Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Vatandaş, İstanbul’dan Ankara’ya uçak yerine hızlı trenle git

24 Ağustos 2009
Doğu Karadeniz selleri nedeniyle Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile kapsamlı bir görüşmem oldu. Sellerden baz istasyonlarına, helikopter kazasından Trabzon demiryoluna uzandı sohbetimiz. Yolcuların ışınlanmasına kadar her şeyi konuştuk...

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’la yaptığım görüşmede, Karadeniz Sahil Yolu’yla ilgili yerel yönetimlerin tüm şikayetlerini ilettim. Yerel yönetimler, köprü ve yollara yakın yerdeki çakıl ve kumu temizleme yetkisi olmamasından, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün de bu işlemi zamanında yapmamasından şikayetçiydi. Durumu fotoğraflarla izah ettiğimde bakan, Karayolları Genel Müdürü’nü çağırıp talimat verdi. Sahil yolunun, önceki hükümetler tarafından başlatılıp büyük yatırımlar yapılmış olduğu için tamamlayıp hizmete soktuklarını belirten bakan, köprüler konusunda da tek sorumlunun Karayolları Genel Müdürlüğü olmadığını hatırlattı.
BAZ İSTASYONLARI ÜÇ KART ARTMALIYMIŞ
Ulaştırma Bakanı Yıldırım, belediye, kaymakamlık, il özel idaresince de köprü yapıldığını belirtip, tüm kurumların riskler konusunda aynı hassasiyeti göstermesi gerektiğini vurguladı.
Üsküdar’daki Kerpiçhane Çocuk Parkı’na konulan baz istasyonunu da sordum. Baz istasyonları olmadan haberleşmenin olamayacağını ve insan sağlığına zarar verdiklerine dair bilimsel bir bulgunun olmadığını fakat buna rağmen Türkiye’de uluslararası sınırların dört kat daha yükseğini uyguladıklarını söyledi. Ayrıca Avrupa standartlarına göre Türkiye’deki baz istasyonlarını üç kat daha artırmamız gerekiyormuş! Bakan, Kerpiçhane Parkı’ndaki baz istasyonunda ölçüm yaptırıp sonucu bildireceklerini söyledi.
Kendisine rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazasını hatırlatıp kaza kırım ekibinde neden meteoroloji mühendislerinin bulunmadığı sordum. Bana göre aşırı soğuk sıvı su damlacıklarından oluşan sise helikopter girince üzerinde şeffaf bir buzlanma oluşmuş olabilir, bu da irtifa kaybına neden olmuş olabilir. Bakan Bey, kazaların tek bir nedeninin olmadığını ve tüm ihtimallerin devletin tüm kurumlarındaki uzmanlardan yararlanarak araştırıldığını belirtti. Kendilerine Sivil Havacılık Dairesi Uçuş Harekât Uzmanı (Dispeçer) Lisans Yönetmeliği’ni de göstererek, kursla herhangi bir lise ve yüksekokul mezununun pilotlara meteoroloji brifingi vermesinin doğru bir uygulama olmadığını da anlatmaya çalıştım. Benzer şekilde Bolu Tüneli’nde otomatik yol meteoroloji istasyonuna bağlı olarak çalışan buz çözme sistemi ve ülkemizdeki havalimanlarının yer seçimi ile birlikte pistlerin yönlendirilmesinde meteoroloji mühendislerinden yararlanılmadığı hususundaki klasik şikâyetlerimizi ilettim.
TRABZON’A TREN
Tekrar Doğu Karadeniz’e dönerek Bakan Yıldırım’a, Atatürk’ün Trabzon’a demiryolu getirme sözünü hatırlattım. “Bu bizim için bir talimattır ama henüz bu konu gündemde değil” dedi. Zigana’dan demiryolu geçirmenin zor bir iş olduğunu anlattı.

Yazının Devamını Oku

Az gittik, uz gittik bir arpa boyu yol alabildik!

17 Ağustos 2009
Bugün Marmara Depremi’nin 10’uncu yıldönümü. Deprem hakkında yazmak kaçınılmaz. Fakat bu konuda şimdiye kadar o kadar çok yazıldı, konuşuldu ki, söyleyecek yeni bir şey yok. Yani sözün tam da bittiği yerdeyiz! Şimdiye kadar yapılanlara ve yapılması gerekenlerle baktığınızda 10 yılda özellikle yerel yönetimlerin neredeyse hiç yol alamadığını görüyoruz. Bu nedenle, “Velev ki belediye başkanı oldum, işte depreme hazırlık için yapacağım ilk 10 şey!” başlıklı yazımı güncelleme gereği duyuyorum.

RİSKLERİ AZALTAMADIK

Evet, 10 yılda afetlere hazırlık için çok şey yaptık ama yeterli değil. Riskleri azaltamadık ve halka inemedik. Marmara’da yaşadığımız depremler ve yıkıma neden olan diğer afetler, Türkiye’de afet ve acil durum yönetiminde daha yüksek standartlara, ortak bir eğitime ve hazırlığa ihtiyacımız olduğunu göstermişti. Etkin afet yönetimi için hazırlık öncelikle evden ve bireylerden başlatılmalı.

NE YAPILMALI

Belediye başkanı olsaydım öncelikle şunları yapmaya çalışırdım:
1) Fay hatlarına ve zemine asla takılıp kalmazdım. İyimser yorumlara aldanmaz en kötü olasılığa hazırlanırdım. Hiçbir zaman yaptıklarımı yeterli görmez, şakşakçılardan, övünmekten, kurumsal milliyetçilik ve körlükten kaçınırdım.
2) Şatafatlı, fakat atıl arama kurtarma ekipleri kurmak yerine afetlere müdahale için itfaiyeye, itfaiye gönüllülerine yatırım yapardım. Akretidasyonu sağlayacak İtfaiye Genel Müdürlüğü kurulması için çalışırdım. Afet planlarımı sadece bina yıkım riskine göre değil yangın, sel ve tahliye koşullarını da dikkate alarak yapardım. Ayrıca, su kesintisi, yolların tıkanması ihtimaline karşı depreme dayanıklı sabit su tanklarını yaygınlaştırırdım.
3) Gösterişli ve atıl afet yönetim merkezleri yerine içinde ve güvenli yaşamı öğreten müze, ilkyardım ve yangın eğitimleri de veren afet üsleri kurardım. Afet sonrası kendi kendisine yeterli olabilmesi için (şarkıcı, türkücü de getirerek) topladığım vatandaşlarıma ilkyardım ve yangın söndürme eğitimleri verirdim. Eğitimlerini tamamlayanlara ilk yardım çantası, duman detektörü ve yangın söndürücü dağıtırdım.
4) Tüm belediye birimlerini ve kamu binalarını tansiyon ölçme aletinden acil sağlık müdahale setine kadar temel sağlık malzemeleriyle donatırdım. Mağaza, sinema, özel kurum ve kuruluşu da teşvik ederdim.
5) Yerel Afet Gönüllülüğü’nü (YAG) teşvik eder; öncelikle istekli ve kendi aralarında organize olmuş site, sokak, mahalleliye gerekli eğitim ve malzeme için yardımcı olurdum. YAG ve mahalle komiteleri ile beraber organize ettiğim tatbikatlara benimle beraber anaokulu öğrencilerinden, mahalledeki en yaşlı bireye kadar çok geniş bir katılım sağlardım.
6) Belediye binası, park, salon ve okulların afette geçici sığınma yeri olarak kullanılacağını bilerek buralara en az üç günlük temel gıda ve sağlık malzemelerini depolardım. Bu malzemeleri kullanma süreleri geçmeden ya yoksullara dağıtır ya da tatbikatlarda kullanarak yenilerdim.
7) Afet sonrasında enkazı nereye dökeceğimi, yaralıları nerede toplayacağımı, yardımları nerede depolayıp nasıl dağıtacağımı ve barınma imkânlarını şimdiden planlardım. Tıkanan trafiğimin, yeşil alan eksikliğimin, dar sokaklarımın yaratacağı problemleri çözecek afetten sonra yeniden yapılanma planımı şimdiden hazırlardım.
8) Cep telefonları yaygınlaştıkça kentlerde telefon kulübeleri azalmakta. Afet anında GSM şebekelerinin çökmesi durumunda kullanılması için Japonya’daki gibi “171 Sesli Mesaj Servisi” gibi sistemlerin GSM şirketlerince kurulması için çalışırdım.
9) Bitişik nizamdan vazgeçer, zemine uygun bina yapılmasını sağlar, sağlam zemin diye ormanlara ve su havzalarına çürük bina yapmak isteyen açıkgözleri de engeller, afetlerde kullanılacak tahliye yolları, toplanma alanlarını göz önüne alarak kentsel dönüşümü planlar ve gerçekleştirmeye çalışırdım.
10) Belediye başkanı olarak asla “Bunlar benim işim değil” demez; 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun bana, afetlerden korunmak ve bunların zararlarını azaltmak için müdahale planları yapmak, halk eğitimi faaliyetlerini yürütmek, gerekli donanımları hazırlamak gibi görevler verdiğini hiç aklımdan çıkarmazdım.
Yazının Devamını Oku

80 yıllık tarihi Of Sel Felaketi Destanı

10 Ağustos 2009
6 Temmuz 1929’da Trabzon’un Of, Çaykara ve Sürmene ilçelerinde sel felaketi yaşanmıştı. Mahmut Kemal Poyraz (1912-1988), bu felaket sırasında 17 yaşındaydı.

Yazdığı “Of Felaketi Destanı” adlı şiir, neredeyse yöredeki tüm yaşlılar tarafından biliniyor. Torunu Fatih Poyraz, şiiri günümüze uyarlamış. 125 kıtalık destandan sadece birkaç kıtası bile bize olayın dehşetini ve bugün yaşananlarla benzerliğini gösteriyor.

Dokuzyüzyirmidokuzda
Pazar gününde, temmuzda
Saat yedide, gündüzde
Büyük bir afet olmuştur

Kabil değildir temsili
Görülmemiştir hiç misli

Yazının Devamını Oku

El yıkamak zorunlu olmalı öpüşmek hemen yasaklanmalı

3 Ağustos 2009
Dünya panikte! Domuz gribi virüsü dünyanın her köşesine yayılıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre iki yıl içinde domuz gribi virüsü 2 milyar kişiye bulaşabilecek. Bilim insanlarının en büyük endişesi, virüsün mutasyon geçirip milyonlarca kişinin ölümüne neden olan 1918’deki İspanyol ve 1958’deki Asya gribi salgınlarından çok daha ölümcül bir hal alması. Ayrıca sadece doğru bir el yıkama alışkanlığının, hem her yıl 1 milyon hayatı salgın hastalıklardan hem de milyonlarca insanı domuz gribinden koruyabileceğini söylüyorlar. Şimdi mesele biz gerektiğinde ellerimizi doğru bir şekilde yıkamayı biliyor muyuz, yoksa sadece ıslatıp yıkadığımızı mı sanıyoruz?

SONBAHAR ENDİŞESİ

Dünya Sağlık Örgütü, sonbaharda salgının kontrolden çıkması ve birkaç ayda küresel çapta yüzlerce kişinin ölümüne, on binlerce kişinin hastalanması ihtimaline karşı her ülkenin önlem almasını istiyor. Domuz gribi hızla yayılmaya devam ederken, ülkeler de bir dizi önlem alıyor. Bir yandan aşı siparişi verilirken, bir yandan da ilaç stokları yapılıyor. Hastalığın yayılmasını hızlandıracağı düşünülen (maç, konser, ayin, hac ziyareti) etkinliklere de kısıtlama getirilmesi planlanıyor. En etkili önlem olarak seyahat araçları ve sınır kapılarındaki sıkı denetim kontrolleri ilk sırada yer alıyor.

Birleşmiş Milletler (BM), 2008 yılından itibaren 15 Ekim’i “Küresel El Yıkama Günü” ilan etti. BM yetkilileri, böylece, küçük yaştan itibaren su ve sabunla el yıkama gibi basit alışkanlığın yaygınlaştırılmasının, ölümcül hastalıkları önlemenin en etkili yolu olduğu mesajını iletmek istiyordu. Bulaşıcı hastalıkların önemli kısmının el temasıyla geçtiğini kaydeden uzmanlar, özellikle kreş, okul, yuva gibi toplu halde bulunulan ortamlarda çocukların ellerini yıkamalarının onları bulaşıcı hastalıklardan koruyacağına dikkat çekiyor. Bu nedenle evde ebeveynlerin, okulda ise öğretmenlerin çocukları ellerini doğru yıkamaları konusunda eğitmeleri gerekiyor. Çünkü el yıkamak o kadar basit bir iş değil. Kurallarına uymazsanız, sadece sabunu köpürtmek hiçbir işe yaramıyor.

HER ŞEY ELİMİZDE

Eczacı Mehmet ŞAPÇI’ya göre “Hijyen kurallarına kesin uymak, selamlaşılan kişilerle öpüşmemek, hapşırırken ya da öksürürken ağzı bir mendil yardımıyla kapatmak ve onu hemen imha etmek, gün içinde elleri sık sık antiseptik sabunla yıkamak, susuz antiseptik ve dezenfektanlar kullanmak, kapı kolu gibi ellerin sık temas ettiği sert yüzeyleri temizleyici maddelerle her gün temizlemek, bağışıklık sistemini güçlendirici önlemler almak, hastalığa yakalanma riskini azaltmakta. Sağlığımızı korumak için de el yıkama çok önemli. Tekniğine uygun olarak, yeterli zamanda, doğru maddelerle yapılmayan, bilinçsiz el temizliğinin bir önemi ve faydasının olamayacağını biliyoruz.” Yani sağlıklı yaşamak “el”lerimizde ve bu konuda eğitim şart!

Bu nedenle, umarım domuz gribine karşı “Her Şey Elimizde” sloganıyla Sağlık Bakanlığı’nın yönettiği “Türkiye El Yıkama Programı Eylem Planı” başarılı olur. Domuz gribinin de etkisiyle insanlarımızda bilinçli el yıkamanın alışkanlık haline, hatta yaşam biçimi haline gelmesine katkısı büyük olur. Yoksa artık hijyen kurallarına uyanları uymayanlardan korumak için el yıkamak zorunlu olmalı; tokalaşmak ve öpüşmek de yasaklanmalı (bunlar benim normalde en sevmediğim şeylerdir!)

Hatta; elleri kirli gördüğümüz her zaman; yemek hazırlamadan, sofraya oturmadan, işe başlamadan ve hastalara dokunmadan önce; hastalara dokunduktan, para alışverişinden, burnunuzu temizledikten, kedi, köpek ve diğer tüm hayvanları elledikten, tuvaleti kullandıktan, yemek yedikten, sigara içtikten, bozulmuş gıda ve çöplere dokunduktan, kimyasal madde kullandıktan, saçlarınızı taradıktan veya elledikten sonra ellerini kurallara uygun şekilde yıkamayanlarımız idari para cezası ile cezalandırılmalı!
Yaşasın, Türkiye artık dumansız hava sahası! Sıra geldi temiz ellere, temiz topluma!
Yazının Devamını Oku

Dünya bir pencere herkes bakar gider!

27 Temmuz 2009
Bu yazıyı yazdığım gün Türkiye’deki trafik kazalarında altı kişi öldü ve 147 kişi yaralandı. Ülkemizde trafik kazalarında yılda ortalama yaklaşık 5 bin kişi hayatını kaybediyor ve 100 binden fazlası da yaralanıyor veya sakat kalıyor. Sonunda ben de bu istatistiğe dahil oldum! İşte tatil mevsiminde yaşadığım acı tecrübe ve ondan sizin için aldığım dersler.

İki temmuz günü saat 11.30 sıralarında Isparta-Antalya yolunda viraja aşırı hızla giren aracımız sol şeride geçerek Göynük Köprüsü demir bariyerlerine çarpa çarpa tekrar sağ şeride savrularak durdu. Bendeniz arka koltukta yalnız uyurken oluşan bu kazadan, kafamda ve sağ tarafımdan birkaç yara ve ezik ile Allah’ın izniyle, ucuz kurtuldum.
Soldan gelen güneşten kaçarak arka koltuğun ortasına geçmiş uyuyordum. Aracımız savrulurken “noooluyor yav” diyerek gözümü açar açmaz iki tarafta tavanda bulunan tutacaklara güya sıkıca tutundum. Fakat ne zaman burnumu, kafamın arkasının sol tarafını ve ne zaman sağ bacağımı, kaburgalarımı ve omzumu bir yere vurup incittiğimi anlayamadım. Gerçekten her şey bir anda oluyor!

SU İÇMEMELİYDİM

Yerinden çıkmış koltuğumu dolduran, kafamın üstünde patlamış camın parçalarını üzerimden temizleyip, birinin açtığı kapıdan hoplaya zıplaya dışarı çıktım. (Adrenalinin yüksek olduğu an bu!) Cep telefonumun kamerasıyla aracın fotoğrafını da çektim. Birkaç adım attım ki başım dönmeye, midem bulanmaya başladı. Burnumla kaşımın arasının da kanadığını elim fark etmiş ki uçup giden gözlüğümün olmadığı yere kolayca ulaşıverdi. Yürüyerek köprünün yakınındaki alabalık tesislerinde bir sandalyeye zar zor ulaştım.
Tesislerde başımı masaya koymuş ambulans beklerken bana çorba ısmarlayan yurdumun insanlarına çok teşekkür etmem! Kimisi yan taraftaki tuvalette başımı yıkmamı söylüyor, kimisi de çay içersem kendime geleceğimi! Ben de afet yönetim uzmanıyım ya, o kadar eğitim almışım böyle bir kazada hiç bir şey yenilip içilmeyeceğini unutup su istedim! Gelen buz gibi suyu geri çevirip normal sıcaklıktaki suyu içtim! Hâlbuki kimse bana su ısmarlamamıştı ama aşırı terliyordum ve ağzım da kurumuştu... Bu arada kafamın arkasında bir zonklama ile oluşmuş olan yumruyu fark ettim ve buz isteyip orada tuttum.

HASTANEDEKİ SÜRPRİZ

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama sonunda ambulans geldi. T.C. Sağlık Bakanlığı Burdur Bucak Devlet Hastanesi’ne doğru 20 dakikalık ilk ambulans yolculuğuma çıktım. Yataklı araba gibi bir şey ama sedye pek rahat değil; sağa sola savruluyor. Parametriğin serum takması ile birlikte “sorgu sual” başlıyor; öldüm mü ne! İç kanama tehlikesine karşın su içmenin yanlış bir şey olduğunu fark ediyorum ama geçmiş olsun!
Normalde kuyruklardan, kalabalık ve kabalıklardan nefret ettiğim için hastanelerden uzak dururum. Fakat Burdur 112 Acil, Bucak Devlet Hastanesi Acil ve Genel Cerrahi Servisi’nin teknisyen, hemşire ve doktorlarına çok teşekkür ederim. Hepsi süperdi! Büyük bir şehirdeki devlet hastanesine düşseydim bu kadar ilgi ve sevgi ile bakılacağımı hiç sanmam. Burdur şivesi ile konuşan hemşirelerin elinde iğne olmasa ve neredeyse dakikada bir kan almasalardı onların gerçek bir melek filan olduğuna da inanabilirdim!
“Şimdi ortalık sel ve orman yangınlarıyla dolup taşarken yaşadığın bir kazayı niye yazıyorsun” diye bana kızabilirsiniz. Vallahi orman yangınlarını, selleri ve onlardan sonra kurulan k(e)riz masalarının ve yönetiminin yanlış olduğunu burada defalarca yazdım ama dinleyen yok. Neyi bilmediğini bilmeyenlere bir şey anlatamıyorsunuz! Bari siz magandalık yaparak hızlı araç kullanmayın ve arka koltukta da mutlaka ama mutlaka emniyet kemerinizi takın! Akıllı insanlar başkalarının acı tecrübelerinden ders çıkarır...
Sonuç olarak, “Dünya bir pencere, herkes bakar gider” diyor bir türkümüz. Ben geçirdiğim kazadan sonra şimdi bu pencereden ikinci kez bakıyorum. Türkiye’nin her yerinde gördüğüm yol inşaatları ve Bucak gibi bir yerde kurulan modern hastane ve sağlık personeli için hükümete teşekkür ederim. Fakat son sellerin gösterdiği gibi afet yönetimi konusunda memleketimizde gerçek anlamda değişen hiçbir şey yok. Bu konudaki kurumsal körlük, cahillik, yanlış ezber ve antik uygulamalar hâlâ hat safhada!
Yazının Devamını Oku

Afyonkarahisar Mevlevihanesi ile Sultan Dîvânî Mevlevihane Müzesi’ni görmelisiniz

20 Temmuz 2009
Afyonkarahisar Mevlevihanesi, Asitane denilen, çile çıkarılabilen 15 mevlevihaneden biri. Dünyadaki yüz kadar mevlevihane arasında, Afyonkarahisar Mevlevihanesi, Konya Mevlevihanesi’nden sonraki en önemli mevlevihanedir. Bu etkileyici yeri herkes görmeli!

Çünkü Hz. Mevlana sağlığında iken gittiği ve Çelebi Sülalesi denilen soyunun Konya’dan sonra önemli bir yoğunlukta yaşadığı yer Afyonkarahisar’dır. Torunlarından Sultan Dîvânî’nin icraatları, hem Mevlevilik tarihi hem de Afyonkarahisar Mevleviliği açısından çok önemli. Sultan Dîvânî, Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nin en önemli şahsı olup, kabri mevlevihanenin içerisindedir. Ayrıca, mevlevihanelerde 40 hatimli dua ile pişirilen Şifalı Aşure geleneği, Sultan Dîvânî döneminde Afyonkarahisar’da başlamış. Günümüzde de bu gelenek sadece Afyonkarahisar’da devam etmekteymiş.

Afyonkarahisar Mevlevihanesi, Asitane denilen, çile çıkarılabilen 15 mevlevihaneden biri. Çile, nefsi terbiye etmek için yaşanan bir süreç, manevi bir eğitim dönemidir. 1001 gün süren bu dönemde, insan ahlakının olgunlaşması konusunda önemli merhalelerden geçilir. Çile çıkarmak için mevlevihaneye gelen şahıs (can), ilk 3 gün Matbah’da (Mutfak) bulunur ve olan bitenleri izler. Eğer çile için kalmaya karar verirse bunu Kazancı Dede’ye söyler. Kazancı Dede, mevlevihanenin şeyhinden sonra en önemli şahıstır. Bu önemli şahsın mutfakta bulunmasının sebebi; mutfağın ham olan insanın piştiği yer olmasıdır. Görünüşte yemek pişiriliyor gibi ise de, Kazancı Dede’nin rehberliğinde Can’lar pişer.

1001 gün sürecek çile döneminin ana prensibi, insanın insana hizmetidir. Nefs, insan ayırt etmeden hizmet etmeyi pek sevmez. İnsanların kimlik ve şöhretlerine göre yön değiştirir. Fakat mevlihanelerde dervişler, kendi benliğini bir kenara bırakarak, herkese hizmet etme konusunda titiz davranır. Bu hizmet dönemi 18 basamaklı: Pazarcılık ile işe başlar. Tahmisci (kahveci), tahmisci başı, çerağcı (aydınlatma işleri), çerağcı başı, abrizci (su taşıma-temizlik işleri), abrizci başı gibi görevler sırası ile icra edilir. Tuvalet temizlemek de bu görevler arasındadır. Tuvalet temizlemekle, başkasının ayıbını örtmeyi başarmaya çalışır derviş. Başkasının ayıbını örtmek, nefse en ağır gelen şeydir. Çünkü nefs daha çok, kendini övmeyi, başkasının ayıbını ortaya çıkarmayı sever! (Bende de bundan var galiba!)

Çilenin son 40 günü Halvet’te geçer. Halvet; Allah’la baş başa kalmak demekmiş. Bu, Hz. Musa’nın Tevrat’ı almak için Tûr Dağı’nda kaldığı 40 gecenin temsili. Çile çeken can, dua ile halvet odasına alınır ve 40 gün boyunca, abdest, tuvalet ve cuma namazı hariç bu odadan çıkmaz. Artık Nefs Muhasebesi’nin bu son dönemini de başarı ile tamamlarsa, Şeyh Efendi tarafından ona Sikke denilen Mevlevi Külahı giydirilir. Külahı artık onun nefsinin mezar taşıdır. Semazenin beyaz tennuresi de nefsinin kefeni. Siyah hırka dünyayı temsil eder. Sema ayini sırasında semazenler hırkalarını çıkarırlar, yani dünyayı bir kenara bırakırlar. Ahlaki olgunlaşmanın gerçekleşmesi için dünya hırsının bir kenara bırakılması gerekir.

Postnişin; mevlevihanenin şeyhi ve post sahibi kimsedir. Posta oturmak tekkelerde bir gelenek idi. Post; Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme imtihanı sırasında gönderilen kurbanlığın temsilidir. Yani fedakârlığın sembolüdür. Ayrıca postnişinin postu kırmızı renklidir. Kırmızı; vuslatın (kavuşmanın) rengidir. Güneş batarken ufuk kızarır. Aslında başka bir memlekete kavuşan güneş bize batıyor gibi görünür. Hz. Mevlana’nın, kendi ölümünü, Şeb-i Aruz (kavuşma gecesi) diye adlandırmasının sebebi de budur.
Sema; Hz. Mevlana’nın manevi coşkusunun, ete kemiğe bürünmüş halidir. Sema; kudümzenin kudüme bir-iki darbe vurması ile başlar. Bu vuruş, Allah Teâlâ’nın kâinata “Ol” emrini verişini temsil eder. Yani Sema töreni, önce kâinatın yaratılışını anlatır. Ardından da neyzen, bir taksim yapar ve neyle Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’i yaratırken kendi ruhundan üfleyişini temsil eder. Semazenlerin dönüşü de yedi bölümdür ve sonunda İnsan-ı Kâmil olunur. Kısaca Sema; varoluş ve mükemmelliğe doğru yönelişi ifade eder.

Müzede bulunan temsillerden biri de, Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sini okuyup yorumlayan Mesnevihan’dır. Mesnevi, dünyada en çok okunan kitaplardan biri. Burada hattatlar da çizgi sanatının ustalarıymış. Çünkü harfler çizgilerden oluşur. Kuran-ı Kerim’de “Allah insana kalemle yazmayı öğretti” ayetinden dolayı hattatlar için yazı kutsaldır. Bundan dolayı da hiçbir yazının üzerine basmazlarmış. Onların bu hassas davranışı, yazı yazarken hata yaptıkları duruma da yansımış. Hatalarını parmakları ile yalayarak düzeltirlermiş. Çünkü silmek, saygısızlık ifade eder. Mürekkep yalamak deyimi de buradan gelmekte.
Afyonkarahisar Mevlevihanesi ve Sultan Dîvânî Mevlevihane Müzesi’ne gidip Namık Kemal’in annesinin mezarını, mevlihanenin kadın yöneticilerini, derviş hücrelerini, postnişin, halvet, sema, mesnevihan ve hattat odaları ile birlikte buralardaki etnografik eserler dahil birçok şeyi kendi gözlerinizle görün. Ayrıca Müze Müdürü Lokman Solmaz Bey’in davudi sesinden de buranın tüm sırlarını dinleyin. Çok etkilenecek ve pişeceksiniz!
Yazının Devamını Oku

Geçiyordum uğradım Refahiye’yi çok sevdim

6 Temmuz 2009
Büyük kentlerin kızgın betonlarından, bunaltıcı neminden kaçıp nefes alabileceğiniz bir rotada yolculuğa çıkmak istiyorsanız Anadolu Platosu sayısız fırsat sunuyor. Van dönüşü, Erzincan’ın Refahiye ilçesine uğradım. Halkının misafirperverliğine, doğasına, püfür püfür ormanlarına hayran kaldım.

Çok planlı programlı ve ciddi bilinen biri olmama rağmen sürprizi, şaka yapmayı severim. Öğrencilerim, akademisyen arkadaşlarımla Van’daki 10 günlük teknik inceleme gezisinden İstanbul’a dönerken Erzincan’ın Refahiye ilçesinde sınıf arkadaşım Cemalettin Haberdar’ı hatırladım. İstanbul İnşaat Teknik Lisesi’nde yatılı okurken hep hasretle “ah, vah Refahiye” deyip dururdu. Erzincan-Refahiye yolunda aklıma gelince telefon ettim. “Senin memleketten geçiyorum” deyince “illa da benim köye de uğrayın” diye tutturdu.

Otobüsümüzü Refahiye Kayı köy’e döndürüp, köyün misafirhanesinde birkaç saat konakladık. Allah’tan habersiz gittik! Yoğurtlar, ayranlar, çaylar, peynirler, ekmekler hemen önümüze boca edildi. “Neden bir gün önce haber vermedik, neden bir gece kalmadık” diye bir sürü sitem ettiler. Anadolu insanının bu candan yakınlığı her şeyden daha fazla bizi etkiledi. “Tanrı misafirliği” dünyada başka hangi ülkede var? Yurdumun insanına kalacak yerim ya da yiyecek param yok filan demenize gerek yok! Bu gün hâlâ Anadolu’da herhangi bir köye gidip selam verin, sizi başları üzerinde tutarlar.

İSMİNİ ŞEFİK PAŞA VERMİŞ

Erzincan’ı hep yaşadığı acı depremlerle duymuştum. Refahiye’yi de Cemalettin’den. Araştırınca, her yerde Refahiye’yle ilgili aynı bilgilerle karşılaştım. Özetle, eski adı Gercanis olan Refahiye, 1884 yılında ilçe olmuş. O tarihte Erzincan Mutasarrıfı Şefik Paşa bu bölgeye geldiğinde ormanı, suyu ve havasının güzelliği dikkatini çekmiş. Bunun üzerine buraya “refah yer” manasına gelen “Refahiye” adını vermiş. Atatürk, Milli Mücadele’nin başladığı günlerde, 29 Haziran 1919’da, ilçede bir gece konaklamış.
Kayıköy’üne gelince, Selçuklular zamanında Kayı adında bir kişinin buraya gelip yerleştiği ve köyü kurduğu rivayet edilmekte. Köy halkı geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlıyor. Köyün ilçe merkezine uzaklığı 17 kilometre. Bu köyden yetişip hizmetleri ile ülkemizde iz bırakanlarının başında Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım geliyor.
Refahiye, Karadeniz Bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi ile İç Anadolu Bölgesini birbirinden ayıran ve Yeşilırmak ve Fırat gibi önemli nehirlerin su toplama havzası olması nedeniyle büyük bir önem taşıyor. Bu nedenle tarih boyunca birçok medeniyete de ev sahipliği yapmış. Bunlardan kalan en önemli eserler, Kutlutepe Kalıntıları, Kadıköy Kilisesi, Kutsal Kaya-Roma Antreposu ve Merkez Camii.

ULAŞIMI KOLAY

Refahiye, Erzincan’a 71 kilometre uzaklıkta ve E-80 devlet karayolunun üzerinde, ulaşımı kolay. İlçe, çam ormanları açısından zengin. Soğukgöze, Karaçam mevkileri arasındaki, iki bin metre irtifadaki Dumanlı Yaylaları, soğuk su kaynakları, göleti, piknik alanları ve güzel kayak tesisleri turizm açısından önem taşıyor.
Yazın şu sıcak günlerinde Köroğlu Mağarası, Bal Kaya, Gölet, Dumanlı Yaylaları ve Refahiye ormanlarını içeren bir turda ferahladığınızı hissedebilirsiniz. Dumanlı Yaylaları’nın, Refahiye Ormanları’nın bitki örtüsü görülmeye değer. Buralar doğal güzelliği, temiz havası, bol soğuksu kaynakları, av hayvanları ve kamp imkânları ile yaz ve kış, tüm yıl boyunca turizme açık. Eğer ağustosta buraya yolunuz düşerse Bal Festivali’yle karşılaşacaksınız. Bana anlatıldığı kadarıyla, görülmeye değer bir şölen. Sakın kaçırmayın derim!
Yazının Devamını Oku

Balık hafızalıyız ama aptal değiliz

29 Haziran 2009
Gece yarısı operasyonlarıyla baz istasyonları burnumuzun dibine kuruluyor. Artık GSM baz istasyonu ile ilgili herhangi bir yönetmelik, kural yok. Yeni düzenlemeyle yerel yönetimlerin görüşü, halkın hassasiyeti hiç dikkate alınmıyor. İki hafta önce yazmıştım, birçok şikayet aldım.

Gelişigüzel kurulan baz istasyonları binlerce vatandaşı öfkelendirip isyan ettiriyor, fakat muhatap bulunamıyor. İki hafta önce Üsküdar, Selamiali Mahallesi, Şehit Üsteğmen Halil Ögel Sokak’taki Kerpiçhane Parkı’na konulan kamuflajlı baz istasyonunu yazmıştım. Benzer dertten yakınan vatandaşlardan ve Üsküdar Belediye Başkanı’dan mesaj geldi.
Bir vatandaştan gelen şikâyet: “Bakırköy Kartaltepe Mahallesi Aksu Sitesi’nde oturuyorum. Mahallemizde birkaç baz istasyonu var. Ancak biri çok sinir bozucu. Bahçemizde, iki katlı bir evin çatısında. Sitenin bitişiğinde Ahmet Hamdi Tanpınar İlköğretim Okulu, çok sayıda yuva bulunmakta. İmza toplayıp kaymakamlığa, belediyeye başvurduk. Konunun kendilerini aştığı, müdahale şanslarının olmadığı söylendi. Şimdi hukuki yollara başvuracağız.”

VALİLİK İZİN VERMİŞ

Üsküdar Belediye Başkanı Sayın Mustafa Kara’nın gönderdiği açıklama: “Geçmişte baz istasyonları için önce ilçe belediyesinden onay yazısı alınıp, sonra İçişleri Bakanlığı’ndan izin isteniyordu. Son dönemde prosedürün uzaması dolayısıyla yeni bir uygulama başladı. Kararı direkt olarak valilikler ve Ulaştırma Bakanlığı vermekte. Şikâyette bulunduğunuz baz istasyonu hakkında yapmış olduğumuz araştırmada ilgili iznin direkt olarak valilikten alındığı bilgisine ulaştık. Kurulumunda belediyemizin herhangi bir yetki ve sorumluluğunun bulunmadığını bilmenizi isteriz.”
Görüldüğü gibi yerel yönetimler devre dışı ama öncelikle halkla karşı karşıya kalanlar onlar. Seçimlerde de bunun en büyük faturasının onlara çıkacağından şüphe yok. Bu durumda şimdi Sayın İstanbul Valisi’ne ve Ulaştırma Bakanımıza sesleniyor ve soruyorum: Yaşlılara, çocuklara, halkımıza reva mı bu? Bazların evlere, hastanelere, çocuk yuvalarına, hatta parklara yakın noktalara yerleştirilmesine nasıl izin veriyorsunuz?

UMUTLA BEKLİYORUZ

Beni en çok sinirlendirenlerden biri de “tepki çekmemek için” baz istasyonlarını bazen bir su deposu, palmiye ağacı, elektrik direği, bazen de bir baca görünümüyle farklı kılıklara büründürülmesi. Bu resmen vatandaşın zekâsına hakarettir! Tamam, balık hafızasına sahibiz. Seçimlerde oy vermeye gelince baz istasyonunu filan unuturuz belki ama halk olarak hiç de aptal değiliz. Bazınızı gidin doğru yere adam gibi kurun!
Sonuç olarak milyonlarca kişi aynı dertten yakınıyor ama halkın hassasiyetini kimsenin dikkate aldığı yok. Karar vericileri uyarıyorum: Kanser hastalarının sayısında ciddi bir artış görüldüğü ve insanların korku içinde yaşadığı bir ortamda tedirgin ve rahatsız olanların sevdiklerine herhangi bir şey olunca önce sizi suçlayacak ve asla afetmeyecektir.
Halkı daha fazla tedirgin etmeden ve mahkeme kapılarına dökmeden başta savcılar olmak üzere ilgili mercilerin acilen harekete geçmesi gerekiyor... Bu konuda valilik ve bakanlıktan gelecek açıklamaları, atılacak doğru adımları umutla bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku