Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Kükürt soluyan halkımız için üzgünüm ama aday değilim

29 Aralık 2008
21.yy’da Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, Ege’nin İncisi İzmir, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara ve diğer modern sehirlerimiz hálá aynı kaderi paylaşıyor. Sokaklarında kükürt solunuyor, hiçbir suçu olmayan binlerce insan yılda 52 gün ev hapsine mahkûm. Şehrin pazar kurulan sokaklarından birinde yaşıyorsanız haftada bir gün evinize büyük eşya getiremez, eviniz yansa da itfaiye çağıramazsınız. Yıllardır çektiğiniz çile ve yaşadığınız sinir harbinden dolayı Allah korusun kalbiniz dursa ambulans da gelemez. Böyle bir gün eceliniz gelip ölseniz de bu işkenceden kurtulamazsınız çünkü cenazeniz evinizden çıkartılamaz... Kömürlüğünüzün tuvalet, bahçenizin de bir ardiye gibi kullanılmaması için alarma geçip her an cenke hazır olmalısınız. "Burası dağ başı değil" deyip şikáyet ettiğinizde de zabıtanın aldığı tüm önlemlere rağmen hiç bitmeyen bu ev hapsine isyan eder durursunuz...

Pek çok kimse yakın bir sokakta kurulan semt pazarından ucuz ve taze sebze meyve almak ister. Ama hiç kimse penceresinin önünde patates soğan sergisi açılsın, evinin önünde kazık çakılsın, penceresine ip bağlansın, çuvallar, kasalarla evinin girişi kapatılsın, istirahatı engellensin ve tanımadığı kişilerle her hafta tartışıp dursun istemez. Ayrıca yüksek sebze ve meyve fiyatlarına gücü yetmeyenlerin de marketlerdeki seçilmiş, çürük sebze ve meyveye mahkûm olmasını istemeyiz. Evet, olay çok yönlü. Yoksa şimdiye kadar her aklı başında belediye başkanı ilk fırsatta kendilerini de bıktıran bu problemi çözerdi...

VELEV Kİ BAŞKANIM

Basında adım Üsküdar Belediye Başkan aday adayına çıktı! Bundan onur duydum, ama şu anda böyle bir niyetim yok. Buna rağmen "Sayın Başkanım" diye söze girip beni tebrik edenlerle beraber 20 yıllık şikáyetini sonlandırmamı isteyenler de var. "Size yalvarıyorum" diyen bir hanım "1040 gün yaşadığım pazarcı teröründen beni kurtarın" diyor. Üsküdar’da başbakanımızın evinin bir-iki sokak ötesinde mütevazı bir bahçeli evde yaşıyormuş. Çer çöpten, kalabalık, kabalık, kavga ve gürültüden evini terk edip kiraya çıkmış... Velev ki halka ve başbakanımıza hizmet bir onurdur deyip kitapların arasından çıkarak belediye başkanı olsam ne yapardım! Bütün dünyada pazarlar bir ihtiyaç. Örneğin Amerika’da da çiftçi pazarları kuruluyor ama sokak arasında değil. Artık depremde bile dışarıda bağdaş kurup oturacak bir boş alan bulunmayan bir şehirde kapalı pazar yeri bulmak mucize. Buna rağmen sokak arası pazarcılığın olumsuzluklarını ortadan kaldırmak ve vatandaşlarımızın, hava koşullarından etkilenmeden, sağlıklı, ortamlarda alışveriş yapmalarını sağlamak için sabit kapalı pazar projeleri hayata geçirilmeli. Bu yapılana kadar da kapalı otoparklar, açık oto pazarları gibi yerler uygun bir günde semt pazarına dönüştürülmeli..

YEMİŞÇİMİN NASİHATİ

Mahallemdeki kuru yemişçi de adaylık borsasında adımın geçtiğini duymuş. "Aman ha, seni orada yerler" deyince politik hayatım başlamadan bitti. Nasılsa aday filan değilim, çok düşünüp taşınmadan şu ucuz kömürden dolayı oluştuğu söylenen hava kirliliğine de bir değineyim. Nasıl ki pahalı sebze meyve ve yerel yönetimlerin ilgisizliği halkın bir kısmını sokak arası pazarlara muhtaç ediyorsa, benzer şekilde ekonomik kriz, pahalı doğal gaz ve yüksek basınç merkezleri de halkı kömüre ve hava kirliliğe mahkûm edebiliyor.

Sosyal devletler soğuktan korumak için halka yakıt yardımı yapar. Bunu yaparken de temel amaç halk sağlığını korumaktır. Bunun için doğal gaz fiyatı yaza göre kışın düşürülür ve yerel yönetimler fakirlerin doğal gaz faturalarının bir kısmını öder. Kaş yapayım derken göz çıkarmamak için ülkemizde dağıtılan kömürün parası doğal gaz tesisatı olan gerçek ihtiyaç sahiplerinin faturasından düşülse; uygun evlere tesisat ve doğal gaz sobası konusunda yardımcı olunsa çok daha doğru ve sağlıklı bir iş yapılmış olur(du).

Yeni yılda ezber bozan, ranta ve partizanlığa kaçmayan, akılcı ve kapsamlı çözümler geliştirebilen yerel yöneticileri seçebilmemiz dileğimle sağlık ve mutluluklar dilerim...
Yazının Devamını Oku

Sayın Bakan Yıldırım’a açık ve fırtınalı mektup!

1 Aralık 2008
"Lodosun gözü yaşlı" olduğu fırtınalı bir günde belediye otobüsüyle Boğaziçi Köprüsü’nden geçiyorum... Birkaç saat sonra başlayacak sağanaktan önce eve ulaşmalıyım. Lodos yönünden fırtına şiddetinde esen rüzgár nedeniyle otobüs sürekli sarsılıyor, havalandırma kapağında ise anlayan için keskin bir tehlike ıslığı var...

Karada rüzgár zaman zaman 90 kilometre hıza ulaştığına göre Boğaziçi Köprüsü’nde çok daha fazla olmalı! Bu fırtınalı günde boş da olsa iki katlı otobüslere bilerek binmedim, ama birkaç saat için seferden men edilmedikleri için binen çok. Allah göstermesin! Ya şiddetli rüzgár nedeniyle asma köprü ve viyadüklerde iki katlı otobüs veya TIR devrilirse veya savrulursa! Meteoroloji ve afet yönetimi ile uğraşıp kafayı yediğimi sanmayın lütfen. Meteorolojinin "yarın yağacak, hava 3-5 derece olacak"tan çok ötelere gitmiş olduğu ülkelerde, karayollarındaki trafik de rüzgár şiddetine göre düzenlenir.

FELAKETTEN DERS ALDILAR

7 Kasım 1940’ta, açılışından dört ay sonra, ABD’de Tacoma Narros asma köprüsü 54 metre/saniyelik rüzgára dayanacak şeklinde inşa edilmesine rağmen 19 metre/saniyelik rüzgárda yıkıldı. Dünya bundan birçok ders çıkardı. Örneğin, Boğaziçi Köprüsü’nün ikizi sayılan İngiltere’deki Severn Köprüsü’nde rüzgára göre alınan önlemler şöyledir: á Saatte 54 kilometre : Rüzgárın estiği yöne göre köprüde hız kısıtlanır. á Saatte 63 kilometre: Trafik akışı her yönde tek şeride düşer. á Saatte 72 kilometre: Köprü yüksek araç trafiğine kapatılır. á Saatte 90 kilometre: Yüzde 10 daha artma ihtimali varsa köprü trafiğe kapatılır. á Saatte 126 kilometre: Aniden bu değere ulaştığı anda köprü hemen trafiğe kapatılır.

Rüzgar hızı saatte 32 kilometrenin üstüne çıktığında ABD’nin Montana kara yolunda çapraz rüzgár tehlikesine karşı sürücülere uyarılar verilmeye başlanıyor. Uyarı levhalarında beliren yazılar şöyle: á 32 kilometre: Şiddetli çapraz rüzgár için hazırlıklı ol. á 32-63 kilometre: TIR, iki katlı otobüsler bu yoldan ayrılıp başka bir yola geç. á 63 kilometre: Şiddetli çapraz rüzgar, yüksek araçlar yoldan ayrıl!

TEKNOLOJİYİ UZMANI KULLANMALI

Türkiye’de asma köprü, viyadüklerde bu tür önlemler olduğunu sanmıyorum. "Bizi Allah korudu" dedirten birçok fırtına geldi geçti. Örneğin, 17 Ocak 1995’te gazeteler şunu yazdı: "Aşırı rüzgár nedeniyle Boğaz köprüleri beşik gibi sallanınca, sürücüler korkulu dakikalar yaşadı. Otoyollarda onlarca trafik kazası meydana geldi."

Korkmak yetmez! Kriz sever bir millet olarak önlem almak için ille de bir musibet olması gerekiyor! Karayolları Genel Müdürlüğümüz, 2-3 meteoroloji mühendisi alıp "Yol Meteorolojisi" ile ilgili çalışmalar yapabilir; herhalde maaşları nedeniyle iflas edeceği düşünülüyor! Bu nedenle ve hálá hem "Yarın 3-4 derece. Yağacak - yağmayacak" türü hava durumu bilgileriyle yetiniyorlar hem de milyonlarca dolar harcanıp Bolu Tüneli’ne kurulan "otomatik buzlanmayı algılama ve önleme sistemi" gibi sistemlerden de kendi başına harikalar yaratmasını bekliyorlar!

Bu konudaki görüş ve önerilerimi yıllarca değişik yollardan ulaşabildiğim tüm ilgililere ilettim. Örneğin, 31 Mart’ta bu köşeden "Teknolojinin beyaz atı prenssiz bir işe yaramaz" diye yazdım, ilgilileri uyarmaya çalıştım. "En pahalı meteorolojik sistemleri alıp yolun kıyısına tek başına kurmak yeterli değildir" dedim. Fakat bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Bu ülkede neden uzmanlığa saygı yok? Neden pahalı teknolojiler uzmanı olmaksızın güya kullanılır? Benim aklım hiç ermiyor...

Sayın Bakanım, bildiğiniz gibi ulaşımda ekonomi ve emniyet ile meteorolojik şartlar doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle, deniz ve hava yolu gibi, kara ve demir yollarında da meteoroloji mühendisliği gerektiği gibi kullanılmalıdır. DMİ’den rutin hava durumu bilgilerini almak yetmez; artık meteoroloji mühendisliği hizmetlerini yürürlüğe koymalıyız.

İTÜ’de yıllarca ders vermiş olduğunuzu, modern bilim ve teknolojideki gelişmeler ile birlikte uzmanlığa ve disiplinler arası ekip çalışmasına önem verdiğinizi biliyorum. Bundan cesaret alarak, bu konuda gereğini bir de sizlerin bilgisine sunarım.
Yazının Devamını Oku

Kaldırım ve bordür taşları bitti sıra ağaçlarımızda

24 Kasım 2008
Ülkemizdeki ağaç katliamlarının tartışılmaz galipleri, ne okullu ne de alaylı, yalnızca cahillerdir! Kimi güya Yakutiye Medresesi aralarına sıkışıp kalmasın, kimi de apartmanı etrafında pamukçuklar havada uçuşmasın diye ağaç katleder durur. Uyduruk bahaneler bir yana, aslında bunun en büyük nedeni iflah olmaz cahil inadı ve duygusal takıntılar.

Kavak ağaçları hakkında, şehir şebekelerini tıkadıkları, yapıların temellerini yerinden oynattıkları ve duvarlarını çatlattıkları, alerjik hastalıklara yol açtıkları, pamukçuklarının solunum yollarını tıkayarak astımlıları provoke ettiği, bir kıvılcımın bile tutuşmalarına yettiği gibi birçok şikáyet söz konusu. Bunlar, aslında her ağaç ve ot için geçerli olabilir. "Peki, bilimsel temelden yoksun bu bahanelerle neden ağaç katliamı yapılıyor" diye düşünürseniz esas nedenin kesilen ağaçların yerlerine erguvan, çınar, çam, palmiye gibi daha pahalı ağaç dikmek ya da İran’dan suni ağaç getirmek olduğunu görürsünüz.

VATANDAŞIN FERYADI

Anlaşılan tamamen "duygusal" nedenlerle, her sene yaz aylarında yenilenen kaldırım ve bordür taşları gibi, kavaklarında da bir bahane ile baharda kesilip yenilenmesi gerekiyor! Havada uçuşan pamukçukları polen sanan cahil vatandaş da buna yardımcı oluyor. "Ey vatandaş! Her sakallıyı deden, her havada uçuşanı da polen sanma" diye uyaran çok oldu. Ama cahillere bilgi aktarmak zor. Yerel yönetimlerin vatandaşla işbirliği içinde yürüttüğü kavak katliamı devam ediyor. İşte size ismi bende olan bir okuyucumdan gelen son örnek:

"Değerli hocam 24.05.2004 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan ’Başında kavak yelleri esenlerin kavak takıntısı’ başlıklı yazınıza konu olan kavaklara bizim apartmanımızda da takıntılı olanlar var. Zaten insanlar nedense ağaçları budama adı altında kesmezsek ağaçlar yok olacak diyerek egolarını tatmin ederek yok ediyorlar canımız ciğerimiz ağaçlarımızı.

Bizim apartmanımızda da yönetim balta yeterli olmadığı için elektrikli testereyle mekanize olmuş. Kesilmeleri için de onca mücadeleme rağmen Park Bahçeler Müdürü’nün katli vaciptir fermanını değişik bahaneler üreterek yazılı olarak vermektedir. Bahçenizde çevrenizde tek bir ağaç kesilmeyecek keserlerse haberim olsun, diye söz veren Kadıköy’ümüzün Belediye Başkanı Selami Öztürk de katliamlara seyirci kalmakta. Her ilkbahar ve sonbaharda budama adı altında bu katliamlar yapılmaktadır. TCK ağaç kesme konusundaki 144-152. maddesinde ’devlet orman statüsündeki yerler hariç, nerede olursa olsun, her türlü dikili ağaç, fidan veya bağ çubuğunun kesilmesi 1 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasına hükmolunur’ hükmüne insanların ve belediyelerin uyması yeşil alanları yok etmekten vazgeçip medeni ülkelerde olduğu gibi ağaçları koruma altına alınması gerekir.

Yazınızdaki polenlerini ilkbaharın ilk aylarında ve görece olarak çok kısa bir dönemde saçan söğüt, kavak, dişbudak, fındık, çınar gibi ağaç cinsleri görece olarak daha az olumsuz etkiye sahiptir. Polenleri alerjik hastalıklara yol açan bitki türleri sıralandığında, yüzde 16,2 ile buğdaygiller; yüzde 9,1 ile ayçiçeğigiller; yüzde 8,7 ile kazayağıgiller; yüzde 5,5 ile gülgiller; yüzde 4,3 ile akçaağaçgiller, yüzde 3,9 ile çamgiller, yüzde 3,5 ile söğütgiller, baklagiller ve servigiller öne çıkmaktadır. ’Katli vaciptir’ denilen kavaklar bu sıralamada bile yedinci sırada gelmektedir!

Prof. Dr. Fuat Kalyoncu da ’her baharda havada uçuşan polenlerinin alerji yaptığı iddiasıyla kıyıma uğrayan kavak ağaçlarının gereksiz yere kesildiğini kavak polenleri gerçek polen değil, gerçek polenler çimen polenleri çalı polenleridir, gözle görülmeyen, kenarda kalan bitkilerde oluşur. Ağaç polenleri yaklaşık bir ay gibi kısa bir sürede biter. Kavaklardaki iri taneler insanların burnuna boğazına kaçıyor ve insanlar onların alerji yaptığını zannediyor, ama bu doğru değil; arabaların egzozlarından çıkan duman da zararlı, o zaman onları da ortadan kaldıralım’ demektedir. Bütün bu bilimsel gerçeklere rağmen neden kavakların katledilmesine izin veriliyor?

Bahçemizdeki sağlıklı iki adet kavak ağacımıza kesim izni veren Kadıköy Belediyesi Park Bahçeler Müdürlüğü’nün araçları ciğerimizi sökercesine 10 Kasım 2008 tarihinde bir kavak ağacını kesti diğerini şimdilik kurtardık..."

KADIKÖY BELEDİYESİ’Nİ TEBRİK EDERİM!

Okuyucumuzun "şimdilik kurtardık" dediği kavak ağacı da iki gün sonra katledilmiş. Bu durumda, Kadıköy’ü kavak ağacı "belasından" kurtaran sayın apartman ve belediye yöneticilerini tebrik eder, Pirus Zaferlerinin devamını dilerim!..
Yazının Devamını Oku

Su akıllı kullanılıp yönetilirse hem çiftçiye hem turizmciye hem de göllere yeter!

17 Kasım 2008
"TK0287 kaptanınız konuşuyor: Sizleri oturduğunuz yerde 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum!" Uçakta duymaya alışık olmadığımız bir anonstu bu! Atmosfer bilimci olarak, 70 yıl önce ebediyete intikal eden Atamızı, ezberimizi bozan bir şekilde olsa da, göklerde anmaktan gurur duydum. 10 Kasım sabahı "Benim manevi mirasım ilim ve akıldır" diyen Atatürk’ün iftihar edeceği bir projenin imza toplantısına katılmak için gittiğim Milas’ın Selena-Kapkırı Köyü’nden dönüyordum. Bu köy ve antik Herakleia kenti, Beşparmak Dağı’nın güney eteğinde, Bafa Gölü kıyısında kurulmuş. Denizle ilişkisi, Büyük Menderes’in taşıdığı alüvyonlarla yıllar önce kesilmişti. Günümüzde ise yanlış sulama ile gölün suyla, kirleticiler ile de havayla ilişkisi kesilmekte.

Artan nüfus, hava sıcaklıkları, vb. nedenlerle suya olan ihtiyaç hızla artarken, yağışlarımız da tehlikeli bir şekilde azalıyor. Bu durumda aklın ve bilimin gereği yapılması gereken şey; azalan suyu daha verimli kullanmak ve su kaynaklarını korumak. Bu tür çalışmalara "uyum çalışması" da deniliyor.

Küresel iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak karmaşık ve pahalı bir iş. İş dünyası, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler ve toplum, iklim değişikliğine hazırlanmak için birlikte hareket etmekte. Dünyanın değişik noktalarında okyanusların karalara saldırısını durdurmak için devasa duvarlar, susuzluğa karşı binlerce tonluk su depoları, ısıya ve susuzluğa dayanıklı ekinler gibi yapılan uyum çalışmaları yabancı basında yaygın bir şekilde yer almakta. Ülkemizde ise hala Kyoto’ya taraf olmanın arifesindeyiz. Uyum sürecinde, iklim değişimini önleme sürecindekinden daha kararlı ve hızlı davranmalıyız.

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ile Coca-Cola Türkiye arasında Selena-Kapkırı Köyü’nde imzalanan beş yıllık işbirliği projesi ile hem suyu hızla azalan ve kirlilik ile mücadele eden Bafa Gölü, hem de yöre halkı korunacak. "Bafa’ya Su Ege’ye Bereket" projesi kapsamında Bafa Gölü çevresindeki 360 bin dekarlık tarım alanında damla sulama yönteminin yaygınlaştırılması ve yüzde 70’e varan su tasarrufu yapılması hedefleniyor. Bilindiği gibi küresel iklim değişikliğiyle beraber son yıllarda yaşanan kuraklık ülkemizi derinden etkilemekte ve özellikle Türkiye’de suyun yaklaşık yüzde 70’ini kullanan tarım sektöründe ciddi sonuçlar doğurmakta. Bu proje ülkemizde yürütülen ilk ve en önemli küresel iklim değişimine uyum çalışmalarından biri olacak.

Projenin örnek alınması gereken birçok yönü var: Birincisi bu projede her şeyi devletten bekleyip sızlanmak yerine özel sektör ve STK bir araya gelip durumdan vazife çıkartıyor. İkincisi, yaklaşımları tepeden inmeci değil; yerel kurum ve kuruluşlar ile de işbirliği yapıyorlar. Kitabi bilgileri dikte eden didaktik bir eğitim vermek yerine yaparak ve yaşayarak eğitim vermeyi; bilgilendirmek yerine eyleme geçmek ve davranış değişikliği yaratmak için pilot çalışmalar ile de yöreye özgün rol modeller oluşturmayı hedeflemesi de ülkemizde nadir görülen uygulamalardan.

Damla sulama gibi, azalan suyumuzu artan bir verimlilikle kullanan, yöntemleri yaygınlaştıran bu ve benzeri projeler, "Su akıllı kullanılırsa, çiftçiye de yeter, Bafa Gölü’ne de" dedirterek ülkemizde bir zihniyet değişikliğinin tetiklenmesi için de çok önemli.
Yazının Devamını Oku

Ne Suriye haritası ne turist ishali Şam gezisi her durumda keyifli

10 Kasım 2008
Gitmeden önce Suriye’nin başkenti hakkında "Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü" sözünden başka bir şey bilmiyordum. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı dahilinde Arap Ülkelerinde Afet Riskini Azaltma çalıştayında konuşmak üzere Şam’a gittim ama az kalsın dönemiyorum. Bunun nedeni ABD’nin Suriye sınırını bombalaması değildi!

Çalıştayda fay hatlarımızla ilgili haritalar gösterdik. Suriyeliler de kendi fay hatlarını. Ama haritalarda bir tuhaflık var. Bizim haritalarda güneye doğru inen işaret parmağı gibi bir yer var; onların Türkiye sınırı ise dümdüz. Suriye Sivil Savunma yetkilisine "Bizim haritalar yanlış galiba!" diyorum ama espriyi anlamıyor. Suriye Sivil Savunma teşkilatında çalışanlara e-posta kullanmak yasakmış! Bu konuyu daha fazla görüşmek için telefon filan da edemem artık! Dönüşte eski Şam Havalimanı terminalinden çıkıp apronda yürüyerek uçağa doğru giderken ne göreyim THY uçağının adı "Hatay"!

ESKİ İSTANBUL’U ANDIRIYOR

Türkiye’de yurtdışına çıkış harcı 15 YTL ve sadece Türkiye Cumhuriyeti pasaportu ile çıkış yapanlara uygulanıyor. Suriye’de ise yurtdışına çıkış harcı 15 bin Suriye Lirası (35 ABD doları) ve 12 yaşından büyük herkese uygulanıyor! Suriye’de döviz kuru da bir álem! Allah’tan eşimin ısmarladığı incik ve boncuğa tüm paramı harcamadım da İstanbul’a dönebildim! Şayet Şam’a giderseniz eve dönebilmek için cebinizde 35 dolar ve gerekirse biraz da tuvalet parası bulundurun... Káğıt paraların bir yüzünde Latin harfler var ama metal paraların ne olduğu belli değil. Tuvalette yanınızda birkaç çeşit demir para olmalı.

Şam deniz seviyesinden 690 metre yüksekte ama otelim 1540 metrede. Bu dağ, merkeze göre 10 derece soğuk. Otel 5 yıldızlı ve modern ama kalorifer sadece giriş katında; yani bina alttan ısıtmalı! En üst katta ne kadar battaniye varsa altına girdim. Yüksek yerlerde tansiyonum da düşer. Bu seferde daha fazla yiyip içmem gerekiyor. Ve sonuçta Turist/ Yolcu / Seyahat ishali oldum çıktım. Hürriyet Seyahat’teki köşesinde Mesude Erşan bunu kaç kere yazdı ama başa gelmeyince anlamıyorsunuz. Gelişmiş bölgelerden gelişmekte olan bölgelere seyahat edenlerde görülen bu ishal türü birçok insanı etkilemekteymiş.

Şam, 30 yıl önceki İstanbul’u andırıyor. Trafik daha kötü, sinyalizasyon ve aydınlatma eksik. Cami sayısı Tahran’dan fazla, hepsi güzel yapılar. Baba ve oğul Esadların ışıklandırılmış dev resimleri şehrin her yerine, hatta dağa, taşa yerleştirilmiş. Aklıma bu gün minnetle andığımız Büyük Önder Atatürk’ün şu sözü geldi: "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu káfidir."

BİZİ HER GÖREN OSMANLI DİYOR

Suriye yemekleri bizim Güney illerimizin yemeklerden çok farklı değil ama bir Karadenizli olarak esas yemekten önce bu kadar ot ve meze yediğimi hiç hatırlamıyorum! Bir de öğle yemeğinin saat 14’te başlaması, iki saat sürmesi bana tuhaf geldi. Otelin yemekleri midemi hiç rahatsız etmedi ama şehirdeki tatlılardan şüpheliyim. Bir de en lüks restoranda grup halinde yemek yerken nargile ve sigara dumanları ile tütsüleniyorsunuz! Havalimanında, "sigara içmek yasaktır" levhasının altında da tüttürüyorlar.

Sadece Şam’da 120 civarında Türk eseri bulunmaktaymış. Ben sadece Hamidiye Kapalıçarşısı ve Hicaz demiryolu istasyonunu görebildim. İstanbul’daki Kapalıçarşı’yı andıran Hamidiye’de dolaşırken bize sevgi ile ve dostça yaklaşıp "Osmanli" diye hitap edenler oldu. Bundan cesaret alan bir arkadaşımız da "bu çarşı bizim" deyip indirim istedi! Yarı fiyattan pazarlığa başladığımız her yerde Türkiye’den gelmiş olmanın avantajını gördük. Kredi kartının geçmediği bu çarşıda Türk parasına bile "olur" dediler...

Gece Hamidiye çarşısından çıkıp Hicaz Tren İstasyonu’nun önünden yürüyüp geçerken muzır arkadaşımız yine "burası bizim" diye tutturunca bekçi "Osmanli" deyip bizi içeri aldı. Şimdi sanat galerisine dönüştürülen, eski istasyon binasının her odasını gezdirdi. Haydarpaşa Garı’nı andıran, çok renkli, güzel ve büyüleyici bir bina! Üzerinde "Billets" yazan gişeler hálá duruyor.

10. Cumhurbaşkanımız Necdet Sezer’in, Suriye’yi ziyareti ve sonrasında AKP Hükümeti’nin takip ettiği dış politika nedeniyle Türkiye-Suriye ilişkileri roket gibi hızla gelişiyor. Yol sorduğumuz bir Suriyeli Nazım Hikmet hayranlığından bahsetti, ama Emine Erdoğan’ın Suriye ziyaretinden pek hoşnut olmamış. Suriye halkı Türkiye ile dost olmaktan çok memnun ve bunu her fırsatta belli ediyor.

Özetle, dağdaki bir otelde kalmaz, çıkış harcı ile şok olmaz, haritaya kafayı takmaz, yeşil pasaporta bile gereken vizeye aldırmaz ve yiyip içtiklerinize de dikkat ederseniz güzel Şam şekeri gibi Şam’daki Arap’ın yüzünün de artık dost olduğunu kolayca görebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Yeşil badanacıların altı günahı

3 Kasım 2008
Ürünlerini doğru olmadığı halde çevre dostuymuş gibi sunanlar, yani dünyadaki "yeşil badanacılar" tüketici örgütlerince tespit edilip teşhir ediliyor. ABD’deki büyük market zincirlerinin çevreci olduğunu iddia ettiği 1,018 ürün incelenerek işledikleri günahlar tek tek belirlendi.

Günümüzde tüketicinin çevre koruma konusunda artan hassasiyetini sömürmek için tüketim malları üzerine yazılan yanlış ve yanıltıcı iddialar altı grupta toplandı:

1. Gizli takas yapma günahı: Örneğin, ürüne ait ambalajın geri dönüşümlü káğıttan yapılması gibi sadece bir parametre öne çıkartılıyor. Bu ürün üretilirken kullanılan enerjinin neden olduğu karbon dioksit, su kaynaklarının kirletilmesi, ormansızlaşma gibi diğer ve muhtemelen daha önemli olan parametrelerin üzerinde hiç durulmuyor. Bu günahı işleyen ürünlerin az da olsa yeşil olduğu iddiası çoğu kez doğru, fakat bütünleşik çevre koruma mantığı ile bakıldığında hiç de söylendiği gibi masum olmadıkları görülüyor. Böylece marketlerde yapılan incelemede, tüketiciye küçük bir yeşillik sunup dünyada daha büyük çevre değerlerini yok eden ürünlerin oranı yüzde 58 gibi oldukça yüksek.

2. Belgesiz atıp-tutma günahı: Ürünün çevreci olduğu iddiası, tüketici tarafından kolayca ulaşılabilecek destekleyici bilgi veya güvenilir bir sertifika ile doğrulanamıyor. Örneğin etiketinde enerji tasarruflu olduğu yazmasından başka ampulün böyle bir özelliğinin olduğunun kontrol edilebileceği herhangi bir sertifika, telefon numarası, web sayfasının bulunmaması bir günahtır. İncelemede, örneğin hayvanlar üzerinde denenmediğini sadece söyleyen kozmetik ürünler gibi, ürünlerin yüzdesi 26’sı bu günahı işlediği görüldü.

CFC YASAKLANALI30 YIL OLDU!

3. Yuvarlak ifadeler kullanma günahı: Bu günah, ürünün yeşil olduğu iddiası yuvarlak, anlamsız ve muğlák kelimelerle ifade edilip tüketici yanıltılarak işleniyor. Örneğin, "katıksız, zehirsiz, koruyucusuz, kimyasal maddelerden arındırılmış, doğal" deniyor. Gerçekte kimyasal maddeden oluşmayan hiçbir şey yok. Su bile bir kimyasal madde. Su, oksijen bile belli bir dozdan sonra zehirdir. "Tümüyle doğal" demenin de hiçbir anlamı yok. Çünkü arsenik, uranyum, cıva gibi zehirler de tümüyle doğaldır! Böylece çevre dostu olarak ilan edilen ürünlerin yüzde 11’i yuvarlak kelimeler kullanarak tüketicileri yanıltma günahını işliyor. Özellikle, ev ve otellerde de yaygın olarak kullanılan temizlik malzemeleri yeşil badanacıların en çok bu tür günah işlediği ürünlerden.

4. Kel alaka olma günahı: Ürünün günümüzde geçerli olmayan bir çevreci yönü ortaya çıkartılarak tüketicinin dikkati dağıtılıp gerçek çevreci ürüne ulaşması engelleniyor. Bu günah en çok ozon gazını kemiren kloroflorokarbon (CFC) ile ilgili iddialarda işleniyor. Zaten 30 yıl önce yasaklanıp piyasadan kaldırılmış olan CFC gazlarını günümüzde herhangi bir üründe kullanmak mümkün değil. Bu nedenle, "CFC içermez, çevre dostudur" demenin hiç bir anlamı yok. Bu günah yüzde 4 oranında işleniyor.

ORGANİK SİGARANE İŞE YARAR

5. Ehven-i şer günahı: Bazı ürünlerin aynı kategorideki diğer ürünlere göre daha yeşil/masum olması onun tümüyle günahsız olduğu anlamına gelmez. Bu günahı işleyen ürünlerin başında "organik sigaralar" geliyor. Kötünün iyisi olarak bir ürünün "yeşil, çevreci, organik" şeklinde lanse edilmesi onun çevreye ve sağlığımıza zarar vermediği anlamına gelmiyor. ABD’de bu günah yüzde 1 oranında işleniyor.

6. Yalan beyan:
Bu günah, ürünün çevre dostu olduğu yönü ile ilgili iddiasının doğru olmadığı ispatlandığında ortaya çıkıyor. ABD gibi tüketici haklarının iyi bir şekilde korunduğu ülkelerde bu günahı işleyen ürünlerin oranı yüzde 1’den az. Örneğin, "organik sertifikalı" olduğunu iddia eden şampuanların gerçekte sertifikası olmadığı gibi böyle bir özelliğinin de olmadığı resmi ve gönüllü laboratuvarlar tarafından belirleniyor. Benzer şekilde, "yüzde 100 geri dönüşümlü káğıt" olduğunu söyleyen plastik kaplar da var!

Gelişmiş ülkelerde "yeşil badanadan" da tüketicileri korumak için yasalar ve STK’lar var. Ülkemizde ise bu görev tümüyle tüketicinin kendisine düşüyor. Çevreci bir ürün almak gibi bir duyarlılığınız varsa bundan sonra yukarıdaki altı günaha dikkat ederek alış verişinizi yapınız.
Yazının Devamını Oku

İster inan, ister inanma

27 Ekim 2008
Başbakanımız, baş müzakerecimiz farkında mıdır bilmem: Sahip olduğu doğal değerlerle Avrupa Birliği (AB) üyesi olduğunda, AB’nin biyolojik zenginliğini tek başına nerdeyse ikiye katlayacak yegane ülke Türkiye’dir. İşte Anadolu’nun inanılmaz ve eşsiz doğasına örnekler. Anadolu, bitkiler için güveli bir kıtadır: Anadolu buzul çağlarında canlılar için bir sığınak. Jeolojik değişim çağlarında geçiş yoludur. Böylece canlıların yaşayan en zengin müzesidir. İki kıtanın birleştiği yerde üçüncüye komşu, çeşitli iklimlerin yaşadığı tek ülke Türkiye’dir. Yine Türkiye, Avrupa-Sibirya, Akdeniz, İran-Turan bitki coğrafya bölgelerinin de buluştuğu dünyadaki tek ülkedir. Bu nedenle Türkiye yüzölçümü, dünya kara yüzeyinin yüzde 0,6’sını kaplamasına karşın, dünyadaki tüm bitkilerin yüzde 2,5’unu barındırır.

İSTANBUL, İNGİLTERE’DEN ÇOK DAHA ZENGİN

Avrupa ülkelerindeki toplam damarlı bitki sayısı yaklaşık 13 bin. Sadece Türkiye’de bu sayı yaklaşık 9 bin 200. Avrupa ülkelerindeki toplam endemik bitki türü sayısı yaklaşık 3 bin 500. Yalnız Türkiye’de endemik bitki türü sayısı, yaklaşık 3 bin 100. Anadolu topraklarının yüzde 26’sı ormanla kaplı. Bu ormanları oluşturan 564 tür ağacın 76’sı endemik. Avrupa’nın tamamında 27 meşe türü varken, yalnız Türkiye’de 18 tür meşe bulunmaktadır. AB’de doğal ormanların toplam orman sahasına oranı yüzde 1 iken, yarısı bozulmuş ve verimsiz olsa da, bu oran Türkiye’de yüzde 93’tür. Sadece 5 bin 500 kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahip olan İstanbul İli, 2.450 gibi şaşılacak yoğunlukta biyolojik çeşitliliği barındırıyor. Bu, Hollanda ve 300 bin kilometrekarelik ada devleti İngiltere’ninkinden bile daha fazla!

Yaşlı, ılıman yağmur ormanlarının bulunduğu Doğu Karadeniz Bölgesi’nde çay ve kivi; Akdeniz sahillerinde muz, avokado ve turunçgiller; Orta ve Doğu Anadolu’nun yüksek kesimlerinde dünyadaki en kaliteli kayısı yetişir. Anadolu, incir, üzüm, zeytin, kiraz ve fındığın anavatanıdır. 30’u aşkın meyve türünün kökeni Anadolu’dur. Anadolu’da elmada 500, erikte 200, şeftalide 100 ve üzümde 1200’den fazla çeşit var. Güney Anadolu özellikle tahıl ve baklagiller olmak üzere, dünyanın en önemli bitki gen kaynağı merkezidir. Anadolu, aynı zamanda tıbbi ve aromatik bitki çeşitlerinin de en önemli merkezlerindendir.

BAKARSAN NGBB, BAKMAZSAN VALİDEBAĞ KORUSU OLUR

Türkiye’deki 40 binden fazla hayvan türünün Avrupa kıtasının toplam tür adedinin yüzde 80’ine denk olduğu tahmin edilmekte. Avrupa ülkelerinde yaşayan toplam kuş türü sayısı 545’tir. Türkiye’de ise 459. Türkiye’de 2005 yılında, 3 haftalık bir kuş gözlem turunda 276 kuş türü saptanmış. Tropik ülkeler dışında bu, dünya rekorlarından biridir.

ABD’nin en verimli buğday türü çaresiz bir hastalıktan kurtulmak için Anadolu’nun doğal buğdayı ile evlenmek zorunda kaldı ve böylece tarım ilaçlarında yılda 50 milyon dolar tasarruf sağlandı. Dünyanın en önemli koyun üreticisi Yeni Zelanda’nın geniş meraları Anadolu’nun otlaklarından alınan tohumlarla geliştirildi...

Türkiye’nin bu eşsiz biyolojik zenginliğini tanımamız ve gözümüz gibi korumamız gerekir. Ben bütün bunları her cumartesi günü gittiğim Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nden (NGBB) (www.ngbb.gen.tr) öğrendim. Bu bahçede, bahçıvan çocuklar, bitki ressamlığı gibi kurslar; meşe, aromatik, tıbbi, faydalı, toprak erozyonu ile mücadele, susuzluğa dayanıklı, tuzlu topraklara uyumlu bitkiler koleksiyonu gibi inanılmaz güzellikler var. Normalde ot bile bitmez bir yer olan bir otoyol kavşağındaki bu dünyanın tek botanik bahçesi "Ekmek bedeni besler ama çiçekler de ruhu besler" felsefesine uygun bir şekilde çeşitli çiçeklerle de bezenmiş. Türkiye bitkilerinin yanı sıra, çeşitli ülkelerden ağaç, çalı ve otsu bitkilerin, canlı koleksiyonlarını da barındıran ve doğada tehdit altındaki bazı türleri korumak için projeler uygulayan NGBB, İstanbullular için bir nefes alma noktası olmasının yanı sıra, önemli bir araştırma, eğitim ve öğretim merkezi.

Unutmadan ibreti álem için de söylemem gerekirse: NGBB, "Bakarsan bağ olur"; Koşuyolu-Altunizade arasında bulunan Validebağ Korusu ise "bakmazsan dağ ya da apartman olur" sözünün günümüzün en güzel ve en kötü örnekleridir. Mutlaka görün!
Yazının Devamını Oku

Hava, su ve afetle ilgili cahilliğimiz konusunda uyarıyor ve alarm veriyorum!

20 Ekim 2008
Will Rogers’ın "Herkes cahildir ama farklı konularda" sözüne göre hepimiz cahiliz! Bu nedenle hava, su, afet cahillerinden ricamdır: "Lütfen zahmet edip artık bizi erken uyarmaya, havamızı açıklayıp afetlerimizi yönetmeye filan kalkışmayın!" Sonuçta boşa harcanan milyonlarca dolar ve ölüp giden insanlarımızın hálá haddi ve hesabı yok.

Kemer Country’nin kurucusu Esat Edin’in ve üç çocuğunun uğradığı facia geçenlerde basında yer aldı. Yer aldı da ne oldu? Artık sel yerine taşkın demekten vazgeçecek miyiz? Ders kitaplarımız, günlük güneşlik yerde bile sel tehlikesi olabileceğinden bahsedecek mi? Artık sel yataklarına yerleşmekten, fabrika ve kamp kurmaktan vazgeçecek miyiz? Deprem sanki bir afet değilmiş gibi kanun tasarılarına "afet, deprem ve acil durum" yazmaktan vazgeçecek miyiz? Hızlı müdahaleye, "erken uyarı" demekten vazgeçecek miyiz? Yani bu cahilliklerimizi fark edip onlardan kurtulmaya niyet edecek miyiz?

PROJE, PROJE ÜSTÜNE

El cevap; HAYIR! Çünkü "İnsan bildiğinin álimi, bilmediğinin cahilidir." Ben birçok konunun cahili olduğum gibi, iddia ediyorum bu ülkenin yüzde 99,99999’u meteoroloji, iklim ve afet yönetimi konusunda doğru dürüst hiçbir eğitim almadığı için çok cahil! Bilmediği için bu konuların cahili fakat kulaktan dolma bilgilerinin álimi olarak konuşuyor, bizi yönetiyor, kanun tasarısı hazırlıyor, milyon dolarlık projeler teklif ediyorlar!..

Gazetelere bakıyorum, "Orman yangını erken uyarı sistemi, Erken uyarı sistemleri yoluyla Türkiye’deki ekonomik krizlerin analizi, deprem için erken uyarı, Akdeniz’e tsunami erken uyarı sistemi, tarımda alanında erken uyarı sistemi, sıtmaya karşı erken uyarı sistemi, 1 milyon Euro`luk erken uyarı sistemi sel felaketlerini önler" gibi erken uyarı konusundaki çalışmalara dair birçok haber var. Fakat şu ana kadar Türkiye’de erken uyarı ile önlenen hiçbir afet, acil durum haberine rastlamadım, duymadım...

ERKEN UYARIYI TANIMLAYIN

Aslında "erken uyarı" lafı geçen projelerin çoğu bir "hızlı müdahale" projesidir. Yani orman yangınlarına hızlı müdahale, depremin neden olacağı doğal gaz yangınlarını engellemek için tesisata hızlı müdahale... Yani, bu projelerin çoğunun, "İnsanların tehlikelere karşı, zamanında ve gerektiği gibi davranmalarına imkán tanıyacak şekilde haberdar etmek" gibi bir işlevi ve görevi yok. "Var", diyenlerin lütfen "erken uyarı" tanımını görelim. Tanımsız konuşmak, kavramların içini boşlatıp çarpıtmak da cahilliktir!

B. Franklin’e göre "Cahil soru sormaz"mış. Bence cahil sözlüğe ve literatüre de bakmaz! Hz. Ali’ye göre "Cahilin cahilliğini kanıtlamak kolaydır fakat ona itiraf ettirmek güçtür." İmam-ı Azam, "Cahillerle yaptığım bütün tartışmaları kaybettim" diyor. İşte bu sözler içimi rahatlattı! Çünkü şimdiye kadar bir atmosfer bilimci ve afet yönetim uzmanı olarak, orman yangınları erken uyarısı için orman meteoroloji istasyonlarının kurulması, sel erken uyarısı için yerel yönetimlerin akarsularını takip ederek su seviyesi hızla yükseldiği durumlarda derenin aşağı kısımlarındaki insanları tahliye etmesi, evlerde yangın için basit bir duman detektörü bulundurulması, depremden korunmak "erken uyarı" ile değil bireyden başlayarak hazırlanmaktan geçtiği gibi yaptığım (erken) uyarılar işe yaramadı.

GÖRÜYORUM VE SUSAMIYORUM

Herkesin, her konuda uzmanmış gibi davrandığı ülkemizde pek çok kavramın içi boşaltı ve pek çok gösterişli fakat cahilce hazırlanmış projeye imza atıldı. Aslında harcanan milyonlarca dolar ve ölüp giden insanlarımızdan daha çok Hz. Ali’nin söylediği gibi bana "Hiçbir acı cehaletten daha fazla zahmet vermiyor." Bu yüzden Mevlana’nın "Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol" sözünü tutup susamıyorum. Akif Cemil’e göre, "Başa gelen cehaletlerden başkalarını sorumlu tutmak, cehalet alámetidir!" Demek ki ben ve benim gibi konusunda uzman geçinenler de cahil ki başımıza gelen bütün bu cahilliklere bir türlü engel olamıyoruz. Önümüzdeki yerel seçimlerde siyasete mi girsek!

"Ateş ile sel dilsiz düşmandır; haber vermeden gelir" atasözünü göre atalarımız da "erken uyarı"nın ne olduğunu hiç anlamamış! Fakat "Yükseğe ev yapma yel alır, dereye ev yapma sel alır, 70’inden sonra evlenme el alır" atasözü çok doğru; dinlemenizi tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku