26 Ekim 2009
13 Ekim’de ABD’deki Harvard Üniversitesi’nde “Risk ve Şehir: İstanbul Örneği” adlı çalıştaya davet edildim. Yedi saatlik zaman dilimini bir gün arayla bir batıya bir de doğuya doğru geçerek gidip geldim. Size , Harvard’da öğrendiğim ilginç ayrıntıları anlatacağım.
Önce kendime “Yirmi öğrenciye 30 dakika sunum yapmak için gidiş geliş 30 saat uçulur mu yahu” diye kızdım. Ne zaman “hayır” demeyi öğreneceğimi bilmiyorum ama Harvard’a iyi ki gitmişim. Çünkü Prof. Ulrich Beck gibi Avrupa’nın en önemli sosyoloğuyla tanışmak ve afete hazırlık durumumuzu tartışmak fırsatını buldum. Prof. Beck’in, “Risk Toplumu” kitabı ile günümüzün sosyoloji biliminde yeni bir pencere açan önemli bir düşünür olduğunu bilmiyordum. Bilseydim herhalde onunla uzun boylu bir tartışmaya filan giremezdim!
JAPONLAR NE DEDİ?
Prof. Beck, konuşmasında riskin matematiksel bir şekilde ifade edilemeyeceğini söyledi. Benim konuşmam ise risk eşittir tehlike olasılığı çarpı zarar görebilirlik denklemi üzerine kurulmuştu! Beck’e göre günümüzde bilim o kadar güçlü bir hale geldi ki artık kendi etkilerini ne tahmin ne de kontrol edebiliyor. Bilim, hesaplanması mümkün olmayacak kadar büyük riskler oluşturuyor. Örneğin nükleer füzyon, genetik mühendislik ve iklim değişimi alanında toplumların kendisinin bilimin bir laboratuvarı haline geldiğini iddia ediyor. Benzer şekilde afet yönetimi de insanları laboratuvar deneği olarak kullandığını ima ediyor...
Tokyo Üniversitesi’nden gelip İstanbul ile Tokyo’yu karşılaştıran Japon profesörleri dinleyince de İstanbul’da hızla azalan yeşil alan faturasını depremde çok kötü bir şekilde ödeyeceğimizi anladım. İkinci Dünya Savaşı’nda Tokyo hava saldırılarıyla bombalanırken Japonların binalardan çıkıp toplanmak için belirledikleri “açık alanlar” bugün deprem, yangın gibi afetlerde tahliye, toplama amaçları için korunuyor. İstanbul gibi büyük bir depremi bekleyen Tokyo için “Deprem Sonrası Yeniden Yapılanma Master Planı” hazırlanmış. Bizim “İstanbul’u etkileyecek bir depremden sonra ortaya çıkabilecek 140 milyon tonluk enkazı ne yapacağız” sorusuna bile verecek kolay bir cevabımız yok. Bu soruya “Ben olsam enkazı İstanbul Boğazı’na dökerdim. Böylece hem tehlikeli tanker hem de İstanbul’un trafik problemini çözerdim!” gibi kaçamak bir cevap vermek zorunda kaldım.
İslam sanatı ve mimarisi üzerinde uluslararası alanda en önemli otoritelerden biri olarak kabul edilen Harvard Üniversitesi profösörlerinden Gülru Necipoğlu, yaptığı sunumda 1509 ve 1754 yıllarında İstanbul’da yaşanan depremlerle beraber 1660 yılındaki Büyük Yangın’ı anlattı. Bu afetler sonucu İstanbul’daki iyileştirme ve yeniden yapılandırma çalışmalarından bu gün için alınacak birçok ders var. Gülru Hoca’nın “Architectural Culture in the Ottoman Empire” adlı ödüllü kitabı bu konuda önemli bir kaynak. Türkçesi Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacak olan bu kitabı afet yönetimiyle ilgilenenlerin de okuması şart.
Harvard ve Bilgi üniversitelerinde dersler veren mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Sibel Bozdoğan, çalıştaydaki konuşmasında, 1894 depreminden, 1908-20 yıllarında İstanbul’da yaşanan yangınlarından söz etti. 1960’lara kadar “Güzelleşen İstanbul” sloganıyla yapılan imar çalışmalarını anlattı. 1905 yılında hazırlanan İstanbul yangın sigorta haritasını gösterince de şoke oldum! Böyle bir şeyi bugün hayal bile edemiyoruz. İmar, gecekondu ve şehirleşmenin afetlerle olan ilişkisini anlamak için de Sibel Hoca’nın kitaplarını okumak şart oldu.
İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ABD’de master ve doktorasını yapmış olan Dr. Neyran Turan, Rice Üniversitesi’nde hoca olarak çalışıyor. Neyran Hanım’ın sunumu İstanbul Boğazı’ndaki tanker trafiğinin oluşturduğu riskler üzerineydi. Bir mimarın bu konuyla ilgileneceğini hiç ummazdım! Evet, İstanbul Boğazı’nda örneğin Beşiktaş önünde LPG ve ham petrolü taşıyan tankerlerin çarpışması durumunda 1 milyon kişiyi kaybedebiliriz! Daha da kötüsü bu risk için ne tahliye planımız ne de deniz itfaiyemiz var!
Şimdi fay hatlarına takılmadan olaylara nasıl bir bütün olarak bakılabildiğini ve Harvard’ın neden dünyanın en iyi üniversitesi olduğunu da anlamışınızdır sanırım.
Yazının Devamını Oku 
19 Ekim 2009
“Selci geldi hanım” ya da “Sel uzmanı geldi abi” diye arada bir bağıran çıkıyor mu bilemem. Ama son sellerden sonra ortalık aniden bastıran “sel uzmanları”yla doldu taştı. Bizi sele hazırlamak için Avrupa Birliği projesi yapan dişciden, belediye başkanı danışmanı olarak çalışan sosyoloğa kadar artık herkes “sel risk yönetimi” konusunda uzman oldu!
Liyakettan daha çok sadakatin öne çıktığı ve standartsızlığın standart olduğu ülkemizde bunlar normal karşılanıyor! Duygusal çalışmaları boş verip iyiniyetli çalışmalara katkıda bulunmak için sellere karşı gerçekten önlem almak isteyenlere bazı önerilerim olacak.
HER SEL AYNI DEĞİLDİR
Önce, sel ve sel afetinin tanımları üzerinde anlaşalım. Suların bulunduğu yerde yükselerek veya başka bir yerden gelip genellikle kuru olan yüzeyleri kaplamasına sel denir. Sel sularının fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplara neden olup, normal yaşamı ve insan faaliyetlerini durdurarak veya kesintiye uğratarak, olumsuz bir şekilde etkileyen ve yerel imkanlar ile baş edilemeyen durumlara sel afeti denir. Oluşma süreleri bakımından seller üçe ayrılır: Yavaş gelişen sellerin oluşumu bir hafta veya daha uzun sürebilir. Hızlı gelişen sellere bir-iki gün yeter. Ani seller, altı saat içinde oluşabilir. Oluşma yerleri bakımından ise seller beşe ayrılır: 1) Akarsu (Dere ve Nehir) Selleri (taşkınlar), 2) Vadi (Kuru Dere) Selleri, 3) Şehir Selleri, 4) Kıyı Selleri, 5) Baraj/Gölet Selleri. Yani artık tüm sellere “taşkın” demekten vazgeçip selleri oluşum süresi ve yerine göre ayrı ayrı ele alıp çözümler geliştirmeliyiz. Kısa ve uzun vadede alınması gereken yapısal ve yapısal olmayan bazı önlemler şunlardır:
İŞTE ÖNLEMLER
Halk, uyarıları algılayıp doğru önlem alabilmesi için eğitilmeli. Halkın afet öncesi yapılan sel risk haritası gibi çalışmalara katılması sağlanmalı. Sel tehlikesini ve geçmişte yaşanmış olan selleri hatırlatan işaretler de uygun yerlere konulmalı.
Sel yatakları belirlenmeli ve varsa eski haritalar yenilenmeli. “Yerleşime Uyguluk Haritaları” tüm afetler dikkate alınarak disiplinler arası çalışmalarla hazırlanmalı.
Şehir ve kırsal alanlarda yapı ruhsatları verilirken sel, heyelan alanları dikkate alınmalı. Sel yataklarına müdahaleler tümüyle engellenmeli.
Sel yataklarındaki mevcut tüm bina ve altyapı tesisleri belirlenmeli. Sel yatakları ıslah edilirken mevcut yerleşimler kaldırılmalı veya varsa kritik tesisler sele karşı güçlendirilmeli veya yükseltilmeli.
Zorunlu olarak sel tehlike bölgesinde yapılması gereken binalar için yönetmelikler hazırlanmalı. Mevzuatta “Su Basman Seviyesi” yeniden tanımlanıp imar, iskân, ruhsat işlemlerinde önemle dikkate alınmalı.
Kapatılmış olan akarsular açık mecralara dönüştürülmeli. Akarsuların, periyodik bakım, onarımı yapılmalı. Dere yataklarından kontrolsüz malzeme alımı engellenmeli.
Liman, otoyol nedeniyle menfezlerle gelen taşkın suyu, hızla ve en kısa yoldan denize ulaştırılmasını engelleyen uygulamalar terk edilmeli.
Dere kesitlerinin daraltılması gibi uygulamaları önlemek için “Köprü Yönetmeliği”, geliştirilip uygulanmalı. Dereler, yolları en az 100 yıllık fırtına verisine göre boyutlandırılıp inşa edilmiş kutu menfezlerle geçmeli. Köprü ayakları arasında biriken malzemeye ilgili kurumlar gerektiğinde müdahale etmeli.
Yollardaki yağmur suyu tahliye sistemi, boyutları ve sayısı artırılmış mazgallar ile birlikte boyutları artırılıp kanalizasyondan ayrılmış drenaj sistemiyle geliştirilmeli.
Sel tehlikesi olan il ve ilçelerin Afet Acil Yardım Planlarında, sellere özel tahliye, toplu bakım ve barınma konuları da ele alınmalı. Mevzuat ve kurumsal reformlarla Türkiye’nin sel tahmin, erken uyarı ve afet yönetimi kapasitesi güçlendirilmeli.
Sel tehlikesi de “Doğal Afetler Sigortası” kapsamına alınmalı ve sigorta birimleri “binanın su basman seviyesine” göre belirlenmeli. Meclisteki “Afet Sigortası” kanun tasarısı geri çekilip evrensel standartlara uygun bir şekilde yeniden hazırlanmalı.
Dikkat! Bugün ve yarın İTÜ Maslak Kampusu’nda İTÜ Afet Yönetim Merkezi ve Almanya Yüksekokulları Mezunlar Derneği işbirliği ve Alman Akademik Değişim Servisi desteğinde “Risk Yönetiminde Başarı Faktörü: İş Sürekliliği Yönetimi” adı altında uluslararası nitelikte bir seminer gerçekleştiriyoruz (www.aym.itu.edu.tr). Dinleyici olarak katılım herkese açık ve ücretsiz.
Yazının Devamını Oku 
12 Ekim 2009
Her iş günü Boğaziçi Köprüsü’nden geçip Maslak’a giden, akşam FSM Köprüsü’nden eve dönen bir İstanbullu olarak şikâyetlerim var. Öncelikle köprü ağzında bekleyen araçların egzoz gazlarından, zaman kaybından, olaya tek yönlü bakanlardan, bir de sevgili eşim ve kızlarımdan...
Ulaştırma Bakanlığı’nca, “Hedef 2023” sloganıyla düzenlenen 10. Ulaştırma Şurası’nın son gününde “3. Köprü Paneli” vardı. Bakan Binali Yıldırım’ın davetlisi 16 panelistten biriydim. Ulaşım konusunda birçok bilgi verildi. Örneğin, Boğaziçi Köprüsü 1986, FSM ise 2003 yılından bu yana ideal kapasitesinin üzerinde araç taşıyor. Yani normal araç hızı ve uygun takip mesafesi ile günlük olarak geçebilecek araç sayısı örneğin, Boğaziçi Köprüsü için 120 bin iken 2004 yılında 182 bine ulaşmış...
DOĞA DERNEKLERİ MUHALİF
Doğa Derneği, TEMA Vakfı, TÜRÇEK ve WWF-Türkiye’nin İstanbul Boğazı’nda yapılması planlanan 3. Köprü hakkındaki görüş ve önerilerini de okuma fırsatı buldum. Türkiye’nin önde gelen doğa koruma kuruluşları, 3. Köprü geçişinin tüm Türkiye’ye yapılacak bir haksızlık olduğunu düşünüyor ve karşı çıkıyor. İstanbul’un ulaşım sorununun İstanbul’da değil, Anadolu’da çözüleceğinin de altını çiziyor.
Ben de bir atmosfer bilimci ve afet yönetimi uzmanı olarak olaya baktığımda Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalayıp Kopenhag sürecine aktif olarak katılacağını hatırladım. Türkiye’de ulaşım sektörü atmosfere saldığımız toplam sera gazlarının yüzde 18’inin sorumlusu. Herhalde Türkiye’nin “Ulaştırma Ana Planı Stratejisi”nde ve “10. Ulaştırma Şurası’’nda bu konu da ele alınmıştır! Aslında ulaşımdan kaynaklanan sera gazlarını azaltmak için: 1) Araç teknolojisini geliştirip yakıt verimini artırmak, 2) Düşük sera gazlı yakıta geçmek, 3) Yapılan araç kilometresini azaltmak, 4) Trafik sisteminin ve işletmesinin verimini artırmak gibi politikalar uygulamalıyız.
Bu durumda 3. Köprü, trafik sisteminin verimliği artırarak belki bir katkıda bulunur ama diğer taraftan İstanbul’un SİT alanları zarar görmemeli. Diğer bir deyişle, 3. Köprü kent nüfusunu, yeni 2B adayı alanları, ek yapılaşma baskısını, su havzalarının işgalini ve yeşil alanların tahribini artırmamalı. Bunun için de ÇED ve Planlama Müdürü Fevzi İşbilir’in teklif ve Kara Yolları Genel Müdürü Cahit Turhan’ın da kabul ettiği gibi gerçek anlamda bir ÇED çalışması yapılarak çevre riskleri en aza indirilmeli. Ayrıca İBB Genel Sekreter Yardımcısı Muzaffer Hacımustafaoğlu’nun teklif ettiği gibi şayet yapılacaksa 3. Köprü raylı sistemlerin geçişine de uygun olmalı...
BİLEREK ZEHİRLENİYORLAR
Ek yapılaşma, rant baskısı, arsa spekülasyonu gibi konuları anlamam mümkün değil. İnsan hava ve gürültü kirliğinin çizgisel kaynağı olan otoyolların etrafına gidip de yerleşir mi hiç? Otoyolun kıyısına yapılan rezidanslara ödenen astronomik paralardan vazgeçtim, yolun en az 100 metre çevresinde yaşayanlarda yaygın olarak tespit edilen astım, KAOH gibi solunum yolu hastalıklardan da haberleri yok mu! Araçların egzozlardan havaya, karbonmonoksit, azotoksit hidrokarbon gazları ile ağır metal kurşun karışır. Renksiz, kokusuz bir gaz olan karbonmonoksit kapalı ortamlarda zehirleyici, hatta öldürücüdür. Egzoz dumanının bileşiminde bulunan azotoksitin solunması durumunda akciğer dokusu hasara uğrar. Kansorejen hidrokarbon ile kan, kemik ve sinir sistemlerine zarar veren ağır metal kurşunun yol açacağı zararların telafisi zordur. Haydi hiç cam/pencere açmadıkları için içeriye ses gelmiyor diyelim; fakat klimalar havadaki kimyasalları temizleyemez ki!
ABD’de öğrenciyken iki tane otomobilim vardı. İstanbul’daki trafik sıkışıklığına katkıda bulunmamak için direnip şimdiye kadar otomobil almadım. Fakat “En iyi araba arkadaşının arabasıdır ya da taksidir” felsefesi, eşim ve kızlarım tarafından artık kabul görmüyor. Üsküdar’daki çevrelerinden kopmak istemedikleri için de benim hem farklı kıtalarda oturup çalışmam hem de yakında (açılın!) otomobille trafiğe girmem gerekiyor.
Diğer bir deyişle böyle gelmiş böyle giderse 4. Köprü’yü de tartışacağımız günler yakındır. Özetle tepeden tırnağa eğitilmeli, olaya farklı ve bir bütün olarak bakabilmeliyiz!
Yazının Devamını Oku 
28 Eylül 2009
Şehitlerimizin her birine üzülmemek elde değil ama yıldırım düşmesi sonucu hayatını kaybeden askerlerimiz beni daha fazla üzüyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ders kitaplarındaki yanlış ve antika iklim bilgileri de beni kahreden bir başka konu. Gök gürültülü havalarda silah ve diğer teçhizatla yüksek yerlerde nöbet tutarken ya da açık arazide dolaşırken yıldırım çarpma ihtimali çok yüksektir. Altı kauçuk ya da lastik olan botların ya da araç lastiklerinin hiçbir faydası yok. Normalde havanın kendisi de lastik gibi elektriği geçirmez, fakat yıldırımda elektrik yükü o kadar büyüktür ki kilometrelerce geçirimsiz hava bile bir anda iletkene dönüşebilir.
YILDIRIMLAR ARTTI
Son yıllarda küresel ısınmadan dolayı gök gürültülü fırtınaların ve dolayısıyla yıldırımların sayısında belirgin artış var. Bununla beraber Türkiye’de anaokulundan lise son sınıfa kadar bu konuda herhangi bir eğitim, öğretim veya bilinçlendirme yok. Ne hayat bilgisi, ne fizik, ne de coğrafya kitaplarında bu konuda herhangi bir bilgi kırıntısını bulabilirsiniz. Daha önce Lise 1 ve 2’de okutulan coğrafya kitaplarındaki iklim konularının ne kadar yanlış ve çağdışı olduğunu defalarca yazmış ve ilgililere anlatmıştım.
Maalesef kitaplarda sadece ufak tefek değişiklikler yapıldı. Ezbere dayalı kuru, gereksiz ve yanlış bilgiler hâlâ mevcudiyetini koruyor. Yeni Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, ders kitaplarının yazımında ne düşünüyor ve nasıl bir yol takip ediyor bilmem ama bildiğim bir şey varsa o da öğretmenlerin ders kitabı yazmasının doğru bir uygulama olmadığı.
Benim yaşımdakiler belki hatırlar; ilkokulda bize açık bir arazide yıldırımdan korunmak için yere yüzüstü uzanıp yatmamız öğretilmişti. Eski Amerikan kitaplarında da aynı yöntem önerilirdi. 1985 yılında ABD’de atmosfer bilimleri doktorası ve 2000 yılında Federal Acil Durum Yönetim Kurumu’ndan (FEMA) afet yönetimi eğitimlerini alırken olayın çok kapsamlı ve farklı olduğunu fark ettim.
SAKIN YERE YATMAYIN
Özetle, nerede olursanız olun öncelikle yıldırımdan korunmak için 30/30 kuralına uyun: Şimşek çaktıktan sonra 30 saniyeden daha az bir süre içinde gök gürültüsünü duyduğunuz andan en son gök gürültüsünden 30 dakika geçene kadar yıldırım tehlikesi içindesiniz. Gök gürültülü bir fırtınaya yakalandığınız zaman en iyi korunma kapalı alana girmektir. Eğer bina ve otomobil gibi kapalı bir sığınak mevcut değilse yüksek yerlerden ve tek kalmış ağaçlardan mutlaka uzak durmalısınız. Açık arazide eğer saçınız dikleşmeye başlıyorsa, deriniz sızlıyorsa, çatırdama gibi sesler duyuyorsanız, dikkatli olun. Size her an yıldırım çarpabilir.
Tehlike durumunda hemen ya hızla alçak bir yere kaçın ya da yere çömelin ve başınızı dizlerinizin arasına alarak hedef küçültün. Asla yere yatmayın. Eğer yüksek ve düz bir yerdeyseniz başınızı mümkün olduğu kadar alçakta tutun, fakat yere uzanmayın. Bazen elektrik yükünün büyük kısmı yıldırımın çaktığı noktanın yakınındaki yüzeyde yoğunlaşır. Bu yüzey akımı vücuda geçerek, ölüme ve yaralanmaya sebep olabilmekte. Bunun için, mümkün olduğu kadar yere çökmeli ve ayak parmaklarının üzerinde durarak yerle teması en aza indirmeli. Voltaj farkı yaratmamak için de ayaklarınızı mutlaka birleştirmelisiniz.
KALP MASAJI YAPIN
Yıldırım tarafından çarpılmış birini gördüğünüz zaman ondan size elektrik geçer diye korkmayın. Yıldırımın oluşturduğu elektrik akımı, çok kısa sürede toprağa akarak etkisizleşir. Normalde yıldırım kurbanlarını şuursuz bırakır, kalp atışını ve nefes alışını durdurabilir. En yakın hastaneye ulaştırılana kadar derhal kurbanın kalbini ve solunum sistemini harekete geçirmek için ağızdan ağza suni teneffüs ve kalp masajı uygulanmalı. (Bunların nasıl yapıldığını bilmiyorsanız en kısa zamanda bir ilkyardım kursuna katılın.) Sizi ve hastayı ikinci kez yıldırım çarpmaması için de öncelikle hastayı daha güvenli bir yere taşıyın...
H.G. Wells’in sözünü unutmayalım lütfen; “İnsanlık tarihi daha fazla eğitim ve felaketlerin yarışı haline gelmekte...”
Yazının Devamını Oku 
21 Eylül 2009
Merak etmeyin; bir gün gelip dere yataklarını ve dolayısıyla yeşil alana hasret kalan şehirlerimizi gözünü gösteriş ve rant bürümüş olan insanlardan doğanın yıkıcı gücü kurt aracak. Bu arada siz aşağıdaki hikâyeye ve pratik bilgilere kulak verin. Apollo’nun oğlu Pheathon, gücünü arkadaşlarına kanıtlamak için babasından güneşin savaş arabasını ister. Apollo, “Atları dizginlemek kolay bir iş değil başka bir şey iste” derse de dinlemez. Pheathon havalanır havalanmaz pişman olur ama nafile. Paniğe kapılıp dizginleri de elinden düşürür. Kontrolden çıkan atlarla, gökyüzünde savrulmaya başlar. Savaş arabası, bir ara yere doğru dalışa geçer ve okyanusu yakarak Sahra Çölü’nü oluşturur! Diğer tanrılar, Pheathon’u durdurması için Zeus’a yalvarır. Zeus da bir yıldırım gönderip; Pheathon’u öldürür. Böylece dünya, “yıldırımın gücü” ile kurtulur. Yani kıssadan hisse, derelerimiz de maalesef ve ancak “sel sularının gücü” ile kurtulabilecek!
Şimdi aklınızda bulunsun:
Sel suyu şiddetli ve darbeli akar: Suya doymuş yüzeyler, şiddetli yağan yağmurun çok azını emer. Dar yerlerde sıkışan sel suları hızlanır. Coşup hızlanan sular, içine karışmış olan kum, çakıl, ağaç, vb kalıntılarla önlerine çıkan her şeye tokmak gibi peş peşe yıkıcı darbeler indirir. Sularının büyük bir kısmı, köprü ayakları, vadi, menfez ve büz ağzı gibi yerlerde biriken hafriyat, araba, ağaç, vb malzemelerden dolayı sıkışıp baraj gibi geriye doğru da şişer. Önlerine kattıkları malzemelerin oluşturduğu bu “baraj” yıkıldığında da çok büyük bir patlama ve görülmedik bir enerji ile akmaya devam ederek önlerine çıkan her şeyi tahrip ederler.
Sel suyuna girmeyin ve sel sularıyla temas etmeyin: Sel suları, 6 metrelik bir yüksekliğe de ulaşabilir. Sel, yolları söküp köprüleri de yıkabilir. Bu nedenle, dibi görülmeyen sel sularına asla girmeyin. Sadece 15 cm. (yani 1 karış) yüksekliğindeki sel suyu bile ayaklarınızı yerden kesebilir. Otomobiller, diz seviyesine (60 cm) yükselmiş sel suyu tarafından sürüklenebilir. Sel suları kanalizasyon, kimyasal maddeler, vb. birçok tehlikeli madde ile temas etmiş olabilir. Bu nedenle sel sularına mümkün olduğunca temas etmeyin ve sel sularıyla temas eden malzemeleri, (çok gerekliyse!) çamaşır suyu vb. maddeler ile iyice temizleyin, sadece yıkamayın kırklayın!
MERTLİĞİN YÜZDE 90’I KAÇMAK
Selde mertliğin yüzde doksanı kaçmaktır! Öncelikle sel yataklarına yerleşerek, kamp kurarak veya otomobil park ederek canınızı ve malınızı riske atmayın. Buna rağmen yakın bir yerde sel oluşumu gördüğünüz veya duyduğunuz an, güvenli yerlere kaçın. Sel sularını durdurmaya veya bina içine giren suları dışarı atmaya uğraşmayın. Priz ve uzatma kablolarına giren su yüzünden elektrik çarpması veya hızla yükselen sel suyunda boğulmanız an meselesidir. Selden korunmanın en iyi yolu daha yüksek yerlere kaçarak sel bölgesini hemen terk etmektir.
Meteorolojik sel gözetleme ve uyarılarına anında uyun: Seller her zaman yağmur yağan yerlerde görülmez. Günlük-güneşlik olan bir yer, kilometrelerce öteden gelen sel suları tarafından da tahrip edilebilir. Bu nedenle “Sel Gözetleme, Uyarı ve Alarmlarına” her zaman kulak kabartın. Can güvenliğiniz için sadece pembe dizilerdeki pembe dünyalara dalıp gitmeyin; TV’lerde meteoroloji mühendisleri tarafından hazırlanıp sunulan hava durumu programlarını mutlaka takip edin. Hava durumunu öğrenmeden uyumayın!
GÖNÜLLÜ SEL GÖZCÜSÜ OLUN
Vatandaş “Gönüllü Sel Gözcüsü” ol: Sık taşan akarsuları “sel gözcüleri” ile de takip edebiliriz. Sel tehlikesi olduğunda, gönüllü gözcüler arazide ve dere boyunca tespit ettiği tehlikeyi muhtar, vb. bağlı olduğu kişi veya merkeze bildirmelidir... Ya da cep telefonuna otomatik olarak deredeki su seviyesini mesaj olarak gönderen eşeller de kullanılabilir. Böylece akarsuyun bir kısmında su seviyesi hızla yükseldiğinde derenin aşağı kısımlarındaki insanlar zamanında tahliye edilebilir.
Kum torbasını doğru hazırlayıp kullanın: Suları yönlendirmede kum torbaları ucuz ve pratik bir yöntemdir. Riskli bir yerde yaşıyorsanız zemin ve bodrum katlarına, kapı ve pencerelerden su girişini engellemek için kum torbaları, kontrplak veya plastik örtü hazırlayın. Torbaların ağırlığı 25 kilogramı geçmesin. Torba yarısına (1/2) kadar doldurulup 1/3’ünden bağlanmalıdır. Torbalar, tuğla duvar gibi şaşırtmalı ve aralarından su geçmeyecek bir şekilde naylon örtü üzerine konulmalıdır.
Sellerle mücadele için ülkemizde keçi yetiştirilecek/yetiştirilemeyecek olan bölgelerin belirlenmesinden tutunda, her ilçeye bir meteoroloji istasyonu kurulmasına kadar, bir sistem dâhilinde yapılması gereken çok şey var. Bu arada vatandaş olarak siz, siz olun burada sel olmaz, olsa da bana bir şey olmaz filan demeyin; can ve mal güvenliğiniz için üzerinize düşenleri yapın. Örneğin, bu yazıyı sevdiklerinize ve ilgililere okutun!
Yazının Devamını Oku 
14 Eylül 2009
Hayatımızda pek çok çeşit rüzgâr var. Savaş, aşk, şöhret, değişim gibi rüzgârlar yazımızın konusu değil. İstanbul’da hava hâkimiyeti sağlayan poyraz ve lodos gibi hem meteorolojik hem de erkek olan rüzgârları ne kadar tanıyoruz? İstanbul’un tepeleri ve Boğaz’ı nasıl rüzgârını şekillendiriyorsa, rüzgârları da tepelerin ve Boğaz’ın etrafında şekillenen kent yaşantısını etkiler. Bu nedenle lodos ve poyraz, hava durumu programlarımızın gözde konularından biri ve önemli bir sohbet açma konusudur. Bu nedenle, “İstanbul’da rüzgâr” denilince şehirdeki hava durumunu belirleyen lodos ve poyraz ve onların bitmek bilmeyen mücadelesi akla gelir. Saba, Meltem gibi kız adlarını taşıyan rüzgârların ise esamisi bile okunmaz.
Genel olarak İstanbul için hâkim rüzgâr kuzeydoğu’dur ve bu yönden esen rüzgâr poyraz olarak adlandırılır. İstanbul’un ikinci hâkim rüzgâr yönü güneybatıdır ve bu yönden esen rüzgâra lodos adı verilir. İstanbul’un mevsimlerini de bu iki rüzgâr belirler. Lodos sıcaklığın yükselmesine sebep olur. Poyraz yazın sıcağını hafifletir. Eskiler bu yüzden, ”Lodos cehennemden, poyraz cennetten gelirmiş” derdi. Eski İstanbullular da lodos ve poyraz yüzünden İstanbul’un dört değil iki mevsimi olduğunu söyler. Aslında İstanbul bu iki mevsimi her zaman ve bir arada yaşayabilen bir kenttir.
KIŞIN LODOS, YAZIN POYRAZ KURTARICIMIZ
Eskilerin “Lodos kar topluyor” dedikleri gibi lodoslu sıcak havaları yağmur veya kar takip eder. Halk arasında, genellikle yağmur getirdiği için “Lodos’un gözü yaşlıdır” diye bir deyim daha vardır. Lodos sonrası sokaklar vıcık vıcık çamur deryasına da dönebilir. Ancak bu çamurun kuruması da en çok bir gün alır. İstanbul’da en soğuk havada birden esen lodos da pencereleri açtırır, balkonlardaki çamaşırları kâğıt gibi kurutur. Damların, yolların karla kaplı olduğu bir zamanda aniden ortaya çıkan lodos ise ne kar bırakır, ne de buz...
Kışın lodos denizcilerin ve Adalar’da kalanların korkulu rüyasıdır. Vapurlar çalışamaz, hayat felç olur. Sevgili hasreti çekilir! Eskiden telefon telleri kopardı şimdi internete bağlanılamaz. Elektrik telleri kopar bilgisayar ve bilumum elektrikli cihazlar durur. Çatılar uçabilir, kafanıza ağaç dalı veya tabela düşebilir, çok sayıda trafik kazası meydana gelebilir, kara, deniz ve hava ulaşımı aksayabilir. En kötüsü de soba zehirlenmesidir.
Bugün lodos, İstanbul’un denizinin pek kabarmasına, gece vakti hava muhalefeti yaparak vapur seferlerinin de durmasına, motorların gondol misali bir oraya bir buraya sallanmasına, dalgaların dalgakıranı aşarak öteki tarafa geçmesine, saçların uçuşmasına, insanların koşuşmasına neden olan rüzgâr olarak da adlandırılmaktadır. Sonuç olarak, İstanbul’da lodos ve poyraza bakılmadan randevu verilemez.
RÜZGÂRA BAKMADAN RANDEVU VERİLMEZ
Hava sıcaklığı ve nem lodosla birlikte artar. Çoğu kişi bir barometre gibi havaya ve yağmur öncesine duyarlıdır. Havanın dönmesinden çok az önce gerginlik, ruhsal çöküntü ve sıkıntı belirtileri gösterirler. Bu nedenle lodos estiği zaman denizdeki balıkların bile şapşallaştığı, etlerinin yenmez hale geldiği bilinir. Lezzetsiz balıklara “lodos balığı” adı verilir.
Çok eskilerden beri lodosun insanlar üzerinde baş ağrısı, halsizlik, nefes darlığı, göz kanlanması gibi bir dizi etkiye yol açtığına inanılır. Bu nedenle, Bizans döneminde lodos estiğinde mahkemeler iptal olurmuş. Osmanlı zamanında da kadılar davalarda karar vermezmiş. Polis geçen yıl sadece lodoslu havalarda hırsızlık yapan bir şebekeyi ele geçirmişti.
Özetle, bu günler kuvvetlenen lodoslu havalarda hem tedbirli, hem de uyanık olmanız önemle rica olunur!..
Yazının Devamını Oku 
7 Eylül 2009
“Her şeyin en iyisine layık” olmak ne demek? Kendimizi ve başkalarını “her şeyin en iyisine layık” görmek, bu şekilde yaşamaya çalışmak, tüketim hastalığımızın dışa vurumu mudur? Böylebir anlayışla insanın doğayla uyumlu yaşayabilmesi mümkün mü? Bu konuda Kızılderililerden öğreneceklerimiz var.
Üç yaşından, ilkokul üçüncü sınıfa kadar Sakarya’nın Akyazı ilçesinde yaşadım. O zamanki çocuklar boş vakitlerinde simitçilik yapar, salyangoz toplayıp satar, şeker pancarıyla uğraşır, kır düğünlerine takılırdı. Yazın derede yüzer, balık tutardık. Nereden öğrenmiştik bilmiyordum ama ne zaman küçük bir balık yakalasak “sen git, annen baban gelsin” diye tembihleyip onu dereye atardık. Güya küçük balığa acır biraz daha yaşmasına müsaade ederdik. Yoksa bilmeden her şeyin iyisi, en güzeli ve en büyüğünü isteyen sonsuz egolarımızın arzusunu mu yerine getirirdik?
PANTER BUNU BİLİR
Çeroki Kızılderilisi olan yazar Forrest Carter’ın kendi çocukluğunu anlattığı “Küçük Ağacın Eğitimi” adlı kitabı okuyunca, bu yaptığımızın yanlış olduğunu anladım. Küçük Ağaç, anne ve babasını yitirince Kızılderili büyükbaba ve büyükannesi tarafından eğitilen bir çocuk. Büyükbaba ve büyükanne Küçük Ağaç’ı eğitirken ona (ve kitabı okuyanlara) birçok ders verip sevgiyi, duyarlılığı, samimiyeti, anlayışı ve daha bir sürü şeyi öğretir.
Bir gün ava giderken bir şahinin bıldırcını yakalamasına üzülen Küçük Ağaç’a büyükbaba gidişat üzerine bir ders verir: “Üzülme Küçük Ağaç! Gidişat böyle. Şahin yavaş (sağlıksız) olanı yakaladı. Böylece yavaş olan, gene yavaş olan çocuklar yetiştiremeyecek. Bıldırcın yumurtalarını en az bin fare yer. Hem hızlı hem de yavaş bıldırcın yumurtalarını... Yani şahin, gidişat sayesinde yaşar. Bıldırcına yardım eder.”
“Gidişat böyle. Yalnız gereksinim duyduklarını al. Geyik alıyorsan, en iyisini alma. En küçük ve en yavaş olanını seç, o zaman geyik daha güçlü olur ve her zaman sana et verir. Panter bunu bilir. Sen de bilmelisin!.. Yalnızca arı, kullanabileceğinden fazlasını depolar... Bu yüzden ayı tarafından soyulur. Rakun ve Çerokiler tarafından da... Paylarından fazlasını depolayan ve kendilerini besleyen insanlar için de bu böyledir. Ellerindekini kaptırırlar. Bu konuda savaşlar olur... Uzun konuşmalar yaparak paylarından fazlasını ellerinde tutmaya çalışırlar... Erkekler, sözler ve bıçaklar yüzünden ölürler, ama gidişatın kurallarını değiştiremezler.”
BAŞINIZ YÜKSEKTE Mİ
Sonra çukura kurdukları tuzaklarına yakalanan bir hindiyi büyükbaba eline alarak “Yaşlı hindi bazı insanlara benzer. Her şeyi bildiğinden, çevresinde ne olduğunu görmek için asla bakmaz. Başı bir şey öğrenemeyecek kadar yüksektir” der. Büyük baba gidişat üzerine verdiği dersin anlaşılıp anlaşılmadığını test etmek için de tuzağa yakalanan altı hindiyi ayakları bağlı halde yere uzatır. “Hepsi aynı yaşta... Yalnızca üç hindiye gereksinmemiz var, sen seç bakalım, Küçük Ağaç.” Şimdi “her şeyin en iyisine layığız ” ya da “küçüklere sen git annen baban gelsin” mantığıyla bu hindilerin hepsini ya da en iyilerini ve büyüklerini alıp gitmemiz gerekir. Fakat Küçük Ağaç doğadaki gidişatın sürüp gidebilmesi için en küçük üçünü seçti!
Küçük Ağaç gidişatı öğrenmişti; yalnızca gereksinim duyduklarını aldı; en iyisini almadı. En güçlü ve en iyiden gidişatın devam etmesi için vazgeçti. Bundan sonra biz de gidişat için her şeyin en iyisine değil en doğrusuna ya da her şeyin en hayırlısına layık olmaya çalışalım lütfen. Yoksa başınız bir şey öğrenemeyecek kadar yüksekte mi!
Yazının Devamını Oku 
31 Ağustos 2009
El Niño, yokluğunda biraz daha ısıttığımız dünyaya üç yıl sonra geri geliyor. Hayrettin Karaca’nın “Ekolojik kriz, ekonomik krizi aratacak” sözünü ciddiye almakta yarar var. Yaşadığımız global finans krizi El Niño nedeniyle ağırlaşabilir. Bu ihtimal beni korkutuyor.
World Watch Enstitüsü’nce hazırlanan, “Dünyanın Durumu” serisi 1984’ten beri 36 farklı dilde yayımlanıyor. Kitap, yakın geleceğimizde bizi bekleyen yaşamsal önemde, kitlesel çevre sorunlarına karşı uyarıcı ve önerileriyle önleyici bir yaklaşımla ortaya konmuş önemli bir referans. TEMA Vakfı, 1993 yılından beri Dünyanın Durumu serisini Türkçeye çevirerek doğa dostu okuyucularına sunmakta. Okunması çok kolay kısa makalelerden oluşan bu kitapları herkes okumalı.
FATURASI 10 MİLYAR DOLAR
TEMA Onursal Başkanı Hayrettin Karaca, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ve TEMA Vakfı’nca yayımlanan “Dünyanın Durumu 2009” adlı raporu, “Ekolojik kriz, ekonomik krizi aratacak” sözü ile adeta özetledi. World Watch Enstitüsü tarafından hazırlanan “Dünyanın Durumu 2009” kitabının tanıtımında Hayrettin Karaca, Türkiye’nin de iklim değişikliğinin olumsuz ya da tehlikeli etkileri açısından risk grubu ülkeler arasında görülmesi gerektiğini de belirterek, “Türkiye, büyük bir olasılıkla kaybedenler arasında yer alacaktır” dedi. 40’ı aşkın uzman yazarın çabaları ile oluşturulan bu çalışma acil ve işlevsel bir eylem planı oluşturma konusunda bir yol haritası ortaya koyuyor.
Bu acil ve işlevsel eylem planına çok ihtiyacımız var. Çünkü bu günler El Niño ile insan kaynaklı küresel ısınmanın birleşmesi, okyanus suyu sıcaklığını ölçümlerin başlatıldığı 1880 yılından sonraki en yüksek düzeye çıkardı. Geçmiş yıllarda El Niño’nun neden olduğu maddi zararların yanı sıra, insan kayıpları da çok büyük olmuştu. Örneğin, 1982-1983 El Niño’su dünya genelinde 10 milyar dolardan daha fazla zarara neden oldu.
El Niño meteorolojistler için, “El Niño/Southern Oscillation”nun (ENSO’nun) kısa adıdır. El Niño ile La Niña olaylarının oluşumu birbirlerini izler. Geçtiğimiz aylar bunların arasındaki geçiş dönemini yaşadık ve Türkiye normalinin üzerinde yağışlıydı. Şimdi ortaya çıkan El Niño dünyanın değişik yerlerinde alışılmışın dışında kuraklık ve sellere yol açıyor. Örneğin, Güney Amerika kıyılarında yer alan çöllere yağmur yağmaya başlar ve çöllerde seller oluşur.
HAMSİYE TALEP ARTACAK
1998 yılında El Niño nedeniyle dünya 1400 yılın en sıcak yılını yaşamıştı. En iyimser tahminle Türkiye’de yağışlar mevsim normalinde kalsa bile mevsim normallerinin üzerinde seyredecek olan hava sıcaklıkları kar yağışlarını azaltıp buharlaşmayı artırabilir.
Böylece, El Niño ciddi ekonomik kayıplara da yol açabilir. Örneğin, Orta Amerika’da El Niño yıllarında görülen kuraklık nedeniyle kahve ve kakao üretimi düşerek fiyatları yükselir. Kuraklıkta büyükbaş havyanlar öleceği için El Niño yılının başında satılır. El Niño yıllarında Ekvator ve Peru açıklarında planktonlar ve balıklar da bölgede ısınan su yüzünden kitleler halinde ölür. Böylece, normal zamanlarda dünyanın en iyi balıkçılık alanlarından biri olan kuzey Peru açıklarından çoğunluğu sardalye türünden olmak üzere 10 milyon ton balık El Niño yılında yakalanamaz. Bunun sonucunda da Karadeniz’in hamsisine, hamsi unu ve yağında talep patlaması yaşanır.
ŞİMDİDEN TAHMİN YAPILMALI
El Niño yıllarının tahmini, tarım alanlarının planlanması, su kaynaklarının yönetimi, tahıl, petrol ve doğalgaz stoklarının belirlenmesi açısından tüm dünyada büyük önem taşır. Böylece örneğin Peru çiftçileri, El Niño yıllarında bol suya kavuşacağı için pirinç; La Niña yıllarında ise kuraklığa daha dayanıklı olan pamuk ekimine zamanında karar verebilir.
Türkiye’deki hava şartlarını da, dünya atmosferindeki değişimlerden soyutlamak mümkün değil. Bununla birlikte maalesef ülkemizde, bu tür iklim olaylarının sosyo-ekonomik yönü, hem gözardı edilmekte hem de “yaramaz çocuk” gibi magazin malzemesi olarak kullanılıp önemleri ve gerçek anlamları sulandırılmakta...
Yazının Devamını Oku 