. İslam, hiçbir yerde kadınların kapanmasını emretmiyor. Hz. Peygamber, en iyi peçenin gözlerdeki peçe olduğunu söyler" diyerek tabuları kırmaya çalışıyordu.
* * *
27 Aralık 2007... Öğleden sonra... Rawalpindi... Liyakat Bagh Meydanı... O gün tarihi meydan tıka basa doluydu. Özellikle kadınlar "Jiye Benazir! Veziri Azam Benazir!" diye bağırıyordu. Seçimlere 11 gün kalmıştı. Benazir’in meydana giren cipinin etrafı mahşer yeri gibiydi. Şoför ilerleyemiyordu.
İşte o anda arka arkaya üç el silah sesi duyuldu. İlk kurşun Benazir’in boynuna saplandı... İkinci kurşun ise yüzüne... Benazir aracın içine düştü.
Aynı anda kalabalığı yaran bir motosikletli hızla Benazir’in aracına çarptı. Motosikletli adam beline bombalar sarmıştı. O bir intihar komandosuydu... Patlamada 30 kişi paramparça oldu.
Müslüman dünyasının çağdaş kadın liderini dinciler böyle yok etmişlerdi.
Nur Batur bir gazeteci olarak, böylesine cesur bir kadın liderin sözlerinin uçup gitmemesi gerektiğine inandığı için "BENAZİR - Benazir Bhutto’nun Bitmeyen Hikáyesi" kitabını yazdı, Doğan Kitap bastı. Kalemine sağlık.
YARIN: Pakistan’ın dramı!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
7 Mayıs 2009
BİRÇOK okurum yana yakıla anlatıyor: "Teğet meğet derken bizim dünyamız karardı!"<br><br>Kararır tabii... Kriz size değil, ballı koltuklara oturanların yakınlarına teğet geçiyor. İşleri tıkırında olan iktidar yandaşlarının keyifleri gıcır! Onları sıyırıp geçen küresel krizin hançeri, sade vatandaşların böğrüne saplanmış durumda!
Başbakanlığa, üç tane özel uçak yetmiyormuş gibi bir dördüncüsü alındı... Gulfstream 500 için ödenen para 60 milyon dolar... Helal olsun! Oysa, zengin bir ülke olan İngiltere’nin Başbakanı Gordon Brown’un bir kiralık uçağı bile yok. Gezilere tarifeli uçakla gidiyor zavallı!
* * *
İyimser olmak güzel şeydir.
Umut olmasa insanın hayatı cehenneme dönerdi.
Fakat... İyimserlikle hayalciliği birbirine karıştırdınız mı, gerçeklerden uzaklaşıp bulutlar üzerinde uçar ya da bir masal dünyasında, hayaller içinde yaşarsınız.
Hayaller bittiği vakit hangi dipsiz çukura düşeceğiniz belli değildir.
Başbakan’ı dinlerken her defasında insanlarımızın "İnşallahla, maşallahla" avutulmaya devam edildiğini düşünüyorum.
Rakamlar, Başbakan’ı tekzip ediyor, ortalık işsizlikten kırılıyor.
TÜİK’in resmi rakamlarına göre halen Türkiye’de 3 milyon 650 bin işsiz var.
Bu yıl ekonominin yüzde 3.6 küçüleceği hesaplandı. Hedef tutsa bile durum iyi değil! Bu, eski işsizlere yaklaşık 360 bin yeni işsizin daha eklenmesi anlamına geliyor.
Çalışma çağına gelip de iş bulamayanların, iş bulmaktan umutlarını kesip de iş aramayanların, iflas ederek kepenk kapatanların ve borç batağına saplananların halini ise siz tahmin edin!
* * *
Ülkede tuzu kuru olduğu halde ağlayıp sızlayanlar da var tabii. Bunların sayıları (Meclis’te kendi maaşlarına zam yapmak için sürekli fırsat kollayan bir kısım parlamenter başta olmak üzere) küçümsenmeyecek kadar çok!
Bazı hikáyeler vardır ki, günlük hayata, yaşanan olaylara, politikaya filan pek uyar.
Bir çift öküz, toprak yolda, tepesine kadar yüklü bir arabayı ağır ağır çekiyormuş. Tekerleğin her dönüşünde dingiller, kulakları tırmalayan bir ses çıkarınca, bu gıcırtıya dayanamayan arabacı gürlemiş: "Ulan araba! Ulan yüzsüz! Yükü çeken öküzler hiç seslerini çıkarmazken, sen ne diye utanmadan ağlıyorsun?"
Hikáyedeki gibi, ülkede en çok şikáyet edenler, en az iş yapanlar...
* * *
Son zamanlarda, PKK’nın Meclis’teki sözcüleri olan bir kısım parlamenterin sesi iyice yükseldi. Bunlar bağırıp çağırıyor, "PKK dağa silah bırakmak için çıkmadı" diyor, Apo’ya özgürlük istiyor, tehdide varan sözlerle akılları sıra devlete gözdağı vermeye çalışıyorlar.
Bu arada gencecik vatan evlatları, bunların desteklediği hain teröristler tarafından kalleşçe şehit edilip duruyor.
İşte size bir hikáye! Bir eşek, bir aslan postu bulup sırtına geçirmiş. Sonra da bu kılık değiştirmiş haliyle, önüne çıkan hayvanları korkutmaya çalışmış.
Tilki, kendisini ürkütmek isteyen eşeğe kahkahayla gülerek demiş ki:
"Ey eşek! Eğer beni gerçekten korkutmak istiyorsan, sesini de değiştirmen gerek!"
Bölücülerin de, kılık değiştirseler bile, ağızlarını açar açmaz ne mal oldukları hemen anlaşılıyor!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)