27 Nisan 2009
Sigara dumanı, kapalı ortamlarda hava kirliliğine neden oluyor. İçenle beraber içmeyenleri de zehirliyor. Bunları biliyorduk. Ancak yeni bulgular, sigara dumanının atmosferde sera etkisini artırdığını, küresel iklim değişimine de neden olduğunu gösteriyor.
ABD’nin eski Başkan Yardımcısı Al Gore yıllar önce Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada “Sigara içmenin küresel ısınmaya önemli bir katkı yaptığı”nı söylemiş fakat herhangi bir rakam vermemişti. Prof. Dr. Elif Dağlı’nın bir sorusu üzerine bu konuyu araştırınca sigara içenlerin her yıl havaya ne kadar sera gazı saldığının da hesaplanmış olduğunu gördüm.
ÇAKMAK FOSİL YAKAR
Tütün, bir biyokütledir. Sigarayı yakmakta kullanılan çakmaklardaki yakıt ise ya benzin ya da gaz, yani bir fosil yakıtıdır. Bu durumda sigara içmek, biyokütle ve fosil yakıtı yakarak havayı kirletmek demektir. Yanan her şey gibi tütün, gaz ve benzin havaya karbon salar. Tütün insan için ne bir temel tüketim ne de gıda maddesidir. Fakat tütün ekilen alanlar genellikle birinci sınıf tarım alanlarıdır. Buralarda insanlara yararlı gıda üretilebilir ya da sera gazlarını yutan orman oluşturulabilirdi. Ayrıca tütünü işleyip sigara paketine koyup marketlere ulaştırılana kadar harcanan enerjinin yani yakılan fosil yakıtlarıyla havaya atılan sera gazlarının da haddi hesabı yok.
Sigara dumanında dört bin kimyasal madde tespit edilmiş. Bunların 60’dan fazlası kanserojen. Örneğin sigara, karbon monoksit, gübre, böcek ilacı, amonyak, arsenik, kurşun içerebilmekte. Diğer bir deyişle sigara dumanı, zehirli maddeleri ciğerlerimize ve havaya taşıyor. Sağlık otoritelerine göre tütün dumanındaki zehirli kimyasallar, DNA’mıza hasar veriyor ve bunun sonucu olarak kanser hücreleri oluşup vücudumuzda yayılıyor. Sonuçta sigara içenler acılı bir ölümle karşılaşıyor. Dünyada her sekiz saniyede iki kişi ölüyor ve bunun birine tütün ile ilgili bir hastalığın neden olduğu hesaplanıyor.
Yazının Devamını Oku 
19 Nisan 2009
Su kaynaklarımız, altyapı yetersizliği sebebiyle hızla kirleniyor. Evsel ve sanayi atıkları göl, dere ve denizleri adeta kanalizasyona, çöplüğe, fosseptik çukuruna dönüştürdü. Yarı kapalı bir deniz olan Karadeniz’i yıllardır çöplük ve fosseptik çukuru olarak kullanıyoruz. Karadeniz’in can çekişen dereleri ise kanalizasyon hattı oldu. Yılların birikimi artık hem Karadeniz’i, hem de Karadenizliyi tehdit ediyor. Böylece doğayı hoyratça tahrip eden Karadeniz insanı da faturayı zehir soluyarak ve damacana suyu içerek ödüyor!
Bir zamanlar büyükşehirlerimizde derelerin etrafına kurulan gecekondular, künklerle atık sularını derelere akıttı. Bu dereler, kokmaya başlayınca ve kolera hortlayınca ya üstleri örtülerek ya da içine dev künkler konularak kanalizasyon hatlarına dönüştürüldü. Bazılarının üzerine yol da inşa edildi. Bugün üzerinde araçla seyahat ettiğiniz veya yürüdüğünüz yolların birçoğu aslında bir kuru deredir. Örneğin Samsun’da bu dereler arada bir “hey ben dereyim” deyip coşup taşıyor.
DERELER TEHLİKEDE
Hatırlıyorum, çocukluğumda köydeki tuvaletler evin dışında, tarlanın kenarındaydı. Kar, kış kıyamet demeden geceleri yatmadan önce gaz yağlı fenerler yakılır tuvalete gidilirdi. Ormanın kıyısındaki bir dağ evinde tek başına tuvalete gitmek de cesaret isterdi. Tarlanın kıyısında biriken dışkılar daha sonra gübre olarak tarlaya saçılırdı! Yine çok iyi hatırlıyorum öğretmenler istediğinde çocuklar dışkılarını adını yazdıkları kibrit kutusuna koyup okula getirirdi. Bir iki hafta sonra da bağırsak kurtlarına karşı şurup dağıtılırdı. Beğenmediğimiz kara lastik bu probleme bir nebze olsun çare de olmuştu...
Şimdi Karadeniz köylerindeki evlerde tuvalet, elektrik var. Artık tarlalarda insan dışkısı kullanılmıyor fakat arıtılmadan derelere akıtılıyor. Diğer bir deyişle, Karadeniz’de altyapıya öncelik verilmediği için kanalizasyon suları yıllardır hiç arıtılmadan derelere ve denize bırakılıyor. Böylece, “Ordu’nun dereleri aksa yukarı” diye türkülere konu olan doğa harikası derelerimiz, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
ÇÖPLER DOĞAYA
Karadeniz’deki birçok yerleşim bölgesinde hiçbir katı ve sıvı atık arıtma tesisi bulunmuyor. Bölgede, uygun depolama alanlarının yokluğu, katı atık yönetiminin yetersiz oluşu nedeniyle çöpler boş alanlara, derelere veya sahile dökülüyor. Böylece, çarpık, insana ve çevreye saygısız yapılaşma, evsel ve endüstriyel atıklar, tıbbi atıklar, tarım alanlarında bilinçsizce kullanılan ilaç ve gübreler yüzünden derelerin ve Karadeniz’in kirlenmesi, tüm çalışmalara rağmen hızla sürüyor. Karadeniz’e hayat veren dereler artık denizdeki kirliliğin ana kaynağı oldu. Karadeniz kimilerince artık “çöp deniz” olarak nitelendiriliyor.
KALKANDERE’YE AÇIK DAVET
Bu olumsuz etkiler Karadeniz ekosistemini geri dönülmez bir biçimde bozuyor. Kirlilik birçok böcek ve balık türünün azalmasına hatta yok olmasına neden oluyor. Örneğin geçmişte avlanabilen 24 balık türünden günümüze sadece 4-5 balık türünün kaldığı biliniyor.
Karadeniz’de yaşam güya hızla modernleşiyor ama çevre tahribatı artarak devam ediyor. Hâlbuki herkes çöpünü istediği yere bırakamaz ve pis suyunu rastgele akıtamaz. Kanalizasyona veya standartlara uygun yapılacak fosseptik çukurlara vermek mecburiyetindedir.
Doğal güzellikleri yok olunca Karadeniz’in hiç bir anlamı kalmaz. Yarınlar için çocuklarımıza telafisi olmayan bir miras bırakmayalım. Tüm Kalkandereli hemşerilerimi de çocukları ve torunları için önce imza vermeye, sonra da ellerinden gelen her şeyi yapmaya davet ediyorum!
HES felaketi
Çöp ve kanalizasyonun yanı sıra derelere kurulan hidro elektrik santralları (HES) önemli bir tehlike. Bunlar, yaylalardan doğup, denize dökülen derelerin suyunu kesiyor. Kum, çakıl ocakları da dere yatağından aldıkları hafriyatla doğal dengeyi alt üst ediyor. Suyu kesilen, yağmalanan, kirletilen derelerde artık yaşayan balık bir yana üzerlerinde uçan kuş görmek bile zor. Zira sürekli hafriyat için dinamit atılıyor. Ayrıca dere ve vadilerdeki yapılaşma ve hafriyat çalışmaları heyelan tehlikesini artırırken, sellere de davetiye çıkarıyor.
Yazının Devamını Oku 
13 Nisan 2009
Uzun vadeli hava/iklim tahminleri turizm, tarım, ulaşım, tekstil, ekonomi ve kışla mücadele başta olmak üzere birçok sektör için hayati önem taşır. Uluslararası İklim Tahminleri Enstitüsü IRI’nin verilerini inceledim. İşte içinde bulunduğumuz bahar ve önümüzdeki yaz aylarında bizi bekleyen hava koşulları.
IRI’ya göre İstanbul’da ilkbaharda ve yaz aylarında hava sıcaklıkları mevsim normallerinin birkaç derece üzerinde seyredecek. Normale yakın seyreden kışın ardından uzun yıllar ortalamasının biraz üzerinde sıcaklıkta bir ilkbahar ve yaz bekleniyor. Önümüzdeki altı ay boyunca Kuzey-doğu Avrupa ülkelerinde de mevsim normalleri civarı, Avrupa’nın geri kalan büyük kısmında ise ülkemizdeki koşullara benzer hava sıcaklıkları ve yağış miktarları tahmin ediliyor.
NİSAN YAĞMURUNDA ŞEMSİYE KULLANILMAZ
Yağışların ise eylül ayı sonuna kadar İstanbul’da ve yurdumuzun büyük bir kesiminde mevsim normalleri civarında olacağı tahmin ediliyor. Temmuz, ağustos ve eylül aylarını kapsayan üç aylık periyotta ise İç Anadolu, Orta Karadeniz, Burdur ve Isparta civarında yağışların mevsim normallerinin üzerinde, Muğla ile Hakkâri arasındaki güney kesimlerde ise mevsim normallerinin altında kalarak kurak geçeceği tahmin ediliyor.
Nisan ayı birçok nedenden dolayı baharın müjdecisi ve yaşam sevincidir. Baharın gelişi, yeşilliğin yeniden doğuşu ve rengârenk çiçekler psikolojimiz için önemli. Daha bir gülümser oluyor insan, doğayla birlikte umutlar tazeleniyor. Güneşin gökyüzünde daha yükseğe tırmanması ve saatlerin ileri alınmasıyla da açık havada gün ışığından daha fazla yararlanmaya başlarız. Bu nedenle, nisan bizim için tembel, uzun, güneşli yaz günlerinin de müjdecisidir. Bununla beraber nisan ayı, sisli, donlu, gök gürültülü bir bahar havasından karlı ve fırtınalı bir kış havasına kadar her tip hava durumunu da içerebilir. Yani bu ayda can çekişen kış herhangi bir uyarıda bulunmadan geri gelebilir. Nisan yağmurları, “hediye yağmuru” gibi bir şeydir. Bazıları nisan yağmurlarında huzur bulur. Onun, bereketli ve şifalı olduğuna inanır. Genellikle ikindi vakti sağanak şeklinde olur. Kendini aşıp, mayıs ayına da sarkar. Bu nedenle, nisan yağmurlarının kırk gün sürdüğüne inanılır ve “kırkikindi yağmuru” diye adlandırılır. Tam havalar ısınmışken herkesin ince ince giyinmeye başladığı zamanlarda güneşin arasından çıkıp birden yağarak insanları ıslatır. Beraberinde buz gibi bir hava getirdiğinde insanları hasta da edebilir. Bu nedenle, güneşe aldananlar için ”avanak ıslatan” olarak da adlandırılır.
İnsanlar şifa niyetine, şemsiye almadan, sokaklara dökülüp bu yağmurlarda ıslanır. İçilebilen yağmurun aynı zamanda saça iyi geldiği ve toprak kokusunu fışkırttığına da inanılır. Bu hususta “kelin başına yağsa saçı çıkar”dan tutun da, “çocuğu olmayanlara devadır”a kadar pek çok şey rivayet edilmiştir. Mevleviler nisan yağmurlarını bir tasta toplarmış. Bu tasa da “nisan tası” denir. Kırkikindilerin ilk suyunu okuyup, üfleyerek içerler ve kardeşleşme töreni düzenlerlermiş. Sarayda ilk nisan yağmuru suyunu biriktirip bir tasla padişaha sunan saray görevlilerine birer akçe bahşiş verilirmiş.
İTALYA’NIN KANLI YAĞMURLARI
Nisan yağmurlarının, mayısta çiçeklerin açmasına neden olduğuna inanılır. Akdeniz iklimi süren yerlerde nisan yağmurlarının miktarı toplam yağış içinde küçüktür. Bunu rağmen iç ve doğu Anadolu’nun yarı karasal bölgelerinde miktar olarak en çok yağış nisan gibi bahar aylarında gözlenir. Bu nedenle, Anadolu’da çiftçi “Nisanda yağsın da, isterse kan yağsın” der. Aslında “Kan yağması”, İtalya’da Kuzey Afrika’nın kırmızı kumu ile yağan yağmurlarda görülür ve “kanlı yağmur” olarak adlandırılır.
Bütün bu inançlar ve düşünceler, eskinde çok temiz olan dünyaya aitti; siz en iyisi bugün asit yağmurlarına dönüşmüş yağmurları içmeyin, kafanıza filan da sürmeyin.
Yazının Devamını Oku 
6 Nisan 2009
BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüne neden olan kazada hükümetin ve devletin tüm ilgili birimleri ellerinden gelen her şeyi yaptı. Fakat ülkemizde bu konuda büyük bir sistem eksikliği var. Bu nedenle, olay yeri yönetiminde ve basın-hakla ilişkilerde yine birçok kriz ve tuhaflıklar yaşadık.
KAZALAR AFET SAYILMIYOR
İTÜ Afet Yönetim Araştırma ve Uygulama Merkezi Öğretim Üyesi ve Müdürü olarak bu talihsiz kaza hakkında birkaç yorum yapmak istiyorum. Belki TBMM araştırmasına ve bu konu üzerinde çalışacak olanlara bir katkısı olur.
1. Afet ve acil durum yönetiminde arama ve kurtarma çalışmalarının yeri çok küçüktür. Ülkemizde ise en büyük önem işin bu kahramanlık kısmına verilmesine rağmen bu konuda da bir anlayış, fikir, dil, eğitim birliği eksiğimiz çok.
2. İlgili mevzuatta yeri olmadığı için uçak, helikopter kazası gibi teknoloji-insan kaynaklı afetler, ülkemizde afet sayılmaz. Bu nedenle, bunlara yönelik ülkemizde sistematik bir hazırlık ve düzenleme yoktur.
3. Son kazada yine kriz masası ya da merkezi gibi anlamsız ve işlevsiz bir kurum devreye girdi. Yöneticisi oradaki en yüksek mülki amirdir fakat olay çok teknik ve uzmanlık ister. Ülkemizde “birleşik komuta” sistemi kuruladığı için olay yerine kimin komuta edeceği tam olarak bilinemez. Afet sayılmayan helikopter kazası gibi için olaya müdahale eden kurum ve kuruluşların bir planı yoktur olsa da entegre değildir.
4. Yine olay yerine resmi ve gönüllü, gereğinden fazla kişi yığıldı. Herhangi bir eğitimi ve donanımı olmayan yüzlerce kişi dağlık bir alanda ve olumsuz hava koşulları altında araziye dağılarak çığ düşmesi ve donma gibi ikincil tehlikelere maruz kaldı. Hâlbuki bölge, altın/soğuk, gümüş/ılık ve bronz/sıcak şeklinde üç zona ayrılmalı ve “staging area” uygulaması devreye sokulmalıydı.
PROTOKOLÜN KAZA YERİNDE NE İŞİ VAR
5. Her zaman olduğu gibi yine Başbakana “olay yerine/bölgesine gidecek misiniz” gibi saçma bir soru soruldu. Bu anlamsız beklenti yüzünden Bakan Atalay da yetkililerin uyarısı ve zor hava koşullarına rağmen enkazın bulunduğu bölgeye gitmeye kalktı! Aslında afet ve acil durumlarda olay yerine giden protokol, oradaki çalışmalara zarar verebilir. Başbakan, bakan gibi yetkililer stratejik seviyede görev yapar; bunlar taktiksel ve operasyonel işlere hiç karışmaz ve sıfır noktasına gitmez.
Yazının Devamını Oku 
31 Mart 2009
Yemek bir seçenek değil, bir zorunluluk. Buna karşın yediğimiz gıdaları seçme hakkımız ve gıdalarımızın nasıl üretildiğini bilme gibi bir sorumluluğumuz var. Gıda demokrasisi, giderek daha çok sayıda çiftçinin, tüketicinin, açın ve gıda işletmesinin körü körüne yemek yemek yerine düşünerek yemesini tanımlayan bir ifade. “Adil gıda” ise, yiyecek tüketicilerinin, yeme alışkanlıklarının gezegenimize ya da çiftçilere zarar vermemek için kullandıkları ve sayıları giderek artan uygulamalardan yalnızca biri. Bunları anlamak için işte size tavuk, çikolata ve karides ile ilgili perde arkası bilgiler:
PİŞMEMİŞ TAVUĞUN BAŞINA GELENLER
Fakirin nakit, et, gübre ve böcek kontrol kaynağı olan tavuğun ilkel bir fabrikaya düşünce bakın başına neler gelir: Bir tavuk için iki yoldan biri geçerlidir; ya yumurtlamak ya da ızgara olmak. Fakat bu sürecin perde arkasında yaşananlar hiç hoş değil. Örneğin yumurtadan çıktıktan sonra bir günlükken cinsiyetlerine göre ayrılırlar ve yumurtlayamayacak olan erkek yavrular geniş kazanlara atılabilir. Bu talihsiz yavrular gübre ya da hayvan yemi olarak kullanılmak üzere (bazen canlıyken) öğütülebilirler!
Dişiler ise hareketli kayışlara yerleştirilir ve kızgın bıçaklarla acı içinde gagaları kesilir. Yaklaşık bir futbol sahasının yarısı büyüklükte 90 binden fazla tavukla birlikte tellerle çevrili kafeslere konulur. Bacaklarını ve kanatlarını hareket ettiremezler. İlaçlı yemlerden dolayı öylesine hızla kilo alırlar ki bir süre sonra ayağa kalkamazlar. Yüz yıl öncesinin 3 katı yumurta vermesi için de devamlı suni aydınlatma ile kandırılırlar ve yemlerine ilaçlar karıştırılır.
ADİL TİCARET ETİKETİNE DİKKAT
Bir daha çikolatanızdan da bir ısırık aldığınızda, bu lezzet ile dünyanın en fazla tehlike altındaki ormanları ve bu ormanlarda yaşayan milyonlarca çiftçi arasında bir bağlantı olduğunu unutmayın. Çikolata, küçük bir yağmur ormanı ağacı olan kakaonun tohumlarından yapılır. Kakao ağaçları sürekli ve bol suya ihtiyaç duyar. Bu nedenle, yalnızca yağmur ormanlarında yetiştirilebilir. Kakao ağacı gölgeden etkilenmez. Bu yüzden de yağmur ormanlarında kakao çiftçileri ağaçları kesmeden kakao yetiştirebilir. Böylece kakao doğayı koruma açısından da büyük önem taşır. Fakat ormanları kesip sattıktan sonra kakao tarımı yapanlar da var. Ayrıca kakao ağaçları özel bakım ve ilgi gösterildiğinde daha verimli oluyor.
Kakao yetiştiren bazı çiftçilerin inanılmaz hırsı binlerce göçmen çocuğu tarlada köle olarak kullanmasına neden olabiliyor. İşte bu sebepten, canınız bir daha çikolata çektiğinde, öncelikle en fazla kakao içeren ürünü tercih edin (çünkü orada daha fazla kişi çalışıyor). Daha sonra (köle kullanılmadan üretildiğini garanti eden) “adil ticaret” etiketini arayın. Son olarak “gölgede yetişmiş” gibi bir etiket olmasa da organik ürün etiketi olan ürünleri seçmeye çalışın.
KARİDES KURBANLARI
Günümüzün milyarlarca dolarlık karides sanayinin uyguladığı avcılık yöntemleri de hem yıkıcı hem de inanılmayacak ölçüde israf yaratıyor. Karides avlamak için trolcüler denizin dibini tarayarak deniz yaşamını mahvediyor ve trollerin yoluna çıkan her şeyi topluyor. Ağlarına takılan kaplumbağa ve diğer deniz canlıları işe yaramaz olarak görülüp çoğunlukla ölü halde yeniden denize atılıyor.
Küçük, çok bacaklı, kabuklu bir hayvan olan karidesin bir tanesi yüzünden 10 deniz canlısı telef edilebiliyor. Toplamda karidesler, yakalanan tüm deniz canlılarının üçte birine denk geliyor ama küresel deniz mahsulü tüketiminin yüzde ikiden bile azını oluşturuyor. Piyasada satılan karideslerin dörtte üçü “vahşi yollarla” yakalanıyor. Yapay karides üretimi de ekolojik açıdan doğal avlanmadan daha az çevreye zarar vermiyor.
Naylon torbadan, cep telefonu, gazlı içecekler, şişe suyu ve anti bakteriyel sabuna kadar birçok şeyin perde arkası ile ilgili daha fazla bilgi için TEMA Vakfı’nın yayımladığı “Dünyanın Durumu 2004” raporunu okumalısınız.
Yazının Devamını Oku 
23 Mart 2009
Batan gemiden kurtulan denizcilerin azgın denizde kayalara tutunmaya çalışması gibi, hava durumundan anlam çıkarabilmek için hava kütlesi, romatizma ya da düşünce teknikleri gibi “değişmeyen” şeylere yöneliyoruz. Hâlbuki hava durumu gibi değişen şeyler hakkındaki bilgiler zamana ve mekâna göre çok değişir; sabit bir şeyler ve uyduruk bilgilerle açıklanamaz.
Geçen yüzyılın en önemli iki başarısı, atomlar ve bileşenlerini resmeden kuantum teorisi ile uzay, zaman ve külte çekimini resmeden Einstein’ın genel görelilik teorisidir. Bu iki teori, dünya ve bizim hakkımızda (duygusal şeyler hariç) neredeyse her fiziksel olayı açıklamakta. Bu nedenle biraz kuantum teorisi öğrenmekten kimseye zarar gelmeyeceği gibi, bu sayede yaşadığımız dünyaya, kendimize, hava tahminlerine, dair çok daha geniş ölçekli bir bakış açısına da sahip olabiliriz.
DOĞAYI ÖLÇMEK ZORDUR
Ben zamanında İTÜ’de rahmetli Şükufe Hanım’dan Modern Fizik dersi alınca kuantum teorisi öğrenmiştim ama bazı şeyleri daha yeni anlıyorum. Örneğin: Aldığım her nefes, Fatih Sultan Mehmet’in verdiği nefesten bir atom içeriyormuş. Şimdi taşındığım binanın üst katında, daha önce yaşadığım binanın alt katına kıyasla daha hızlı yaşlanıyormuşum. Ne kadar hızlanırsam, o kadar ince ve narin birim oluyormuşum. Fakat koşarken, ağırlığım artıyormuş. Bir fincan sıcak kahvenin ağırlığı, soğuk halinden daha fazlaymış. Radyodan duyduğumuz bip’lere göre saat ayarı yapmak yanlışmış. Zamanda yolculuk mümkün olunca, ya gidip büyükbabamı vurursam nasıl doğarmışım!..
Heisenberg belirsizlik ilkesine göre insanı çileden çıkartacak şekilde, doğa ölçmek istediğimiz şeyleri istediğimiz kesinlikle ölçmemize müsaade etmez. Bilebileceklerimizin bir sınırı var. Fakat iyi bir hava tahmini için “şimdi”yi bilmemiz lazım. Maalesef “şimdi”yi bilmek neredeyse imkânsız; çünkü “şimdi” hayali ve yapay bir kavram. Siz bu yazıyı okurken, şuan aslında yazının, saniyenin milyarda biri kadar geçmişteki bir görüntüsüne bakıyorsunuz. Benzer bir şeSkilde örneğin, ay veya güneş için “tam şu anda ne durumda” sorusunun cevabını da asla bilemeyiz. Bilebildiğimiz ayın bir buçuk ve güneşin ise sekiz buçuk dakika önceki durumudur.
Meteorolojiden vazgeçtim. Ne modern ne de klasik fizikten haberdar olan bir zamanların meteoroloji yetkilileri “havayı tahmin etmiyor; biliyoruz” diye böbürlenirdi. Bugün de fizik, psikoloji, psikiyatri gibi bilim dallarından ne kadar haberdar olduğu belli olmayan kişiler de başımıza “kuantumcu” psikoterapi uzmanı oldu çıktı. Böylece artık “fakirlik, korku, yalnızlık, öfke ve suçluluk asla kaderimiz değil. Bütün bunları değiştirmekse elimizde. Kuantum, bilinci altından başlayarak hücresel düzeyde tüm negatif düşünce ve inançlarımızı değiştiriyor” muşlar. Yani yine bir tuhaflıktan ötekine uçtuk!
Alfa Yayınları’ndan çıkan Marcus Chown’ın “Biraz Kuantum’dan Zarar Gelmez” adlı meşhur kitabını okumanızı ısrarla tavsiye ederim. Yukarıda verdiğim örneklerin basit ve kapsamlı açıklamalarını bu kitapta bulacaksınız. Özetle, bu kitabı okursanız bir yandan sınırlı bakış açınızı genişletirken, bir yandan da yaşadığınız gündelik dünya işlerinde hiçbir zaman tuhaf ve duygusal kuantum davranışlarını göremeyeceğimizi de anlayacaksınız. Yani, kuantum düşünce tekniği, kuantum felsefesi gibi şeylere umut bağlayıp, geçer ve işler olan bilimsel tıptan asla vazgeçmeyin.
PANELLERE DAVETLİSİNİZ
Bu gün Dünya Meteoroloji Günü. Bu günkü kutlamalar, İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nün ev sahipliğinde, İTÜ Ayazağa Yerleşkesi Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü ile ortaklaşa düzenleniyor. Hava Durumu ve Soluduğumuz Hava; İklim Değişimi ve Soluduğumuz Hava; Yerel Yönetimler ve Küresel İklim Değişimi konulu paneller, öğrenmeye meraklı olan herkese gün boyunca açık.
Yazının Devamını Oku 
16 Mart 2009
Veliler ve öğretmenler dikkat! Thomas Cardinal Wolsey’ın dediği gibi “Kafalara neler koyduğunuz konusunda çok, ama çok dikkatli olun; çünkü onları bir daha asla değiştiremezsiniz.” Günümüzde, bilimsel kavramların öğretilmesinde yanlış bilgi, örnekler ve çizimlerin kullanılması, “kötü bilim” olarak kabul edilip üzerinde durulan önemli bir eğitim ve öğretim zaafı. Maalesef büyüklerimizin bir kısmı, kullandıkları kelime ve kavramların anlamını bilmiyor. Daha da kötüsü, bunun farkında bile değil. Sonuçta iyi niyetle de olsa yazıp söyledikleriyle çocuklarımıza yanlış bilgi verip, yanlış şeyler öğretebiliyorlar.
Son yıllarda ilk ve orta eğitimimiz, ezberden çok doğru şekilde yaparak, yaşayarak öğrenmeye kaydı. Bu nedenle, öğrencilerimiz ekip halinde çalışıp projeler hazırlayıp bilim fuarlarında yarışmalara katılıyor. Ben de küresel iklim değişimi ve çevreyle ilgili yarışmalarda jüri üyesi olarak çok sık ve zevkle görev yapıyorum. Çocuklarımızın heyecanı, enerjisi, yaratıcı düşüncesi, hayalleri süper. Ama konuştukları dil ve kullandıkları ifadeler korkunç. Burnundan konuşanlar bir yana çocuklarımız bazen kavramları, anlamlarını hiç bilmeden ve çok yanlış kullanıyor. Örneğin, ısı yerine sıcaklık, sıcaklık yerine ısı, ozon seyrelmesi yerine ozon delinmesi, küresel iklim değişimi yerine küresel ısınma kullanmak bunların başında geliyor. Bu durumda da üzgünüm ama yarışmalarda çocuklar benden düşük puan alıyor!
BİLİMSEL KRİTER NEDİR
Bu yıl, 5. FIRST Lego Ligi Türkiye Turnuvası 27 Şubat - 1 Mart arasında Feshane’de “Çocukların İklim Zirvesi” sloganıyla yapıldı. Çocuklarımız yaptıkları projelerde ilkim değişikliğinin yarattığı bir probleme farklı çözümler üretmişlerdi. Jüri olarak puanlamada zorluk çektik doğrusu. First Lego Ligi, benim şimdiye kadar jüri üyesi olarak katıldığım en kapsamlı ve en iyi düzenlemiş organizasyondu. Projelerde çocukların araştırmalarının kalitesi, yenilikçiliği, yaratıcı çözümleri ve sunuşları birbirinden güzeldi. Fakat yazılı ve sözlü sunumlarda yanlış kavram kullanmalarından yine rahatsız oldum.
Ülkemizde adı, unvanı, makamı her ne olursa olsun havadan-sudan-iklimden konuşanların büyük kısmında cahillik diz boyu. Bu nedenle, doğru bilgi edinmek için, öncelikle konuşan kişinin uzmanlık alanına ve açıklamayı yaptığı ortama dikkatle bakmak lazım. Ayrıca unvanı ve makamı ne olursa olsun, kişilerin “bana göre” veya “düşünceme göre” gibi ifadelerle yaptığı açıklamanın da bilimsel hiçbir değeri yok. Bilimsel hakem kontrolü sürecinden geçip bilimsel dergilerde yayımlanamayan hiçbir şey, bilimsel anlamda güvenilir değil. Bu tür yayınlara (beyaz zehir gibi!) “beyaz yayın” denir. Bunlar kafa ve bilinç karıştırıp bilgi kirliliği oluşturdukları için de çok tehlikelidir.
TWAIN’İ ÖRNEK ALALIM
Sevgili Büyükler, Charles Dickens’in dediği gibi “Hiçbir şeyi görünüşüne, önyargılara ve kulaktan dolma bilgilere göre değerlendirmeyin; somut delil ve bulgulara göre değerlendirin.” Böylece Türkiye’de de “bilmiyorum” demek artık bir ayıp olmaktan çıkmalı. Mark Twain’in, “Soruyu anında cevaplayabildiğim için çok mutluyum: Bilmiyorum!” sözü bize de ders olmalı.
Artık lütfen daha dürüst olalım ve gerektiğinde çocukların sorduğu sorulara utanmadan “bilmiyorum” deyip, internete yalan ve yanlış bilgiler koymayalım, internet bilgisiyle kitap yazıp proje filan da yapmayalım!..
Küresel iklim değişimine, sürekli olarak küresel ısınma diyenler yüzünden bu yıl ki yağış ve soğuk havaları şaşkınlıkla karşılayan şaşkınlar var. Kılavuzu beyaz yayın olanlar, kafa karışıklığından kurtulamaz!..
Yazının Devamını Oku 
9 Mart 2009
İnternetteki bir aramada adımı “Halkın Yükseliş Partisi”nin web sitesinde görünce şaşırdım. HYP, küresel iklim değişimi ve kuraklık konusunda yazdığım kitapları ayın kitapları arasında gösteriyor. Halkımızdan okunması istenen 12 kitap arasına iki kitabımın da konmasından daha çok Türkiye’de siyasi bir partinin halka kitap okumayı tavsiye etmesi beni şaşırttı. Siyasi partilerimizin bu tür konularla pek, daha doğrusu hiç ilgisi olmaz da!
DİYANETÇİDEN FIRÇA YEDİM
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk Hoca’nın altmış küsur eserinden ben sadece birini okuyabildim! Afet yönetimi ile ilgilenen birisi olarak “Kur’an Açısından Küresel Afetler” adlı kitabı okumam gerekiyordu. Normalde din hakkındaki kitapları okumam. İnanç, bence çok mahrem, tartışılamaz bir konudur. Ama halkımızın afetler ve çevre konusunda neden hiçbir şey yapmadığının sosyolojik nedenini de anlamam gerekiyor.
Bir başka hayalim de Kuran’da geçen atmosfer, hava, su ve afet konularının tefsirinde din adamlarına yardımcı olabilmek. Geçenlerde eski bir diyanet işleri başkanından bu yüzden fırça yedim. Ona “Kuran’ı tefsir etmek için sadece Arapça bilmenin yetmeyeceğini. Kuran’ın bahsettiği konuların da uzmanlarıyla bir araya gelerek açıklanması gerektiğini” söyledim. Bana neden kızdığını hâlâ anlamış değilim. İlahiyatçılar, bilim ve teknolojideki gelişmeleri ne kadar yakından takip edebiliyor? Örneğin ilahiyat profesörlerimiz yağmurun nasıl yağdığını hâlâ ilköğretim kitaplardaki yanlış ve eksik bilgilerle mi yorumluyor?
KURAN’DA KÜRESEL ISINMA
Öztürk Hoca’nın kitabında bizim bildiğimiz anlamda deprem, sel gibi çok bilindik afetlerden bahsedilmiyor. Yerkürenin kıyametleri, küresel afetler olarak ele alınıyor. Böylece aşırı tüketimden, hidrojen enerjisine; küresel iklim değişiminden Kyoto Protokolü’ne; genetiği değiştirilmiş gıdalardan nüfus artışına kadar çevre bazında günümüzdeki insanlık problemleri ele alınıyor. Hocanın amacı okuyucuya “doğal yaşama coşkusu ve tabiat sevgisi taşıyabilmek.” Kitabın içeriği ve başlığından bu pek anlaşılamıyor.
Kitapta ülkemizde bizim bildiğimiz klasik afetlere halkın hazırlanmasında bir engel olarak görülen ve yanlış bir şekilde algılanan “kader”, kavramı da ele alınmış. Hoca kaderin Kuran’da, “ölçü, ilke, kural, düzen, takdir ve ahenk” anlamında kullanıldığını söylemekte. En çarpıcı olanı da “Kuran’ın gösterdiği iman esasları içinde ‘kadere iman’ diye bir şey yoktur” şeklindeki açıklaması.
Çok ilginç bir yorum da bu gün küresel ısınmadan dolayı kutuplardaki buzulların erimesinin, Ra’d ayetiyle Kuran’da çok önceden açıklanmış olması konusu. Hoca’ya göre Kuran; hesap, azap ve kıyametten söz ettiği ayetlerin en dikkat çekicilerinden ikisinde “yerkürenin uçlarından sürekli azaltmalar” yapıldığını söylemekte.
Yazının Devamını Oku 