11 Haziran 2009
BİLİNMEYEN şeyler insanlara daima korku verir. Son zamanlarda öyle garip işler oldu ki, bir korku toplumu haline getirildik. Adeta bir korku imparatorluğu yarattılar. İnsanlarımız gölgelerinden korkar hale geldi. Telefonda konuşurken bile korkanlar var!
Peki, korku nedir? Korkaklıktan kurtulmak mümkün müdür? Korkunun sonu olur mu?
Gelecekteki muhtemel tehlikeyi hissedenler, bacaklarıyla düşünmeye başladı.
* * *
Bir Hint masalına göre:
Kedi korkusundan endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye döndürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar.
Büyücü bu kez onu bir kaplana döndürür. Kaplan olan fare sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar.
Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkán yok. Onu eski haline döndürür ve der ki:
"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var! O yüzden sana yardım edemem!"
Korkak olanlara gölgeleri bile düşmandır!
* * *
Büyük yazar Shakespeare, "Korkmak" konusunda şöyle diyor:
"İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor."
"Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için."
"Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için."
"Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için." "Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için."
"Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için!"
Korku, bilgisizlikten doğar.
Korku, gelecek bir kötülüğü beklemektir.
Hayattan bıkıp ölümü istemek bile korkakların işidir.
Bir şeyin haklı olduğunu bildiği halde, o şeyden yana çıkmayan korkak demektir. Kaybedeceğinizi düşünüyorsanız, çoktan kaybetmişsinizdir. Her şey insanın kafasında biter.
Yükselmek için yüksek düşünmelisiniz, hedefleriniz büyük olmalı.
Yaşam savaşını kazanan, her zaman en güçlü ya da en hızlı olan değildir. Uzun zaman yaşamak için değil, doğru yaşamak için çalışmalıyız.
Ümidini yitirmiş olan toplumların, kaybedecek daha değerli şeyi yoktur!
* * *
Pek çok kimse, kaçmaktan korktuğu için cesur zannedilmiştir.
Hayatınızın biteceğinden korkacağınıza, hiç başlamadığını düşünün. Bu, insana teselli verir. Hayatın kötü günleri de olmalı ki, insan dayanıklılığını, cesaretini gösterebilsin.
Cesareti olmayan insanların da, toplumların da başarısı söz konusu olamaz! İyi ve doğru şeyler yaptığınız, insanları sevdiğiniz vakit yaşam öyle güzeldir ki...
Büyük kafaların büyük hedefleri vardır. Küçük kafaların ise sadece arzuları. Küçük kafalar talihsizliklere boyun eğerler, büyük kafalar ise talihsizliklerin üstünde yükselirler.
Cesaret hiç korkmamak değil, korkuya rağmen bir şeyler yapabilmektir.
Cesur olmak, korkuya direnmek ve korkuyu yenmek demektir. Korkusuzluk değildir.
Bugün ulusça içinde bulunduğumuz ağır şartlardan cesur olarak, iç ve dış her türlü baskıya cesaretle göğüs gererek kurtulabiliriz. Korkak olana Tanrı bile yardım etmez!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
8 Haziran 2009
İLERİKİ yıllarda, mesela 50 yıl sonra, 2059 yılında... Torunlarımız nasıl bakacak "bugünün Türkiyesi"ne? Bilgisayar, yıllar önce hayatımıza girdi. 50 yıl sonra daha da gelişecek ve her bilgiyi bir-iki dokunuşla önümüze getirecek.
Yakın tarihimizle ilgili bir inceleme yapmak isteyen bir genç, bilgisayarın karşısına geçecek, tuşlara basacak, 2009 yılının olayları iki saniye sonra önüne gelecek.
50 yıl öncesine ait bilgiler ekranda bir ırmak gibi şöyle akmaya başlayacak:
* * *
"Ülke insanları sefaletle boğuşuyor, ödenemez hale gelen kredi kartı borçları yüzünden intiharlar artıyordu ama başbakan halkın parasız olmadığını iddia ederek ’Vatandaşın cebinde para var!’ diyordu. Aynı başbakan, partisine ’AK’ demeyenleri edepsizlikle suçluyordu."
"Ekonomik kriz herkesin belini büküyor, halk, zamlar ve vergiler altında eziliyordu."
"Teröristbaşı Apo, cezaevinden çetesini yönetiyor, kan akıtmaya devam ediyordu."
"Ülke suçlular cenneti gibiydi. Rahşan affı, 10 yıl sonra bile can yakmaya devam ediyordu."
"İktidar, muhalifleri susturmak için baskı yapıyor, ağır vergi cezaları kesiyordu."
"Her yıl on binlerce genç, üniversitelere giremedikleri için heba oluyordu."
"Evler sabaha karşı basılıyor, emekli generaller, profesörler, doçentler, gazeteciler, yazarlar gözaltına alınıyordu. Cezaevinden kiminin cesedi çıkıyor, kimi de sağlığı bozularak hastaneye kaldırılıyordu."
* * *
Bilgisayarda bunları okuyan gencin gözleri fal taşı gibi açılacak ve şaşkınlık içinde:
"Allah Allah! Ne garip şeyler olmuş ülkemizde?" diye mırıldanacak.
Sonra bilgisayarın tuşlarına basmaya devam edecek, ekranda yeni bilgiler belirecek:
"Türban yüzünden olaylar çıkıyordu. Yarım metrelik bir bez, ülkeyi ikiye bölmüştü."
"Başbakan ’Vatandaşın cebinde para var’ demesine rağmen işçiler, memurlar, sefalet maaşıyla yaşıyorlardı. İnsanlar sokaklarda protesto yürüyüşleri yapıyordu."
"Anadolu illerinde, lokantalarda içki servisi yapılmıyordu."
"Ülke büyük sıkıntılar içindeyken, başbakana 60 milyon dolarlık yeni bir uçak daha alınıyordu."
"Gazeteciler tutuklanıyor, bazı gazeteciler suikasta kurban gidiyor, sonra da ’Ülkede basın özgürlüğü var’ deniliyordu."
"Vatandaşın, rahat bir soluk almaya, geleceğe umutla bakmaya hakkı yoktu."
"’Ülkenin bu halinden bıkkınlık duyuyoruz. Mutsuzuz. İnanın bırakıp kaçmak istiyoruz. İmkánımız olsa gidip başka bir ülkede yaşarız!’ diyenlerin sayısı artıyordu."
"Yabancı işbirlikçileri ’Toprak da neymiş? Güneydoğu’yu da, Kıbrıs’ı da verelim kurtulalım. Ermeni sınırını açalım, Sarkisyan’ı memnun edelim. Aksi halde, Avrupa ve Amerika ile aramız bozulacak!’ diyordu. Bu işbirlikçilerine entel liboşlar deniliyordu!"
"Vurgunlar artıyor, büyük çalanlar muteber insanlar olarak ortalıkta dolaşıyordu."
* * *
Evet... 50 yıl sonra 2009’ların Türkiyesi hakkında araştırma yapacak olan torunlarımız bilgisayarda bunları görerek:
"Vah zavallılar! Neler çekmişler, nelerle uğraşmışlar?" diye bizlere acıyacaklar!
O zamana kadar, "Dahili ve harici bedhahlar" ülkemizi parçalamazlarsa tabii...
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
7 Haziran 2009
VATANDAŞIN cebinde para olduğunu, ekonomik krizin teğet geçeceğini iddia eden Başbakan, aşağıda özetlediğim yazıyı mutlaka okumalı. Sadece bir örnek bu... Bir işadamının acı dolu pişmanlığı... Aynı durumda binlerce işadamı var.
CHP Milletvekili İlhan Kesici, "Hálá kimse işin vahametinin farkında değil!" diye dövünüyor. DSP Milletvekili Süleyman Yağız da "Beyefendi ülkeyi babasının çiftliği, milleti de kendisinin tebaası gibi görüyor" diyor.
Satışları dibe vuran, piyasadan alacaklarını tahsil edemeyen ve batmamak için çırpınan işadamının mektubundan bazı bölümler şöyle:
* * *
Üniversitede okuduğum, iki yabancı dil bildiğim için pişmanım.
Rüşvet almadığım ve rüşvet vermediğim için pişmanım.
Elime bol para geçtiği dönemlerde yurtdışına para kaçırmadığım için pişmanım.
İthalat yapıp bol kár elde edeceğim yerde, her şeyi Türkiye’de üretmeye çalıştığım için pişmanım.
Kendi bünyemde araştırma-geliştirmeye para harcadığım için pişmanım.
Türkiye’de iş kuracağıma, gençliğimde Almanya ya da Avustralya’ya göç edip yüksek maaşla çalışarak orada emekli olmadığıma pişmanım.
Daha pişman olduğum ve olacağım o kadar çok şey var ki, artık gelecekten hiçbir beklentim ve umudum kalmadı. Mevcut kadromu işsiz, ailelerini de aç bırakmamak için mücadeleye devam ediyorum ama daha ne kadar dayanacağımı bilemiyorum.
Benim durumumda binlerce işadamı var. Başbakan’a selam olsun!
* * *
Ülkemiz kritik bir dönem geçiriyor. Her şeyi yaşayarak öğreniyoruz.
Peki, yaşayarak öğrenmek nasıl bir şeydir?
Napolyon’a ait olduğu söylenen ilginç bir hikáye anlatılır.
Napolyon, bir savaş sırasında askerlerinden ayrı düşünce düşmandan kurtulmak için bir fırına girmiş ve fırıncıya "Beni sakla" diye emretmiş. Anlayışlı fırıncı soğukkanlılığını bozmamış. Az sonra koşa koşa gelen düşman askerlerini ustaca yalanlarla atlatarak büyük bir tehlikeyi savuşturup Napolyon’u mutlak bir ölümden kurtarmış!
Bir süre sonra Napolyon’un askerleri yetişince artık tehlikeli bir durum kalmamış. Az önce düşman askerleri karşısında olağanüstü bir beceri gösteren fırıncı, Napolyon’a:
"Affedersiniz efendim" demiş, "Af buyurunuz, merak ettim de... Biraz önce ölümle burun buruna geldiniz. Söyler misiniz, ölüm duygusu nasıl şeydir?"
Napolyon birden öfkelenerek, "Vay terbiyesiz" diye bağırmış: "Bu nasıl soru böyle? Sen kim oluyorsun da benimle dalga geçer gibi konuşuyorsun? Seni utanmaz adam!"
Ve gözlerinde öfke şimşekleri çakarak askerlerine dönüp emretmiş:
"Bu densizi derhal kurşuna dizin! Cesedini de nehre atın, balıklar yesin!" Askerler, fırıncının gözlerini bağlayıp karşısına dizilmişler. Mekanizmalar şakırdayarak mermiler namlulara sürülmüş. Dehşet içinde kalan ve korkudan kanı donan adamcağız, "Aman Allah’ım, ölüyorum! Ah, ben ne yaptım?" diye inlemiş. Tam "Ateş" emri verilmek üzereyken, arkadan bir çift el uzanmış, adamın gözlerindeki bağı çözmüş. Fırıncı, karşısında Napolyon’u görmüş. İmparator, adama acı acı bakarak, "İşte böyle bir duygu!" demiş. Yaşayarak öğrenmek, bedeli ağır bir öğrenme biçimidir.
İşte biz, ulus olarak bu dönemi yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
4 Haziran 2009
YALNIZ iktidarı değil, kendi çıkarları için iktidar yandaşlığı yapan meslektaşları da eleştiriyoruz. Bazıları ise yandaş olmakla gurur duyuyor. Boş bir övünme bu... Bunlar "Adalet, özgürlük, demokrasi" dediler... Bu iddiayla geldiler de adaleti mi sağladılar, özgürlükleri mi artırdılar, demokrasiyi mi geliştirdiler? Ülkeye hoşgörü iklimi mi hákim oldu, ne oldu? Tam tersine "tahammülsüzlük" büyüdü, "gericilik" dizginleri kopardı, insanlarımız karşıt kamplara ayrıldı, birlik kalmadı. Bilimin yerini hurafeler aldı!
Günlerimiz, iç karartıcı bir kargaşa ortamında geçiyor. İktidar barış yerine ağır bir baskı politikasını tercih ediyor. Ülkenin hali hiç iç açıcı değil. Ekonomi dipte, işsizlik rekor düzeye çıktı, aç ve yoksulların sayısı utanç verecek boyutlara yükseldi.
Bir de "Tarihi fırsat!" diye PKK’ya "af" çıkarırlarsa, seyreyleyin siz gümbürtüyü!
* * *
İkbal koltuğunda oturanlar, kendileri gibi düşünen, hayat görüşleri kendileri gibi olan tek tip bir toplum yaratma çabasındalar!
Başörtüsü, Anadolu kadınının kullandığı güzel bir giysidir. Türban ise siyasi dincilerin, kara çarşaf da köktendincilerin simgesi! Türban yavaş yavaş demode olma yolunu tuttu, kara çarşaflılar ise çarşıda pazarda, orada burada, her yerde boy göstermeye başladı. İlerici bir parti olduğunu ileri süren CHP bile müthiş bir açılım (!) yaparak kara çarşafa teslim olmadı mı? Aklı başında sanılan siyasiler bile oy uğruna gericiliğe göz yummuyor mu?
* * *
Yapılan çeşitli anketler, bazı gerçekleri çivi gibi başımıza çakmakta!
Prof. Yılmaz Esmer’in, ekibiyle birlikte yaptığı anketin sonuçları bunlardan biri.
Soru: "Plajda mayo ile dolaşmak günah mıdır?"
AKP’lilerin yüzde 83’ünün cevabı: "Evet."
Soru: "Evreni algılamak için bilimsel buluşlar mı, din kitapları mı önemledir?"
AKP’lilerin yüzde 59’unun cevabı: "Din kitapları."
Soru: "Ramazanda lokantalar kapalı olsun mu?"
AKP’lilerin yüzde 53’ü: "Evet." Anket böyle devam ediyor. Ne çağdaş değil mi?
* * *
Bir okurum, "Yılın sözü" diyerek şu mesajı yollamış: "Küçük hırsız el feneri, büyük hırsız deniz feneri kullanır. Ancak her ikisinin de çalışması için ampul gerekir!"
* * *
Gericilik üzerine, şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yazdığı güzel bir taşlama var. Rahmetli bunu sanki bugünler için yazmış. Bakınız ne diyor?
Veriliyor her yerde, hız geriye geriye,
Herkes ileri gitsin, biz geriye geriye.
Uygarlık neyimize, şeriat gerek bize,
Ne oldu dilimize, söz geriye geriye.
Ne uyarma, ne sitem, gerisi cümle álem,
Nazlanma sen de kalem, yaz geriye geriye.
Şairim, hiç yılma sen, neler oluyor bilsen,
Ne yazıp ne söylesen az geriye geriye.
* * *
Bu da benden bir dörtlük:
Kim getirdi ülkeye,
Karanlık geceleri,
Bu kapkara suratlar,
Acep kimin eseri?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
1 Haziran 2009
EN büyük sıkıntılarımızdan biri ülkemizde cehaletin büyümesi.Cehalet, insanların ve ulusların büyük bir düşmanıdır. Her türlü kötülüğün altında cehalet unsurunun yattığını iddia etmek mübalağa olmaz!
Bilinen bir gerçektir, dünyada cehaletle gelişip büyüyen, refaha ulaşan hiçbir ülke görülmemiştir.
* * *
Gittikçe merhametsiz bir toplum haline geliyoruz!
Cehaletin hákim olduğu ülkemizde, insan yapısı her geçen gün biraz daha değişiyor, bozuluyor, insanlarımız gaddarlaşıyor.
Bunlar azınlıktadır diye birbirimizi teselli etmeyi, kendi kendimizi aldatmayı bırakalım.
Hızla artan acımasız, gözü kara, hunhar insanlar Türkiye’yi kana buluyor.
Hemen her gün vahşet ve canavarlıkla karşılaşıyoruz!
Çöp kutusunda bir genç kızın kesik kafası bulunuyor. Bir başka çöp kutusundan insan kolu, bacağı çıkıyor... Yurdun her yanında akıl almaz cinayetler işleniyor!
* * *
İnsanlarımız hiç yüzünden birbirini vururken, Güneydoğu’da terör faciaları yaşanıyor, caniler pusularla, mayınlı tuzaklarla askerlerimizi şehit ediyor.
Aynı ülkenin insanları birbirini öldürüyor.
Bir köyde, sudan sebeplerle düğün evi basılıp insanlar toplu halde canavarca katlediliyor.
Üniversiteli bir genç kız, annesinin boğazını ekmek bıçağı ile kesiyor.
Adamın biri karısını, çocuklarını, anasını, babasını doğruyor!
Bir başkası, kendisini evlendirmedi diye ağabeyini, yengesini, küçük yeğenlerini kurşunla delik deşik ediyor.
Akıl almaz hunharlıktaki cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor.
* * *
Ekonomik cinayetler de cabası... 30 lira, 50 lira için insanlar öldürülüyor!
Geceleri soyulan taksi şoförleri, ekmek parası kazanmak isterken acımasız katillerin cinayetlerine kurban gidiyor.
Yabancı ülkelerin televizyonlarında adımız hep tüyler ürpertici facialarla, şaşırtıcı cinayetlerle, ilikleri donduran katliamlarla anılır oldu.
Halimiz gerçekten acıklı!
Eskiden de polisiye olaylar meydana gelirdi ama durum böyle değildi!
Aklı başında herkes soruyor: Toplum olarak nereye gidiyoruz?
"Bindik bir alámete, gidiyoruz kıyamete!" lafı bugünler için mi söylenmiş yoksa?
* * *
Her iyi şeyin temeli okumak, okumak, okumaktır.
Okumayan ulusların hali malum!
Genç kuşakları eğitimli insanlar olarak toplum hayatına sokmadıkça, gelişmiş ülkelere yetişmek şöyle dursun, kıçın kıçın geriye gideriz.
Son 50 yıllık dönemin en düzgün siyasetçilerinden biri olan Kámran İnan da aynı görüşte. Emekli Büyükelçi, Enerji ve Tabii Kaynaklar eski Bakanı Kámran İnan:
"Bizde yazanlar az, okuyanlar ise daha da az" diyor ve acı acı içini çekerek ekliyor:
"Fransa’da taksi şoförü müşterisini beklerken kitap okur, bizde taksilerin müşterileri bile kitap okumaz. Acı bir tespitim var. Dış seyahatlerimde elinde bir yayın bulunmayan kimse gördüğümde ’Bu bizdendir’ der, Türkçe konuştuğum vakit karşımdakinden cevap alınca haklı olduğumu anlarım. Ülkemizde ne yazık ki cehalet tırmanıyor, tepelere çıkmaya başladı. Bu gidiş Türkiye’yi yükseltmez. Cehalet, toplumları yıkıma götüren korkunç bir düşmandır! Bu yüzden maalesef başımız dertte!"
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
31 Mayıs 2009
BİZ Türkler olarak Ermenilerle yüzyıllarca dost yaşadık. Irkçılık bize yakışmaz. Türk’ün temelinde ırkçılık yoktur. Tarih boyunca her ulustan insana kucak açtık, dost olanları bağrımıza bastık.
Tarihimizde Ermeni kökenli iki sadrazam ve çok sayıda Ermeni paşa var. Türk musikisinin birçok güzel bestesini Ermeni kökenli müzisyenler yaptı, birçok mimari eseri Ermeni sanatkárlar yarattı.
Yüzyılların dostluğu, 19’uncu asrın sonlarında, yabancı devletlerin kışkırtmalarıyla bozuldu. Özellikle İngilizlerin (kendi çıkarları için) Ermeni toplumuna "Bağımsız Ermeni Devleti" umudu vermeleri sonucu ayaklanmalar çıktı, karşılıklı büyük facialar yaşandı.
1915’te Ermeni soykırımı yapıldığı iddialarının gerçeklere ters düştüğünü anlatan yazılarım nedeniyle, yurtdışında yaşadıklarını tahmin ettiğim Türkçeleri bozuk Ermenilerden küfür ve tehdit dolu mesajlar aldım. Hiç önemsemiyorum. Bunlar, kendi toplumlarına eziyet çektiren birtakım zavallı fanatikler!
Hem Ermeni, hem Türk okurlarımdan çok sayıda sıcak ve duygusal mektuplar aldığımı da belirtmeliyim. Günsel Tuna adlı okurumdan gelen bir mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum.
* * *
"Sayın Turan... Yazılarınızı ilgiyle okuyorum. Ermeni meselesinden kimlerin çıkarı var anlayamıyorum bir türlü. Ben Kars’ta doğdum. Çocukluğum bir ’hayat’ içinde geçti. Eski Şark’ta birden fazla evlerin bulunduğu büyük, yeşil bahçelere ’hayat’ derlerdi. Bizim ’hayat’ bambaşkaydı. Ev sahibimiz Rus, komşularımız Türkmen, Azeri ve Kürt’tü. Annem Çerkez, babam Kafkasyalı idi. Peki, Türkler nerede?
Rus aile hariç, elbette hepimiz Türk’tük. ’Hayat’ kelimesi benim için hep o bahçeyi çağrıştırır. Biz gerçekten bir hayatı paylaştık. Komşularımızla bir bütündük.
* * *
1964 yılında İstanbul’a geldik. Ev sahibimiz Ermeni idi. Artin Bey’in yaşı 80’di. Uzun kış gecelerinde bize oturmaya gelirlerdi. Saraya çok girip çıkmışlığı vardı. Akrabaları içinde sarayın aşçısı, terzisi, bahçıvanı vardı. Kendisi de marangozdu. Bize masa bile yaptı. O masa hálá duruyor. Kardeşimin kolu sobada yandığında bir hekim gibi ustalıkla iyileştirmişti.
Mahalle bakkalımız Nişanyan’dı. Kasabımız da Ermeni’ydi. Komşularımız Ermeni, Rum ve Türk’tü. Okulda arkadaşlarımız Anjil, Ester, Lusi, Agavni idi. Artin Bey anneme ’Gelin hanım’ der, annem sahiden de gelinmiş gibi onlara hürmet ederdi. Yaşım 12 idi. Biz yıllarca ’Ermeni meselesi’ diye bir şey duymadık. Eğer soykırım olsaydı, Osmanlı tarihini çok iyi bilen ve babamla tarih sohbetleri yapan Artin Bey bize hissettirmez miydi? Hepsinden önemlisi, evini bir Türk ailesine kiraya verir miydi? Onlar yaşlı iki karı-koca, biz beş çocuklu aile... Aynı evi paylaştık. Birbirimizin bayramlarını kutlardık.
* * *
Ne yazık ki birkaç yıl sonra çok üzücü haberler aldık. Artin Bey oğlunun yanına, eşi de kızının yanına gitmişlerdi. Maalesef oğlu, babasını yanına istememiş ve Artin Bey canına kıymış. Bunu öğrendiğimizde o kadar üzüldük ki... Hep birden ’Böyle olacağını bilseydik yanımıza alırdık’ dedik. Bizim için Ermeni meselesi budur. Yaşlı babasını istemeyen, onun intiharına sebep olan hayırsız oğlu! Başka bir şey bilmeyiz.
Ermeni diasporasına gidip bizzat sormak isterdim:
Sizin amacınız ne? Niçin iki toplum arasına nifak sokuyorsunuz?"
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
28 Mayıs 2009
MEMLEKETİN haline bakın! Ucu bucağı belli olmayan Ergenekon soruşturması...<br><br>Kavgaları bitmeyen parti liderleri... Birbiriyle boğuşan medya...
Gırtlak gırtlağa gelen laikler, anti laikler...
Ülkeyi saran cehalet... (Bugüne kadar cehaletle yükselen bir millet görülmemiştir!)
Laik Cumhuriyet yanlılarının gözünü oymaya çalışan dinciler...
Terör, çeteler, hırsızlık, arsızlık, vurgun, soygun! Ne ararsanız var bu tiyatroda...
İktidar kabul etmese de, teğet geçmeyen ekonomik kriz ve işsizlik de cabası!
Böyle bir hengamede yaşamaya çalışıyoruz!
Dışarıdan Ermeniler bastırıyor, Rumlar Kıbrıs’ı kapmaya çalışıyor, Kürtler bağımsız bir Kürdistan peşinde koşuyor. Dağlarda akan kan durmuyor. Sözüm ona barış isteyen DTP milletvekilleri "Kürdistan’ın sınırlarını çizdik!" diye yangına benzin döküyor! Binlerce kişinin katili Apo’ya, utanmadan sıkılmadan özgürlük istiyorlar!
Dost maskesi takan Avrupa ve Amerika geçmişte olduğu gibi Türkiye’nin başına çorap örme peşinde! (Bazen çorap örmeyi bırakıp çuval da geçiriyorlar!)
Obama yargısız infaz yapıyor, hiçbir belgeye, hiçbir yargı kararına dayanmadan "Türkler 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdü" diye uydurabiliyor. (Orhan Pamuk 1 milyon demişti. Demek ki Ermeni kayıplarına zam geldi! Atan atana, tutan tutana!)
* * *
"Atalar sözü, sözlerin özü" derler.
"Akıl para ile satılmaz!"
"Başa gelen çekilir!"
"Kendi düşen ağlamaz!"
Tüm bu sözler, hali pür melálimizi özetliyor.
Çektiğimiz sıkıntıların temelinde yatan gerçek, toplum olarak ne ölçüde sağduyulu ve akıllı olduğumuzdur! Akıl olmazsa başta, ne kuruda biter ne yaşta!
Kızgın bir okurum "Uzun yıllardır bizi yönetenlerin çoğunun akılları, kilodan bin gram eksik!" diyor. Bu cümle, insanlarımızın duygularını kısa ve öz şekilde anlatmıyor mu?
* * *
Hamamda, kurnanın başında şarkı söyleyip de, kendi sesini güzel zannedenler, çevresindekileri ne kadar ve ne zamana kadar kandırabilir?
Bizim "Teğet geçti" türkülerimiz de buna benziyor. Krizi yaşadıkları için kimse bu tür sözlere kanmıyor ama berikiler ha bire söylemeye devam ediyor.
Artan işsizliğin yarattığı çaresizliği görmemek için ámá olmak gerek!
Vatandaş, kemerlerin nasıl sıkıldığını, akşamları evinde kaynayan tencerenin maliyetini biliyor, sofrasından her gün bir dilim ekmeğin eksildiğini görüyor, işsiz hayata daha ne kadar dayanabileceğini acı acı hesaplıyor.
* * *
Ülkeyi yönetenler bıkmadan usanmadan aynı nakaratı tekrarlıyor ama krizin yarattığı işsizlik darbesini yiyen vatandaşın türküsü çok başka:
Feleğin döner çarkı,
Su gelir yıkar arkı,
Teğetçiler yüzünden,
Kaybettik evi barkı.
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
25 Mayıs 2009
ÜLKEMİZDE güzel olan işler, poker oyununda çıkan karelerin adedi kadar az.<BR><BR>Sorunlar büyüyor, insanlar eziliyor-üzülüyor fakat çözüm üreten yok! "Leyleğin ömrü laklakla geçer" misali, hep konuşuyor, konuşuyorlar! Tüm gevezelikler bir incir çekirdeğini bile doldurmuyor.
Birbirimizin gözünü oymakla nereye varacağız?
Dar bir köprü üzerinde kavgaya tutuşan inatçı keçiler gibi birbirimize tos vururken, sonunda hep beraber dereye yuvarlanacağız.
Sorunları ve borçları gırtlağına kadar yükselen bir devletin, dış dünyada ne kadar gücü, ne kadar saygınlığı kalır?
* * *
İstanbul Valisi Muammer Güler, "İstanbul’un bir marka değeri var" demiş... Haklıdır. Fakat bu marka değeri her geçen gün azalıyor. Bu gidişle günün birinde dibe vuracak!
İstanbul bana göre, dünyanın en güzel kentlerinin başında gelir. Şehirlerin kraliçesi!
Ancak bu güzellik geçen zamanla birlikte bozulmuyor mu? Şehri ur gibi saran gecekondular ve kaçak yapılar kenti masallardaki cadılara döndürmüyor mu?
Hele gürültü kirliliği! Özellikle Boğaziçi’ni (Ortaköy, Kuruçeşme, Bebek dolaylarını) saran ve semt halkını sabahlara kadar uyutmayan çalgılı çengili gazinolara ne demeli?
Vali Bey, halkın çektiği bu gürültü işkencesine son verebiliyor mu?
Güvenlik sorunu ayrı bir konu... Kentin ara sokakları, hemen her gece, ürkütücü olaylara sahne olan korku tünelleri gibi... İstanbul’da, Beyoğlu’nun arka sokaklarında gece vakti her babayiğit dolaşamaz! Hele kadınlar! Asla! Dolaşırlarsa başlarına ne geleceği belli olmaz!
* * *
Peki, İstanbul’un yaşam kalitesi nedir?
Yönetim danışmanlığı firması "Mercer"in dünya genelinde 215 şehirde yaptığı araştırmaya göre İstanbul yaşam kalitesi sıralamasında 121’inci sırada...
10 kategoride, 39 faktöre dayanılarak yapılan araştırmada, ilk sırada Viyana var. Son sırada ise savaş içinde olan Bağdat! İstanbul geçen yıl 114’üncü idi, bu yıl 7 basamak geriledi.
Sayın Vali Bey... İstanbul’un marka değeri, külahın içindeki dondurma gibi eriyor!
Bir Arap kenti olan Dubai, yaşam kalitesinde İstanbul’dan 37 basamak önde.
Araştırmada Paris 33’üncü, Londra 35’inci sırada... İstanbul’dan üç kat daha iyi durumdalar.
"Beterin beteri vardır" derler ya...
"215 şehir arasında İstanbul 120 kentin arkasına düşmüş ama 94 kentin de önünde" diye teselli olunabilir. Fakat yaşam kalitesi İstanbul’dan geride olan tüm kentler, gelişmemiş ya da az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine ait bulunuyor.
* * *
Buna da şükür demek lazım! Ya daha beteri olsaydı? Beterin beteri derken bir fıkra geldi aklımıza: Tarihin en sert hükümdarlarından biri olan Timurlenk, öğle uykusuna yatmış... Uykusunun en tatlı anında bir gürültüyle fırlamış, sokaktan, hıyar satan bir satıcı geçiyormuş..
Timurlenk öfkeyle bağırmış:
"Yakalayın şu herifi, hıyarları münasip bir yerine sokun!"
Muhafızlar hemen koşup hükümdarı kızdıran adamı yakalamışlar.
Emir yerine getirilirken hıyarcı gülmeye başlamış...
"Ne gülüyorsun ulan?" diye sormuşlar. Adam kıkır kıkır gülmeye devam etmiş:
"Nasıl gülmeyeyim? Arkadan asma kabakçı geliyor. Onun halini düşünüyorum da..."
Dedik ya... Beterin beteri vardır!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)