21 Aralık 2009
Türkiye’nin Kopenhag’da açıkladığı “küresel iklim değişimiyle mücadele stratejisi belgesi” çevrecilerin tepkisini çekti. “Skandal” , “boş belge” sözcükleriyle tanımlandı. Oysa, “Dumansız Hava Sahası” politikasıyla ilgili sonuçlar yazılabilirdi belgeye. Türkiye, kapalı alanların tümünü “dumansızlaştırma” başarısını gösteren ender ülkelerden. Hiç değilse, sigara içenlerin azalmasıyla küresel iklim değişimi probleminin çözümüne yaptığımız katkıyla övünebilirdik.
Açık Radyo’da verilen bir ”Kopenhag Günlüğü”nde Ömer Madra, Türkiye’nin Kopenag’da yeni açıklanan küresel iklim değişimi ile mücadele strateji belgesi için “skandal” saptamasını yapıyor. Ümit Şahin ise, “Bu belgede hiçbir şey yok!” diyor. Hâlbuki bu belgede Türkiye’de genişletilen “Dumansız Hava Sahası”ndan da bahsedilebilirdi!
SU KAYNAKLARINI İZMARİT DE KİRLETİYOR
Sigara dumanında 4 bin kimyasal madde var. Bunların 60’dan fazlası kanserojen. Sigaranın dumanında karbon dioksit ve metan gibi sera gazları da var. Dünya genelinde 1,2 milyar kişi sigara içiyor. Bundan dolayı da 2,6 milyar kilogram karbondioksit her yıl havaya karışıyor. Yine her yıl sigaradan dolayı havaya üflenen metan miktarı ise 5,2 milyar kilogram. Tütün üretimi, işlenmesi de küresel iklim değişimine katkıda bulunuyor. Sigara izmaritlerinin çevreye ve su kaynaklarına verdiği zararların da haddi hesabı yok!
Geçen 10 yılda ülkemizde tütün kontrolü bakımından çok olumlu gelişmeler olmakla birlikte bu alanda daha fazla çaba gösterilmesi gerekmekte. Bu çabaları daha çok sigara içen 20 milyon insanımızla birlikte sigara içmeyen fakat ikinci el sigara dumanından etkilenen 52 milyon insanımızın sağlığını korumak için yapmalıyız. Ayrıca Türkiye’de sigara satın almak için harcanan paranın yıllık tutarı Sağlık Bakanlığı bütçesinden de fazla! Özetle dünyada yılda 1 milyar kişiyi öldüren sigara aslında büyük bir kitle imha silahı. Aslında sigaranın 69 TL cezası yok; sigara içmenin cezası hayatımız!
SİGARADAN ÖLÜMLER DEPREMİN 100 KATI
8- 10 Aralık tarihlerinde Türkiye’den 81 il ve 25 ülke İstanbul’da düzenlenen İstanbul Uluslararası Sismik Riskin Azaltılması Konferansı’nda bir araya geldi. Bu konferansta İSMEP Projesi çerçevesinde İstanbul’da gerçekleştirilen deprem zararlarını azaltma çalışmalarını tanıtma konuşmalarının birini ben yaptım. Konuşmamda “Türkiye’de sigara içen 20 milyon dolayındaki kişi nedeniyle 100 binden fazla ölüm yaşanıyor fakat sigara salgını için böyle bir konferans düzenlemiyoruz” diye de sitem ettim.
Çünkü Türkiye’de depremden yılda ortalama 950 kişi hayatını kaybediyor ve bu kayıplarımızı azaltmak için İSMEP gibi tek projeye 650 milyon Euro harcıyoruz. Şüphesiz İSMEP gibi başarılı projelere ihtiyacımız var ama sigaradan ölenlerin sayısı depremden 100 kat daha fazlayken şu ana kadar yaptıklarımızı yeterli bulamayız. Ölümlerde “Deprem toptancı, sigara ise parakendeci” diye en büyük afet olan sigarayı daha fazla görmemezlikden gelemeyiz.
Yazının Devamını Oku 
14 Aralık 2009
Özür dilerim. Gündeme uyup Kopenhag’daki toplantı hakkında yazmayacağım. Gözlerinizi uzağa dikmişken ülkemizdeki korkunç bir yanlışa dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu böyle giderse hiçbir ilimizdeki iklim değişimini artık belirleyemeyeceğiz. “Özür dilerim. İklim değişikliğini durdurmak için Kopenhag’da hakikaten bir şansımız vardı, fakat ne yazık ki hiçbir şey yapmadık.” 2020 yılında, 66 yaşındaki Tayyip Erdoğan, Aralık 2009’daki Kopenhag iklim zirvesine geri dönüp baktığında bunları söylüyor. Söz konusu resim ve sözler, Greenpeace’in 7 Aralık’ta Danimarka başkentinde başlayacak zirveye dikkat çekmek için hazırladığı dijital bir afişte yer alıyordu.
AFİŞ HAZIRLAMAYACAĞIM
“Özür dilerim. Ne yaptığını bilmeyen yapsatcıları, müteahhitleri, siyasetcileri, yerel yöneticileri, bürokratları durdurmak için uyarıldığımızda bir şansımız vardı, fakat ne yazık ki hiçbir şey yapmadık.” 2010 yılında, akademisyenler, sağduyu sahibi yapsatcılar, müteahhitleri, siyasetciler, yerel yöneticiler, bürokratlar, şehirlerimizde ölçülen sıcaklık ve yağış gibi parametrelerin zamanla nasıl değiştiğini belirlemek istediklerinde de bunları söyleyecek. Buna dikkat çekmek için herhangi bir afiş hazırlayacak değilim. En fazla üniversite servisini bir sabah Boğaziçi Köprüsü üzerinde durdurup bir eylem yapabilirim!
Özür dilerim. Yıllardır aynı yerde meteorolojik gözlem yapan meteroloji istasyonlarını başka yere taşıyıp yerlerine apartman, dinlenme tesisi yapma modası birkaç sene önce başladığında bizim pek sesimiz çıkmadı. Bu konudaki ilk uygulama, İstanbul Göztepe’deki DMİ Meteoroloji Bölge Müdürlüğü’nün Kartal’a taşınmasıydı. Şimdi ise heyhat birçok meteoroloji istasyonu aynı kaderi paylaşmakta.
VAN MİNUT, DİYEN ÇIKMAYACAK MI?
Özür dilerim. Elimizde değil; meteorolojiye tahsis edilen araziler ilk başlarda şehrin dışında ve en kıymetsiz araziyken zamanla artan şehirleşmeyle kıymete bindi. Ayrıca meteoroloji istasyonunun oradaki varlığı hiç dikkate alınmadan yükseltilen binalar da büyük problemler oluşturup meteoroloji ve iklim gözlemlerinin temsililiğini yitirmesine neden oluyor. Böylece doğru dürüst bir şehir planlamasından mahrum olan bir cografyada, meteoroloji istasyonlarının yer değiştirmeyle birlikte veri dizisindeki değişiklikler ve kırılmalar hava tahmini ve iklim değişikliği araştırmalarında büyük problemler oluşturuyor; hatta bazı çalışmaların yapılmasını imkânsız hale getiriyor.
Özür dilerim Sayın Valim, Çanakkale Meteoroloji İstasyonu’nun yerini değiştirmemelisiniz. Deniz kenarında olduğundan, kara ve deniz etkileşimini en iyi temsil eden istasyonlardan. Ayrıca geçmişe uzanan kapsamlı veri kayıtlarına sahip. Gelin görün ki deniz kenarında olduğundan, başta valilik olmak üzere tüm kurumlar orayı kapatıp misafirhane yapmak istiyor. Halbuki Çanakkale Üniversitesi’nden Prof. Dr. Murat Türkeş’i davet ederseniz size o istasyonun önemini anlatacak, yıkılmasının dünya bilim camiasınca kabul edilemeyeceğini söyleyecektir. Sayın belediye başkanına bu konuya sağduyuyla yaklaştığı için çok teşekkür ederiz!
Özür dilerim yine ama bu problemi, meteoroloji çalışanları, kurum ve ilgilileri tek başına çözemez. Bence başta Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Çevre ve Orman Bakanımız, TMMOB, TÜBA olmak üzere herkes bu olaya sahip çıkmalı ki önüne gelen rant değeri var diye yeni bir meteoroloji cinayeti (istasyon kapatmayı böyle adlandırıyoruz) işleyemesin. Özetle, “Yok mu bu yanlış uygulamaya van minut diyen!”
Yazının Devamını Oku 
7 Aralık 2009
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Zirvesi bugün Kopenhag’da başlıyor. Türkiye’nin belirlediği politikayı merak ediyordum. Bunun için 12 Kasım’da “Kopenhag’a giden yolda iklim değişikliği, küresel tehditler ve düşük karbon refahı” adlı konferansa katılmıştım. Bakın neler öğrendim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Çevre Komisyonu Başkanı Halük Özdalga’nın nazik daveti üzerine gittiğim uluslararası katılımlı konferanstan çok yararlandım. Bir kaç yıl öncesine kadar bu konuda Türk uzman parmakla sayılacak kadar azken şimdi koca bir salona sığamadığımızı gördüm. Daha da önemlisi karar verici bürokratlar, kanun koyucu milletvekilleri, akademisyenler ve gazetecilerin bir araya gelebilmiş olması da bizim için alışık olmadığımız bir durum. Ayrıca Avrupalı parlamenterler ve uzmanların da bu konferansta olması kendi çalıp kendi oynar durumundan çıkmakta olduğumuzu gösteriyor.
SORUNLA YÜZLEŞELİM
Adnan Menderes Üniversitesi’nden Doç.Dr. Etem Karakaya’yı dinlemek için fırsatım olmadı. Ama “Kopenhag’a giden yol: Kyoto sonrası müzakereleri ve Türkiye için adil bir anlaşma yaklaşımı” şeklindeki konuşmasının başlığı herşeyi özetliyordu. Evet, bütün problem “adil bir anlaşma” şeklinde özetlenebilir. Dünya ve Türkiye için adil bir anlaşma nedir ve nasıl yapılmalıdır? Aslında küresel iklim değişikliği reddedilemez bir etik sorundur ve bununla yüzleşmek zorundayız. Bu da, sorumluluk, mesuliyet ve politik, ekonomik veya tümüyle bireysel hareketler (kimisine göre doğru olup başkasına göre yanlış olan) arasındaki farklarla ilgili zor sorular sormak demektir. Küresel iklim değişimi probleminin bir etik sorun olarak aşağıdaki nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır:
Kişi başına düşen sera gazı emisyonları dünyada ulustan ulasa çok büyük farklılıklar göstermektedir.
Artan sera gazlarının gelecekteki maliyeti ve faydaları dünya genelinde çok farklı bir şekilde dağılacak.
Sera gazlarını kararlı bir halde sabit tutmak istiyorsak, küresel sera gazı emisyonlarının toplamında yüzde 60 oranında azaltmamız gerekir.
Dünya nüfusunun bu yüzyılda yüzde 50’den fazla artması bekleniyor.
Atmosferin sera etkisini sabitlemek ve emisyonları eşit bir şekilde dağıtmak istersek gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen emisyon miktarı önemli miktarda azaltılmalı.
GÜLEREK DİNLEDİLER
Bu durumda Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sedat Kadıoğlu’nun konuşmasında vurguladığı gibi “Türkiye’de kişi başına düşen sera gazları emisyonları gelişmiş ülkelere oranla düşük ama OECD ülkesiyiz ve Avrupa Birliği’ne adayız.” Diğer bir deyişle, “Türkiye’nin durumu karışık.” Bu durumda da Türkiye’nin Kopenhang politikası “Bugünkü pozisyonumuzu muhafaza etmek” yani “emisyon indirmek için hiçbir şey yapmamak” şeklinde özetlenmekte.
Müsteşar Yardımcımız konuşmasını yaparken tepkilerini anlamak için sürekli olarak yabancı konuklarımıza baktım. İsveç Çevre Bakanlığı’ndan bir yetkilinin “Türkiye’nin özel şartları var, emisyon azaltamayacağız ama finansal ve teknolojik desteklerden yararlanmak istiyoruz” dememize gülümsüyordu. Yani Türkiye özel durumunu etiksel ilkelere göre doğru dürüst belirleyip açıklayamadığı için “vermeden almak” isteyen bir ülke görüntüsü oluşturuyor.
Özetle Türkiye durumunu etik ilkelere göre daha iyi açıklayıp anlatamazsa, uluslararası toplum tarafından desteklemez ve bu konudaki faaliyetlerimiz adaletsiz bulunabilir. Türkiye de eninde sonunda iklimi koruma çabalarında uluslararası toplumun saygın bir üyesi olacaktır. Bu durumda Türkiye’nin iklim değişikliği politikası, “kervan yolda düzülür” misali diğer ülkelerin tutum ve davranışlarına göre adım adım belirlenecektir.
Yazının Devamını Oku 
30 Kasım 2009
Geçen hafta İstanbul’da sisten göz gözü görmüyordu. Normalde yüz metre kalınlığında olan ve “yer sisi” denilen sis, bu sefer neden bu kadar yoğun, kalın ve uzun ömürlü oldu? Bence bunda kalitesiz kömür gibi yakıtların da parmağı var. İzmir Çeşme’de düzenlenecek toplantıda doktorlara Küresel İklim Değişimi’ni anlatacaktım. Önceki hafta sonu güzellik uykumdan fedakârlık edip Atatürk Havalimanı’na gittim. 11.00 uçağım 13.30’da iptal oldu. 15 uçağına geçtik, bu sefer de uçuş 17’ye ertelendi. “Eh artık İzmir’e gitmemize gerek kalmadı” deyip eve döndük. Ama zihnimi kurcalayan soru, sis neden bu kadar kalın ve uzun sürüyor?
NORMALİN YEDİ KATI
Meteoroloji mühendisliği öğrencilerine bu sisi özetle şöyle anlatırız: “Havanın açık olduğu (ayazlı) bir gecede eğer havanın çiy noktası sıcaklığı çok düşük değilse, yere yakın ince bir tabakada sis oluşabilr. Bu tip sis, ‘ışınım sisi’ olarak tanımlanır, çünkü yer yüzeyi geceleri ışınım kaybıyla soğur. Bu sis tabakasının kalınlığı nadiren 100 metrenin üstüne çıkar. Sabah görünen bu sisin açık bir günün geleceğine yönelik bir işaret olduğu söylenebilir. Güneş ortaya çıkınca sis, yerden yukarıya doğru “yanmaya” veya yok olmaya başlar. Bu sis daha çok vadilerde ve sahile yakın havaalanları gibi alçak yerlerde görülür...”
Bugün hava basıncı 1030 milibar ki bizim için çok yüksek. Rüzgâr ise neredeyse sıfır. Üzerimizde etkili olan yüksek basınç merkezinden dolayı sürekli olarak aşağı doğru hava çöktüğü için havada hiç bulut yok. Bulut olmadığı için de geceleri ayaz var. Bu durumda yer yüzeyi aşırı ölçüde soğuyor ve soğuk yüzeye temas eden hava içinde yoğuşan su buharı da havadaki kirleticileri ile birlikte sis (veya smog) dediğimiz kirli ama çok küçük olan damlacıkları oluşturuyor. Ve bu günkü sisin kalılığı ise 700 metre!
LONDRA’DA ÜÇ GÜNDE 12 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ
Dünyada en yoğun sisler Londra’da meydana gelir. Londra sislerinin en ölümcülü ve unutulmazı Aralık 1952’de meydana geldi. 5 Aralık’ta rüzgârların dinmesiyle sis oluşmaya başladı. Bundan sonraki 3 gün boyunca sis yoğunlaştı, o dereceye kadar ki belli bir zaman sonra görüş mesafesi birkaç metreye kadar indi. Trafik tamamen durdu ve birçok kaza meydana geldi. Halk, soğukla mücadele etmek için gerekenden, daha çok miktarda evlerini ısıttı. Bu da daha çok kömür tozu ve sülfürdioksit üretti, havayı daha fazla zehirledi ve çok yoğun bir sise sebep oldu. Şimdi ben de bu örnekten hareket ederek İstanbul’da halkın kalitesiz kömür gibi eline geçirdiği her şeyi yakmasının da yaşadığımız bu sisin yoğun, kalın ve uzun ömürlü olmasına nasıl katkıda bulunduğun açıklayabilirim.
Buna rağmen, (ben nasıl havalimanına kadar gidip eve geri döndümse) Londra’da insanlar, ağızlarında maskelerle, kaldırım boyunca binaların duvarlarına dayanarak yollarını bulup işlerine gitmişti. Her şey kurumla kaplanmış, maskelerle bile nefes almak acı verir hale gelmişti. Bütün bunlara bir de kaybolma hissi eklendi. Bu sisi hatırlayanlardan birisi şöyle anlatıyor: “Sisin kötülüklerinden biri de evinizin yanında olabiliyordunuz fakat bunu bilemiyordunuz, önünüzde elinizi görmeniz bile sizin için çok zor oluyordu.” Bu sis ve hava kirliliği yüzünden yalnız Londra bölgesinde toplam 12 bin kişi öldü ve bu olay İngiltere’de Temiz Hava Hareketi’nin başlamasına sebep oldu.
Ülkemizde gerçek anlamda “temiz hava hareketi” ne zaman başlar bilemem. Sis ve dumanın oluşturduğu “smog” denilen zehirli karışım KOAH, astım, alerjik rinit gibi solumun yolu hastalıklarında da patlamalara neden oluyor. Doğalgaz yerine daha ucuz fakat kalitesiz yakıtları yakanlar ve yakmayanlar sağlığını kaybedip tedavi olmak için çok ama çok daha fazla para harcıyor...
Yıllar önce de köşede “Kurtlar sisli havayı sever” başlıklı bir sis yazısı yazmıştım. O yazı nedeniyle hakkımda 505 milyon TL’lik hakaret davaları açılmıştı. Umarım yukarıda yazdıklarımdan kimse alınıp darılmaz. Benim buradaki görevim bilimsel gerçekleri yalın bir şekilde açıklamak yani halkı aydınlatmak. Yine de sürçülisan ettiysek affola!
Yazının Devamını Oku 
23 Kasım 2009
Göller, dereler kuruyor, nehirler küçülüyor. Susuzluk hayatın hemen her alanında büyük sıkıntılara yol açıyor. Senaryolar, gelecekte susuzluğun daha da vahim boyutlara ulaşacağını gösteriyor. Ancak, hiçbir şey için geç değil! Susuzluk için hepimizin alacağı küçük önlemler var. Çocukluğumuzda gürül gürül akan dereler, çaylar çoktan kurudu. Ya içinde her yaz yüzdüğümüz, kıyısında oturup manzarasına dalıp gittiğimiz göller? Maalesef onların da yatakları artık boş. Kenarlarındaki ağaçlar, bitki örtüleri ve gölün varlığıyla yaşayan doğa içindeki tüm canlılar da onunla birlikte yok oldu... Öyle görünüyor ki, bir daha eski günlere döneceği de yok...
GEÇEN YILI UNUTMAYIN
Evet, yukarıda anlatılanlar bir film senaryosu veya felaket tellallığından ibaret değil. Geçen yıl ülkemizde Yuvacık, Tavas, Seyfe, Eber, Beyşehir, Çavuşçu, Meke, Akşehir gölleri, İvriz Çayı kurumuştu. Kuruyan Akşehir Gölü’nde balıkçılar artık hububat ekiyordu. Yalnız bizim ülkemizde değil, dünyanın hemen her köşesinde benzer gelişmeler yaşanıyor. İşte bu nedenden dolayı, şu anda dünya nüfusunun üçte biri su ve içme suyu kıtlığı yaşıyor. Su kıtlığı, hastalıklara, beslenme sorunlarına ve tarımda üretim düşüklüğüne, dolayısıyla kıtlığa yol açıyor...
Geçen yıl yaz aylarında yaşadıklarımız bu senaryoların habercisiydi adeta... Türkiye’nin başkenti susuzluktan çaresiz kalırken, diğer büyük kentler de benzer bir tablonun kıyısından döndü. Artık hava durumu bültenlerinde içme suyu barajlarının su seviyelerinin ne olduğuna ilişkin gün be gün bilgiler aktarılıyor. Bundan sonraki dönemde bültenlere daha neler girecek kim bilebilir ki? Belki de kişi başına içilmesine müsaade edilen su miktarlarını il, il verecekler!
İLKBAHAR YAĞIŞLARI BARAJLARA YETMEYECEK
Peki ya geçen yıl kavurucu sıcakların arkasından yağan yağmurlar derdimize çare oldu mu? Ne yazık ki hayır! Örneğin normalde İstanbul’un aylık toplam yağışları şöyledir: Kasım 85,5 kg , aralık 107,5 kg, ocak 86 kg, şubat 72 kg, mart 62,4 kg, nisan 45,5 kg, mayıs 32 kg, haziran 24,5 kg, temmuz 23 kg, ağustos 25 kg... Diğer bir deyişle, İstanbul ve Akdeniz iklimi süren bölgelerimizdeki en yağışlı ayları kurak şekilde geri bıraktık. Gelecek altı aya yönelik uzun vadeli hava tahminlerinden, mart ve nisanda yağışların mevsim normalleri civarında olacağını görüyoruz. Bu durumda geçen seneye göre barajlarımızdaki çok daha düşük olan su seviyelerinin yükselmesi için artık bu günlerde gördüğümüz kısa süreli bahar yağışlarının yeterli olması mümkün değil. Barajlardaki su seviyelerinin normal seviyelerine zıplayabilmesi için (Allah göstermesin!) artık birkaç büyük sele ihtiyacımız var.
KIŞIN VURDUMDUYMAZLIK YAZIN PANİK GETİRİR
Bütün bunları siz okurları paniğe kaptırmak, birilerini suçlamak veya ortalığı birbirine katmak için yazmadım. Su kıtlığının pek çok nedeninden sadece birisi kuraklık veya iklim değişikliği ya da halk arasında yaygın kullanımıyla küresel ısınmadır... Su kıtlığının en büyük nedeni biziz! Şu anda sanki herşey normalmiş gibi davranıyoruz. Hâlbuki eğer önümüzdeki yaz içecek su bulmak istiyorsak hemen bu günden itibaren önce birey olarak çok ciddi şekilde su tasarrufu yapmalı sonra da yönetimlerden gerekli tedbirleri almasını ısrarla istemeliyiz.
ABD, İngiltere ve Japonya’da aldığım Afet Yönetimi eğitimlerine göre risk yönetimi uygulanmadan, (sadece kriz merkezleri olan ülkemizde olduğu gibi) tek başına uygulanan kriz yönetimlerinin iki aşaması vardır: Vurdumduymazlık ve panik. Bu durumda, şu anda her şey normalmiş gibi davranıp, bu kurak gidişata karşı vurdumduymaz davranmamız yaz aylarında paniğe neden olabilecektir. Benden söylemesi.
Yazının Devamını Oku 
16 Kasım 2009
Domuz ya da klasik gribin belli hava sıcaklığı ve bağıl nem miktarında yayılabildiğini biliyor musunuz? Eğer bunu biliyorsanız gün be gün değişen hava şartlarıyla beraber hangi şehirlerimizde grip vakalarının artıp artmayacağını da tahmin edebilirsiniz. Belki de tatilinizi gribe uygun olmayan hava şartlarının bulunduğu yerlerde yapmak istersiniz!
“Grip” ya da “enfluenza”, bilindiği gibi Kuzey Yarımküre’de en çok kasımdan mart ayına kadar geçen soğuk dönemde görülür. Gerçekte enfluenza, kelimesi İtalyanca “influenza” kelimesinden türetilmiştir. Manası “kış mevsiminin hastalıklara etkisi” şeklindedir. Tipik olarak tüm dünyada her yıl 3-5 milyon grip vakası görülmekte ve bundan dolayı yarım milyon kişi ölmekte. Sadece ABD’de yılda ortalama 1.68 milyon kişi gripten hastaneye başvurmakta ve bunlardan 41 bini ölmekte.
Gribin neden kışın daha çok görüldüğünü açıklayan birçok görüş var. Örneğin kışın iç ortamlarda daha fazla vakit geçirdiğimiz için insanlararası daha yakın temas yüzünden virüs kolayca yayılıyor. Ya da mikroplara karşı doğal bir savunma mekanizması olan solunum yollarını kaplayan sümük salgısının kışın daha kuru olması sonucu virüs hücrelere daha kolay girebiliyor. Son çalışmalara göre ise esas neden; virüsün, soğuk ve kuru hava şartlarında daha kolay ve uzun yaşayabilmesidir. Bilim insanlarına göre sıcak havalarda virüsün dış kaplaması eriyor ve havadaki nem virüsün havada uzun süre kalmasını engelliyor. (Ama bunu nasıl yaptığı bilinmiyor.)
OKULLARDA YAYILMA HIZI AZALTILABİLİR
2007’de New York’daki Mount Sinai Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırma, düşük sıcaklık ve bağıl nem miktarının geçerli olduğu koşullarda virüsün daha uzun süre yaşadığını ve daha kolay yayıldığını gösterdi. Bu çalışma, domuzlar arasında yayılabilmesinde bu virüs için en ideal hava sıcaklığının 5 derece santigrat ve bağıl nemin ise yüzde 20 olduğunu göstermiş. Virüsün 30 derece ve üzeriyle birlikte bağıl nemin yüzde 80 ve üzerinde olduğu hava şartlarında yayılamadığı görülmüştür.
Diğer bir deyişle domuz gribi soğuk ve kuru hava şartlarında öksürme ve aksırmayla hızlı bir şekilde havadan yayılabilmekte. Sıcak ülkelerde ve havalarda ise virüs, daha çok el sıkışma, dokunma, öpmeyle, direkt temasla da bulaşabilmekte. Direkt temasın engellenmesi durumunda okul gibi yerlerde sürekli olarak oda sıcaklığının 20 derecenin ve bağıl nemin de yüzde 50’nin üzerinde tutulması halinde domuz gribinin yayılma hızı önemli ölçüde azaltılabilir.
YAĞIŞLI BİR KIŞ GELİYOR
Bu durumda ülkemizde önümüzdeki kış aylarının nasıl gececeği de önem kazanmakta. Uzun vadeli hava tahminlerine göre 2010 Martı’na kadar İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerimiz yüzde 40 oranda mevsim normallerinin üzerinde yağışa (ve dolayısıyla neme) sahip olacak. Bununla beraber 2010 Şubat ayına kadarki sürenin yarısında başta İç Anadolu olmak üzere Doğu, Güneydoğu ve Akdeniz bölgelerimizde hava sıcaklıkları mevsim normallerinin biraz üzerinde geçecek.
Unutmadan anlatayım: ABD’ye öğrenci olarak gidip üniversiteye kabul edilince kayıtta aşı problemiyle karşılaştım. Ya aşı kağıdımı verecektim ya da tüm aşıları tekrar olacaktım! “Bizim memlekette okula gelip aşı yapıyorlardı ama aşı defteri vermediler” dediysem de dinlemediler. Elime verdikleri formu doldururken “Aşı olmak inançlarıma aykırıdır” deme hakkına sahip olduğumu görünce hemen işaretledim. Bu sefer de, “herhangi bir salgın çıktığında kampüse girmemin yasak olduğu”nu bana tebliğ ettiler! Yani aşı olmama ve dilediği gibi virüsü yayma özgürlüğü yok. Şimdi domuz gribi aşısı (yan etkileri olsa da) için gönüllüyüm! Sanki hastalandıktan sonra alınan ilaçların hiç yan etkisi yok...
Sağlık Bakanımız dünyaya örnek olan bir risk yönetimi çalışması gerçekleştirerek yurtdışından virüsün girişini engellemeye çalışmış, aşı bağlantılarını birçok ülkeden önce yapmış, hijyen ve aşı kampanyalarını başlatmıştır. Ben genellikle zor beğenir övgüden daha fazla eleştiri yaparım ama bakanın bu konudaki hakkını teslim etmek zorundayız. Özetle; herkes bir gün domuz gribi olacaktır! Önemli olan onu mümkün olduğunca hafif atlatmaktır. Bunun için de şu anda eldeki en etkili silah aşıdır, aşı!..
Yazının Devamını Oku 
9 Kasım 2009
Neden marka yaratmak için yatırım yapanlar afet yönetimi ve iş sürekliliğiyle pek ilgilenmiyor? “Nasılsa valilik, kaymakamlık ya da belediye bizim fabrikayı ya da iş yerimizi de afet planlarında dikkate almıştır” diye hayal kuranlara seslenmek istiyorum...
Gördüğünüz gibi depremler, seller, ekonomik koşullar ve kriz ortamındaki belirsizlikler, beklenmedik olaylar, büyüklüğü ve sektörü fark etmeksizin tüm kuruluşları etkiliyor. Kuruluşların, imajının zedelenmesi, ürün ya da hizmetlerine yönelik çıktılarını durdurabilecek herhangi bir olumsuz durumda en kısa sürede tekrar ayağa kalkarak hayata geçmesi “Afet Yönetimi” ve bununla ilişkili olarak “İş Sürekliliği Yönetimi” konusuna ne derece sistematik olarak yaklaştıklarına bağlı.
Artan rekabet ile müşteriyi elde tutmanın gittikçe zorlaşması, organizasyonları hız, yenilik, kesintisiz hizmet gibi rekabet fırsatları yaratmaya yönlendirirken, kritik iş süreçlerini destekleyen altyapı (bilgi sistemleri, telekomünikasyon, elektrik, su, gaz) hizmetlerinin 24 saat 7 gün sürdürülmesi olmazsa olmazlar arasına giriyor. Bu sistemlerde meydana gelecek 1-2 saatlik bir aksama bile şirketin büyüklüğüne bağlı olarak ciddi kayıplara yol açabiliyor. Bilgisayar sistemlerinde ve iletişimdeki ciddi aksamalar organizasyonlardaki işleyişi önemli ölçüde etkileyebiliyor.
BİR SAATTE 6 MİLYON DOLAR
Örneğin Fibre Channel Endüstri Birliği’nin yaptığı bir araştırmaya göre, afet durumunda bir şirketin sadece bir saatte uğrayacağı kayıp, bir kargo şirketinde 28 bin dolar, bir menkul değerler şirketinde ise 6 milyon dolara yakın. Info Security dergisinde yayımlanan bir makalede etkin iş sürekliliği planlarının, kayıpları yüzde 90 oranında azalttığını belirtiliyor. Bunun yanı sıra olağanüstü bir durum yaşamış her beş firmadan ikisinin faaliyetlerini sürdüremediği, ayakta kalanların üçte birinin iki yıl sonunda faaliyetini durdurduğu belirlenmiş.
Bilişim teknolojilerindeki güvenlik riskleri ve ağ yapılarındaki aksamalar bir yana, deprem, sel, fırtına gibi doğal afetler, sabotaj, donanım veya yazılım hatası, bir makine veya ekipman duruşu, nakliye aracının kaza görmesi, insani hatalar, sistemlerde meydana gelebilecek performans sorunları gibi önceden tahmin edilebilen ya da edilemeyen iç veya dış faktörler sonucu hasara uğrama ve ciddi bir felaketle karşılaşma olasılığı, tüm kurumlar için dikkate alınması gereken riskler arasında. Bu nedenle olağanüstü bir duruma ya da beklenmedik bir olumsuz duruma karşı hazırlıklı olmak ve organize hareket etmeyi planlamak büyük önem taşıyor. Ortaya çıkma olasılığı düşük olmakla birlikte gerek maddi boyutu, gerekse kuruluşların imaj ve itibarı göz önüne alındığında, olası kayıp ve etkisi yıkıcı boyutlarda olabilecek, acil ve beklenmedik bir duruma karşı afet acil yardım planlamasının önemli bir gereklilik olduğu görülüyor.
BİR KARIŞ SUDA BOĞULUYORUZ
Her kurumun kendi özelliklerine göre farklı bir afet acil yardım planına sahip olması gerekir. Bu planlar evresel standartlarda ve afet yönetim sistemi mantığıyla hazırlanmalı. Bu şekilde hazırlanacak plan kapsamında ve gerektiği yerlerde BS 25999 İş Sürekliliği Yönetimi (Business Continuity Management) gibi standartlar kullanılmalı. Ülkelere, yerel yönetimlere, kalkınma ajanslarına, kurum ve kuruluşlara, sürdürülebilir, kalkınma ve gelişme, paydaşlarının çıkarlarını, itibar, iş, marka ve değer yaratma faaliyetlerini korumak üzere yapısal bir çerçeve sunan, bütünsel bir yönetim sistemi olan “Afet Yönetimi” uluslararası düzeyde artık önemli bir rekabet unsuru. Bizde ise maalesef iş yerlerimiz bile hâlâ bir karış suda boğulabiliyor. Bu durumda beklenen İstanbul depreminin sosyo-ekonomik sonuçlarını düşünmek bile istemiyoruz!
Bu arada dört gündür giripten yatan, yani damdan düşmüş biri olarak grip hakkında da bir not düşeyim. Okulda öğretmişlerdi: Aşı, salgınlardan korunmak için eldeki en önemli silahtır! Bu nedenle risk yönetimine alışık olmayan ülkemizde domuz gribi aşısına karşı çıkılması da büyük talihsizlik. Kriz yönetimine koşullanmışız bir kere, bize önce değil, hastalandıktan sonra vurulan türden bir “aşı” lazım!
Yazının Devamını Oku 
2 Kasım 2009
ABD’de iki hafta önce gösterime giren çevreci karşıtı “Not Evil Just Wrong” filminin ismi dikkatimi çekti. “Şeytan sadece hata yapmıyor”un ne anlama geldiğini merak ettim. Müthiş “gerçeklerle” karşılaştım. Fakat birkaç gerçeği unuttuklarını gördüm!..
“19 Ekim’de ABD’de gösterime giren ‘Not Evil Just Wrong’ adlı filmle küresel ısınma saçmalığının artık önüne geçmek için küresel çapta bir organizasyonun ilk ayağı başlatıldı. Gönülden destekliyoruz!”
Yukarıdaki satırlar, arada bir bana gelen küresel iklim değişimi karşıtı bir mail’den alınmıştır. Bu tür mail’leri dikkate almam ama bu belgeselde “Şeytan sadece hata yapmıyor”la ne demek istediklerini merak ettim. Buradaki “şeytan” küresel iklim değişimi probleminin çözülmesinden yana olan çevreciler olsa gerek. Peki, bunların hatalarının yanı sıra işlediği günahlar nelerdir?..
Filmin web sitesine göre Al Gore ve Hollywood, bu filmi kimse görmesin ve duymasın diye uğraşmış ama başarılı olamamış! Çünkü bu film Al Gore’un “Uygunsuz Gerçek” adlı filmine meydan okuyor. Al Gore’un aksine filme göre küresel ısınma için ortaya konulan bulgular yetersiz. ABD senatosundaki küresel ısınma kanun tasarısının insanlara zararı yararından çok daha fazla olacakmış. 2008 yılında çekilen film için bir yıldır bağış toplanıyordu. Şimdi teşekkür olarak “Bize tarih yapmak için yardım ettiniz” diyorlar!..
UNUTULAN KÜÇÜK AYRINTILAR
Film önce çevrecilerin DDT’yi yasaklatmasını ele alıyormuş. 1948’de Paul Müller sivrisinekleri ve sıtmayı kontrol etmek için keşfettiği DDT için Nobel Ödülü almıştı. Daha sonra çevreciler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün çabalarıyla 1972 yılında ABD Çevre Koruma Ajansı tarafından DDT yasaklandı. Şimdi filme göre DDT’nin yasaklanması sonucu gelişmekte olan ülkelerde 40 milyondan fazla çocuk ve yetişkin ölmüş! Anlaşılan film DDT’nin emziren kadınların sütünden bile bebeklere geçtiği ile birlikte neden olduğu damar hastalıklarıdan, karaciğer ve safra yolları kanserlerine bağlı ölümlerden hiç bahsetmemekte. Ayrıca filmin fragmanında görüldüğü gibi “Onlar (Amerikan) yaşam tarzımızı değiştirmemizi istiyorlar” diye feryat etmelerini de anlamak mümkün değil...
Bu film gösterime girdikten 2 gün sonra, yani 21 Ekim’de ABD’de önde gelen 18 bilimsel orgazinasyon iklim değişimi kanun tasarısını desteklemeleri için senatörlere açık mektup yayınladı (www.ametsoc.org.) Türkiye’deki TÜBİTAK, TÜBA, Mimar ve Mühendisler Odaları’na karşılık gelen bu organizasyonların arasında meteoroloji, jeofizik, biyoloji, botanik, ekoloji, toprak, argonomi, endüstri ve uygulamalı matematik gibi bilim dallarını temsil eden kurumlar var. Çok net bir şekilde küresel iklim değişiminin gerçek ve insanlık için büyük bir tehlike oluşturduğu konusunda tam bir fikir birliğinde olduklarını beyan edip çözüm yollarını açıklıyorlar...
CADILARI SEVERİM
Yazının Devamını Oku 