13 Ekim 2008
"Hakikatin yolu cehaletten geçer"miş! Lisedeki sevgili edebiyat hocamız Hatice Hanım, Henry Suso’nun bu sözünü açıklayan bir kompozisyon yaz deseydi herhalde sınıfta kalırdım! Bu sözden ne anlamamız gerektiğini bilen varsa beri gelsin lütfen. NTV yayınlarından Türkçesi çıkan "Cahillikler Kitabı"nı, şu ana kadar sekiz baskı yaptığını görünce, "cahilliğin amma da meraklısı varmış" deyip satın aldım. Kitabın yer verdiği havadan sudan konulardaki cahilliklerin bir kısmını yazmıştım zaten. Benim de bilmediğim ya da yanlış bildiğim meteorolojik konular da varmış meğer. İşte size yıllardır meteoroloji ve afet yönetimi dersleri veren bir profesörünün havadan-sudan cahilliklerine örnekler:
ŞU YOSUNUN YAPTIĞINA BAKIN
Dünyadaki en kurak yer neresidir? Bu soruya hemen yanıt olarak, "çöllerdir" derdim. Ne de olsa çöllerin bende bıraktığı izlenim insan ve hayvanların dili dışarıda dolaştığı kupkuru, uçuşan kumlar ile dolu sımsıcak bir ortam olduğudur. Zaten üzerine yağan yağmurlar bile çoğu zaman havada buharlaşıp yere inemiyor. Meğer, dünyanın en kurak yeri, her tarafının kar ve buzla kaplı olduğunu sandığım Antarktika’ymış. Bu kıtanın bazı kesimlerine 2 milyon yıldır hiç bir şey yağmıyormuş! Okumak yetmiyor, gidip görmek lazımmış!
Maddenin kaç hali vardır? Bu çok basit sorunun yanıtının katı, sıvı, gaz ve plazma olarak dört olduğunu düşünüyordum. Meğer, katı, amorf katı, sıvı, gaz, plazma, süper akışkan, süper katı, dejenere katı, nötronyum, güçlü simetrik madde, zayıf simetrik madde, kuark-gluon plazma, fermin-yonik yoğunlaştırma, Bose-Einstein yoğunlaştırması, acayip madde gibi maddenin birçok halleri varmış! İyi ki malzeme bilimci olmamışım; suyun üç hali ile bile zor baş ediyoruz.
Yeryüzündeki oksijenin çoğunu üreten şey nedir? El yanıt: Ağaç! Yok değilmiş; su yosunuymuş! Gübre, ilaç gibi gereksinimleri olmayan bu bitki, dünyada yetişen tüm bitki türlerinden daha fazla temizlermiş havayı. Böylece su yosunlarının çıkardığı net oksijen miktarı diğer tüm ağaçların ve kara bitkilerinin birlikte çıkardıklarından daha fazlaymış.
MEĞER BUZUL ÇAĞINDAYMIŞIZ
En son buzul çağı ne zaman sona erdi? Bana göre en son buzun hákimiyeti 1800’lerde bitmiş; sonra da ısınmalı günlere kalmıştık! Fransızların pasta yemek zorunda kalmasına, Anadolu’daki Celali İsyanları’nın çıkmasına ve Osmanlı’yı Boğaziçi’nden geçen yabancı gemilerde buğday aratacak kadar şiddetli kıtlığa nedena neden olan, 1500 yılında başlayan "Küçük Buzul Çağı" 300 yıl sürmemiş miydi? Yok; şu pişip kavrulduğumuz günlerde de hálá buzul çağındaymışız. Çünkü birileri buzul çağını, "Dünyanın tarihinde kutuplarda buz takkeleri olan dönem" olarak tarif etmiş! Yani yüksek sıcaklıklar yüzünden hálá buzulların çekildiği bir buzul çağında yaşıyormuşuz da haberimiz yok.
Su, küvet deliğinden hangi yönde boşalır? Küçükken sanki rahmetli Barış Manço’nun bir TV programında yürüyerek ekvator çizgisini geçmesiyle, suyun dönüş yönünün değiştiğini görmüştüm. Sonra büyüyüp meteoroloji okuyunca dünyanın dönüşünden dolayı oluşan Coriolis kuvvetinin bu kadar küçük bir hareketi etkilemediğini, yani lavabodaki, küvetteki suyun dönüş yönü ile dünyanın dönüşü arasında hiçbir ilişki olmadığını öğrendim. Ama bir küvetteki suyun neden hep aynı yönde döndüğünün nedenini bilmiyordum. Meğer, suyun boşalma yönünü, küvetin şekli, küvetin hangi yönde doldurulduğu ve tıkacı çekildiğinde oluşan girdaplar belirlermiş.
Kitabı karıştırdıkça daha birçok konudaki cahilliğimi fark edip epey bilmediğim veya yanlış bildiğim şeyin doğrusunu öğrendim. Yoksa Henry Suso "Hakikatin yolu cehaletten geçer" sözüyle şunu mu söylemek istiyor: İnsan ancak bir konuda cahil olduğunu fark ettiğinde, yani bilmediğini bildiğinde hakikatin peşine düşer!
Yazının Devamını Oku 
6 Ekim 2008
Avrupa ve Türkiye’de sıcak geçmesi beklenen bir sonbaharın ortalarına yaklaşıyoruz. Tahminlere göre, yağışlar mevsim normalleri düzeyinde olacak. Yağışlara aldanıp su tasarrufunu bir kenara bırakmak yerine, yeni başlayan Su Yılı’nı fırsat bilip "Su Bütçesi" yapmamızda yarar var. Bu arada, Adana’ya soğuk su verme, balonla serinletme projelerini geliştiren nadide zekaları tebrik ederim!
Farkında olsanız da, olmasanız da geçtiğimiz 1 Ekim Çarşamba günü "2008-2009 Su Yılı"nın başıydı. Bu vesile, Yeni Su Yılınız kutlu olsun!
Geçtiğimiz yaz aylarındaki yüksek sıcaklık ve yağışların mevsim normallerinin altında kalması sonucu barajlardaki ve yeraltındaki su seviyeleri kritik noktaya gelmişti. Önümüzdeki yıl su sıkıntısı çekilmemesi için, esas şimdi bu aylarda su tasarrufuna önem verilmeli. Çünkü su tasarrufu ancak mevcut olan sudan yapılabilir. Su bitince tasarruf yapmak mümkün değil. Bu nedenle, yağışlara aldanıp su tasarrufunu asla unutmayalım.
FRANCIS BACON FENA YANILMIŞ
Yenilenen tahminlere göre, önümüzdeki aylarda sıcak hava ve mevsim normallerinde yağış beklemeye devam ediyoruz. Böylece, Avrupa ve ülkemizin de içinde bulunduğu büyük bir kesimde sıcaklıkların uzun yıllar ortalamasının üzerinde seyretmesi bekleniyor. Ülkemizde özellikle, Akdeniz, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin sıcaklıklarının diğer bölgelere oranla daha yüksek olması öngörülüyor. Yağışların ise önümüzdeki altı ay boyunca mevsim normalleri civarında olacağı tahmin ediliyor.
"Bilgi güçtür" diyen Francis Bacon fena halde yanılmış! Uzun süredir, her yıl 1 Ekim’de devreye sokulması gereken bir "Su Bütçesi"ne ve "Kuraklık Mücadele Planı"na ihtiyaç olduğu bilgisini buraya hep yazıp konferanslarda da anlatıp duruyorum. Maalesef henüz hiç kimseyi harekete geçiremedim! Renan’a göre "Günümüzde en tembel öğrenci bile Arşimed’in bilmek için hayatını feda edeceği bilgilere sahip." Anlaşılan bilmek yetmiyor, onu kullanmak için irade ve niyet lazım.
1 Ocak 2009’da itibaren mali bütçelerini devreye sokacak olan yerel yönetimlerin neden 1 Ekim 2008 itibari ile su bütçelerini ve kuraklıkla mücadele planlarını yürürlüğe sokmadığını artık sormayacağım. Ama şu ana kadar gülmekten itiraz edemediğim yerel yönetimlerimizin "Zihni Sinir havadan-sudan proceleri" için de bir-iki söz etmeye çalışacağım.
Haberlerden duymuşunuzdur: İki yıl önce şehir içmesuyunun sağlandığı Çatalan Barajı’nın derinlerine boru döşeyip şebekeye 9-10 derecelik su verilmesinden sonra, vatandaşlardan "Suyumuzu soğuttun, havamızı da soğut" şeklindeki istekler olduğunu belirten Durak, yerden 8-10 bin metre yüksekte hava sıcaklığının eksi 40-45 olduğunu, bu soğuk havanın bir şekilde aşağı çekilerek Adana’nın soğutulabileceğini söyledi.
Başka yerlere kötü örnek olmaması için önce bu sulu procede olduğu gibi barajların soğuk kısmından su alınmasının çok yanlış bir uygulama olduğunu altını çizerek söylemeliyim. Yine haberlere göre Adana, Avrupa’nın en kurak illeri arasında sayılıyor. Böyle bir yerdeki barajdan suyun buharlaşma ile kaybını önlemek için öncelikle ve kesinlikle sıcak yerlerdeki sıcak suyun çekilmesi gerekir. Dünyada suyun kıymetini bilenler nasıl yapsak da barajların yüzeyindeki suyun sıcaklığını 10 derece düşürerek su yüzeyinden olan buharlaşma yarı yarıya azaltsak diye kafa patlatıyorken biz gidiyoruz tersine!
SOĞUK HAVA NASIL İNDİRİLİR?
Havalı proce konusuna gelince size basit bir soru sorayım. 10 bin metre yüksekte hava sıcaklığı eksi 45 derece ve 4 bin metrede ise artı 2 derece olsun. Bu iki farklı seviyedeki havanın hangisi daha sıcaktır? Hemen "2 derecedir tabii ki" demeyin çünkü elma armut gibi bunlar aynı seviyede olmadıkları için karşılaştırılamaz. Karşılaştırma yapmak için önce bu havaları aynı seviyeye indirgemeniz gerekir. Şimdi 10 bin metredeki havayı 6 bin metre aşağıya kuru bir şekilde indirirsek her 100 metrede 1 derece olmak üzere kendiliğinden yaklaşık 60 derece ısınır. Yani 10 bin metredeki eski 45 derecelik hava 4 bin metrede yaklaşık olarak 15 dereceye karşılık gelir! İsterseniz şimdi 4 bin metrede 15 derece olan bu havayı vatandaşı serinletmek için yere siz indirin!
Çöken havanın ısınacağını sadece günümüzün en tembel öğrencisi değil Arşimed bile bilir! John Dewey’e göre "Uygarlığımızın geleceği bilimsel düşünme (dikkat edin filmsel değil!) düşünme alışkanlıklarımızın git gide yayılmasına ve derinleşmesine bağlıdır." Bu durumda başkanın yerinde olsam bana bu tür teklifleri getirenler için "nitelikli dolandırılıcığa teşebbüs" ediyorlar diye hemen savcılığa suç duyurusunda bulunurdum.
Yazının Devamını Oku 
29 Eylül 2008
Gelin beyin jimnastiği yapalım ve yıllar sonra küresel iklim değişimi sonucu ülkemizde neler yaşanabileceğini hayal edelim. Ama hiçbir şeyi kafadan atmayalım, sorulduğunda anlatabileceğimiz bilimsel bir temeli de olsun. İklim: Ortalama hava sıcaklıkları ve yağış miktarlarında önemli değişimler görülecek. Türkiye’de ortalama hava sıcaklığındaki artış, 20-30 yıl için kışın iki; yazın üç derece civarında olacak. 80-90 yıl sonra ise bu değerler ikiye katlanmış olacak. Böylece, yaz ve sonbaharlarımız daha kuru ve sıcak, kışlarımız ise daha yumuşak, fakat kurak olacak.
Sağlık: Sıcaklıklardaki artışın, özellikle fakirler, yaşlılar, hastalar ve çocuklar üzerinde sağlık açısından olumsuz sonuçları olacak. Artan sıcak hava dalgalarından, şehirlerde ısı izolasyonu yetersiz apartmanların üst katlarında yaşayanlar etkilenecek. Sıtma gibi tropikal hastalıklar tıp uzmanlığında bir numara olacak. "Gölgede ve beyaz kalın; hafif, yavaş ve sulu bir yaşam sürün!.." sloganım "Mikdat Kuralı" olarak adlandırılıp herkes tarafından uygulanacak. Evlerde oksijen barları açılacak.
BUGÜNÜN İMAR KAHRAMANLARI YARIN HAİN İLAN EDİLECEK
Tarım: Her bir derecelik sıcaklık artışı, başta tahıl olmak üzere tarımsal üretimi yüzde 10 düşürecek. Su kaynaklarındaki azalma, tarımı etkileyerek çok su, geniş toprak alan isteyen (şeker pancarı, mısır) ürünlerin ekimini sınırlayacak. Yeraltı suyu kullanımı yasaklanacak. Kişi başına su, gıda tüketimi, gıda maddelerinin yetiştirilmesi ve hazırlanmasında kullanılan sanal su miktarına göre karneye bağlanacak. Trabzon’da muz, Antalya’da hindistancevizi rekoltesi rekor kıracak. Eskiden üzerinde fabrika ve ev yapılan tarım alanları "tarımsal dönüşüme" tabi tutulacak. Bugün tarım alanlarını ve su havzalarını amaç dışı kullanıma açanlar, ders kitaplarında vatan haini olarak tanıtılmaya başlanacak; adları okullardan, parklardan, sokak ve caddelerden kaldırılacak.
Afetler: Hava durumu bültenleri havada buharlaşan yağışlar, kum fırtınalarından bahsedecek. Meteorolojik afetler artacak. Dünya bu afetleri sigorta kapsamına alacak, Türkiye uzaktan bakacak. Tamamen tükenen yeraltı suları yüzünden toprak çökmeleri sıklaşacak. Kuraklık resmen afet sayılmadığı için, afet istatistiklerine göre, dünyada kuraklık yaşamayan tek ülke Türkiye kalacak.
Göçler: Kırsal alanların su kaynakları kuruyunca şehirler nüfus patlaması yaşayacak. İklim göçleri en büyük ulusal güvenlik problemine dönüşecek. Avrupa Birliği, Türkiye üzerinden göç akınını durdurmak için sınır ve limanlarımızı kontrolüne almayı teklif edecek. Ege ve Akdeniz’de kaçak iklim göçmeni taşıyan gemi avına çıkılacak.
Turizm: Dayanılmaz sıcak hava dalgaları, orman yangınları, susuzluk, gıda zehirlenmesi, deniz su seviyesi yükselmesi, cilt kanseri ve vektörel hastalıklar, deniz su kirliliği ve balık ölümleri nedeniyle Ege ve Akdeniz’deki deniz-kum-güneş turizmi ilkbahar ve sonbahara kayacak. Yazın Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu’da turizm patlaması yaşanacak.
Uluslararası İlişkiler: Birleşmiş Milletler, dünya atmosferini koruyacak Kopenhag Protokolü’nün gereklerini yerine getirmediği için Türkiye’ye yaptırım uygulamayı tartışacak. Dünya atmosferine zarar veren tesislerini BM müfettişlerine açmayı reddettiği için İran’a ambargo konulması ve tesislerin BM Uzay Kuvvetleri tarafından vurulması gündeme gelecek.
Tabii ki "Böyle gelmiş böyle gider" mantığı ile hareket etmeye devam edersek bütün bunlardan daha beteri bile olabilecek. Sonuç olarak görüldüğü gibi küresel iklim değişiminin kötü etkileri Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümü 2023’ten itibaren mutlaka daha belirgin olacak ve dayanılabilme sınırlarımızı zorlayacak. Bütün bunları bir masal gibi dinleyenlere, "artık uyanın da iklim değişimine uyum sağlamaya ve zarar azaltma çalışmalarına başlayalım" diyorum.
Yazının Devamını Oku 
22 Eylül 2008
Bol bol yiyen, bön bön bakarmış, bu atasözünü önceki hafta gittiğim Konya’da öğrendim. Aşırı tüketimin, gezegenimizi nasıl yok edeceğini gösteren bundan güzel atasözü olamaz. Dünya Su Forumu’na hazırlık konferanslarından sekizincisine katıldım Konya’da. Bugüne kadar bu konferanslardan çıkardığım sonuç ise, bir başka espri konusu: Dünya Su Forumu’nda kendimizi dünyaya anlatmak bir yana, birbirimizi anlamakta zorlanacağız! Sonsuz hayallerin / Bereketli dimağların / Güzel bir rüyadan hiç uyanmamanın / Şebi Aruzun
Buldukça kaybetmenin / Kaybettikçe bulmanın / Asude bir bahçede şiir gibi dolanmanın / Hayalle hayat arasında gidip gelmenin şehri / Merhaba Konya, Merhaba
11-12 Eylül’de 4. DSİ Bölge Müdürlüğü’nce düzenlenen "Konya Kapalı Havzası Yeraltısuyu ve Kuraklık Konferansı"nın açılışında Konya’yı tanıtan film bu şiirle başladı. Dünyadaki "Farklılıkların Suda Yakınlaşması" amacıyla 16-22 Mart 2009’da İstanbul’da yapılacak olan Dünya Su Forumu’na hazırlık için düzenlenen bölgesel konferanslardan katılığım sekizincisi, benim için en sonuncusu ve en güzeli Konya’daydı.
Şimdiye kadar konferanslardaki tartışmalardan anladığım şey: Dünya Su Forumu’nda kendimizi dünyaya anlatmak bir yana, birbirimizi anlamakta zorluklarımız olduğudur. Gördüğüm kadarıyla hava, su, toprak gibi konularda ülkemizin kurumları, uzmanları, aydınları, su kullanıcıları arasında yeterli seviyede fikir ve dil birliği yok. Örneğin, suda arz yönetimine mi yoksa talep yönetimine mi önem vermeliyiz? Su için var olan sekiz kurum ve 12 yasaya ilaveden yeni kurumlar oluşturulup yeni yasalar mı çıkartılmalıyız? Yoksam "Su Bakanlığı" mı kursak! Aslında bunlar klasik ve demode olmuş tartışmalar.
KURAKLIĞIN TEK NEDENİ İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ DEĞİL
Hz. Mevláná Celaleddin-i Rumi, "Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Bu gün yeni şeyler söylemek lazım" demiş. Havadan-sudan konularda yeni bir şeyler söyleyebilmek için de sürekli okumak ve gözlem yapmak lazım. Örneğin, Konya Havzası’ndaki bitki örtüsü, hayvancılık, tarımsal üretim, su seviyeleri, yaban hayatında azalmalar olurken; sanayi, nüfus, şehirleşme, kuraklık, toprak çökmeleri ve erozyonda artış var. Azalarak ya da artarak doğal çevremizle birlikte gıda güvencesini, yani geleceğimizi tehdit eden bu problemlerdeki iklim değişiminin payı ve rolü nedir? Maalesef bunu şu anda Türkiye’de hiç kimse bilmiyor. Çünkü ülkemizde iklim veri tabanları henüz oluşturulamamış. İklim denilince akla sadece meteorolojik parametreler gelmemeli. İklim sistemi, kuşların göçünden, dağdaki villaya, bağdaki bağ bozumuna kadar her şeyi kapsar.
Ülkemizde kavram ve dil birliği de yok. Tartışmaya ya tanımsız başlıyoruz ya da okuma özürlü olduğumuz için uyduruk tanımlar kullanıyoruz. Örneğin, kuraklık nedir? "Kuraklık; atmosferik bir olaydır, su kıtlığıdır, afettir" demek yanlış olabilir. Çünkü kuraklık resmen bir afet sayılmadığı için Türkiye’deki deprem, su basması, çığ, kaya düşmesi filan diye sıralanan afet istatistiklerinde yer alamaz! Kuraklık, tek başına su kıtlığının nedeni de değildir. Çünkü su kıtlığının, erozyon, ormansızlaşma, aşırı otlatma, nüfus artışı, ekonomik gelişmeyle değişen diyet, aşırı talep, su havzalarının amaç dışı kullanımı, göl ve nehirlerin kurutulması, su kaynaklarının kirletilmesi ve heba edilmesi gibi birçok nedeni vardır. Bütün bunları göz ardı edip kuraklığı, bir günah keçisi gibi sadece küresel iklim değişimine bağlamak, suçlarımızdan ve sorumluluklarımızdan kaçmanın da daniskasıdır.
SUYUN MU, PETROLÜN MÜ TÜKENMESİ DAHA VAHİM
Konyalılar, şehirlerine renk olarak buğday rengini uygun görmüş. Bozkırın tam ortasındaki Konya şehrine de hákim olan boza çalan rengin, buğday gibi stratejik bir ürünle özdeşleştirilmesi çok akıllıca. Çünkü bu günün dünyasında buğday gibi yiyecek gıda ve içecek su kalmadığında diğer bütün sosyo-ekonomik kaygılar anlamsız kalıyor. Nasıl, "su kıtlığının gelecekteki gıda kıtlığı" anlamına geldiğini anlayabilmeniz için Lester R. Brown’ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’dan çıkan "Dünyayı Nasıl Tükettik" adlı kitabını mutlaka okumalısınız! Ya da bilgi kirliliği yapmayın lütfen, susun!
"Bol bol yiyen sonra bön bön bakarmış" atasözünü de Konya’da duydum. Artık daha verimli tarım, sanayi uygulamalar geliştirmek için planlı bir şekilde çalışmalıyız. Yoksa "Plansızlığı planlayanlar, başarısızlığa planlanmıştır" sözüne uygun bir şekilde başarısız olmamız durumunda, özellikle yeraltı sularının tükenmesi insanlık için petrolün tükenmesinden çok daha büyük bir tehdit olduğunu anladığımızda, çok geç olacak!
Yazının Devamını Oku 
15 Eylül 2008
Bunlar normalde burada bulaşmak istemediğim "önemsiz" konulardı. Fakat farkında olmasak da bunlar, havadan-sudan gibi önemli konulara, çevre politikalarımıza, akıl ve bilincimize de zarar veriyor. Yine maalesef, bizi Dünya onuncusu yapan futbolumuzdaki bazı doğru anlayış ve uygulamalar bile üniversitelerimize giremiyor!
Bütün bunları, saygın bir kurumun hakemli bir dergisindeki "küresel ısınma" başlıklı makaleyi okuyup şoke olduktan sonra yazmaya karar verdim. Öyle ki, İstanbul’daki yazarın makamı ve unvanı yerinde ama makalede doğru bilgiyi ara ki bulasın! Zatı muhteremin "makale"sini okuyunca neler öğrendim neler: "Ozon tabakası deliniyor" muş, "şimşek çakmaları ile birlikte ozon oluşuyor"muş ve bir de "Ozon Tabakasını Yok Eden Canavarlar" varmış! "Montreal Protokolü’yle alınan kararların ne ölçüde uygulandığı da bilinmiyor"muş! "Türkiye Kyoto Protokolü’ne 2004 yılında taraf olmuş"muş!..
Dünyadan ve literatürden bihaber olan muhtereme kim bir şey söyleyebilir ki! Bölüm ya da anabilim dalı onlardan sorulur; oradakilerin çoğu zaten onun öğrencisi (yani onları o yetiştirmişmiş!) ve onları işe alan da o. Nankörlük ve saygısızlık olmaz ki, otokontrol ya da etik olsun! Sonuçta işte böyle gençlerimizi yetiştirip bizi de aydınlatıyorlar!
EĞİTİMİN KANSERİ AKADEMİK KENDİLEŞME
Öğretim üyesinin öğrencisini işe alması olarak tanımlanan bilimsel-akademik kendileşme (academic inbreeding), üniversitelerimizin bilimsel gelişmesinin önündeki en önemli problemdir. Çünkü akademik kendileşme, bilimsel çalışmalara ve başarılara zarar verir. Hem kuruma, hem de adaya zarar verdiği için eğitimde bir kanser olarak kabul edilir. Akademik kendileşme, bilimsel zayıflıkları örten "akademik diktatörler" yaratır. Bu nedenle, dünyanın en iyi üniversitelerinde hiç kimse doktorasını aldığı bölümde öğretim yardımcılığı, yardımcı doçent ve öğretim görevlisi kadrosuna atanamaz. Bizde ise rektör bile aynı üniversitedeki hocalar arasından oyla seçilmek zorundadır.
Dikkat; artık futbolda bile olamayan şeyler bunlar! Düşünün; sizin tuttuğunuz takımı oluşturan futbolcular, kendi aralarından birini oylama yaparak teknik direktör seçiyor. Ayrıca sizin takım, sadece alt yapısından yetişen futbolcular tarafından oluşturulsaydı ve emekli olana kadar da aynı takımda oynasalardı, takımınızın ve Türk futbolunun dünyadaki yeri ne olurdu? İşte üniversitelerimiz demokrasi, iyi çocuk, bizim çocuk gibi popülist uygulamalar ile böyle bir duruma düşürülmüş. Sonra da soruyoruz, "Türk üniversiteleri neden en iyi değil?" Türkiye’de kaç kişi, üniversitelerimizdeki bu popülist uygulamaların çok tehlikeli boyutlara ulaştığının farkında ki!
İleri Dünya’da bilimsel gelişmenin temel taşı, fikir ve uzmanlığın değişiminde yatıyor. Türkiye’de ise, örneğin İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nden doktorasını almış biri, "Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde iklim dersleri veremez" diye gülünç raporlar düzenleniyor! Sonra da "kimse taşraya gelmiyor", "yeni açılan üniversiteler kağıt üzerinde kaldı", "30 bin öğretim üyesi eksikliği var" gibi gelsin timsahın gözyaşları.
BİLİMDE PARMAK USULÜ SEÇİM OLMAZ
Bildiğim tek doğru bir şey varsa, o da, bilimde parmak usulü seçime yer olmadığıdır. Ne olur; kriterler yani liyakat. Bilimde, zürriyetini devam ettirmek, vb. için kimse kendisini kopyalamaz, yani öğrencisini işe almaz. Ne olur; dünyanın her yerinden konunun en iyisi aranır, bulunur. Eğer bunları yapamazsanız bilim ve teknolojide ilerlemeyi unutun gitsin.
Askerdeyken öğrenmiştim, "Görevi ihmale sürükleyen merhamet vatana ihanettir!" Yani, acıma veya anaçlık duygusu ile öğrencisini işe alanlar ve demokrasi, vb. gibi sözde seçimler ile üniversiteleri oyalayanlar yanlış yapıyor. Dünyanın terk ettiği bu yanlışları kabul etmek istemeyenler ilim-irfan sahibi olamaz. Çünkü "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz".
YÖK, Başbakanlık gibi kurumlar, sadece bu konuları düzeltip, ülkemizde doğal sirkülásyonu sağlayabilse, yeni üniversitelerimiz bile uçar! "Hooop fincancı dükkanına fil gibi dalmayalım arkadaş!" diyorsanız, o zaman gelin en azından bundan sonra Güney Kore’yi örnek alalım. "Yeni akademik kadroların yarısından fazlasına kendi mezununuzu alamazsınız" şeklindeki kuralı üniversitelerimizde bir geçiş önlemi olarak yürürlüğe koyalım. Özetle ve unutmadan askerde bağırdığımız gibi "Her şey vatan için" olsun. Ya da artık yalancı çoban gibi kimse ağlamasın!
Yazının Devamını Oku 
8 Eylül 2008
Takvimlere göre resmen ama tuhaf bir sonbahar mevsimine giriyoruz. "Sonbaharda havalar nasıl geçecek" diye sorulunca artık içimden şarkı söylüyorum: "Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç. Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!" Bu şarkıda kastedilen küresel iklim değişimi olmalı! Sonuçta küresel iklim değişimini artık geri döndürmek mümkün değil; ancak kötüleşen etkilerini azaltabiliriz. Bu durumda sonbahardaki havalar için de "nasıl geçersen geç" diyebilir miyiz? Maalesef diyemeyiz!
Çünkü musluklarımızdan akan suya, enerji üreteceğiz diye suyu kesilmiş derelerde boğulan balıktan, tarla yapacağız diye sulak alanı kurutulmuş kuşa, bu sıcak ve nemli havalarda top koşturan herkese kadar önümüzdeki sonbahar ve kışın nasıl geçeceği merak konusu. Ayrıca uzun vadeli hava ve iklim tahminleri başta turizm, tarım, tekstil, su yönetimi, kışla mücadele, enerji üretimi gibi birçok sektöre de önemli fayda sağlar.
SONBAHAR ILIK GEÇEBİLİR
Hiçbir zaman olmadığı gibi, şu anda da Türkiye’deki 2008-2009 sonbahar ve kışı için NASA tarafından yapılan bir tahmin filan yok! Fakat Uluslararası İklim Tahmini Araştırma Enstitüsü’nün tüm dünya ve Türkiye için yaptığı mevsimsel tahminler var. Bu tahminlere göre, 2008 yılı yazının çok sıcak geçmeyeceğini ve La Nina denilen kız kardeşin sonbahara kadar zayıflayarak yerini nötr bir havaya bırakacağını daha önce burada yazmıştım. Reklam lisanıyla söylemek gerekirse; "ne dediysek o!"
Bu merkezin yeni tahminlerine göre Türkiye’de 2009 Şubat ayı dahil olmak üzere önümüzdeki altı ay içinde, yağış miktarlarının mevsim normalleri civarında olması bekleniyor. 2008 yılı yağışları, 2007’ye göre daha iyiydi; 2009 yılındaki yağışların da 2008’den daha iyi olacağını söyleyebiliriz. Fakat hava sıcaklıklarının 2009 Şubat ayının sonuna kadar mevsim normallerinin üzerinde olma ihtimali, mevsim normallerinde veya mevsim normallerinden daha düşük olma ihtimalinden az da olsa, daha yüksek. Yani sera gazları iklim olayları nötr de olsa bizi sıcak tutmaya devam edecek, ey ömrüm!
SU TASARRUFUNA DEVAM
Bu durumda normal yağışlar şu andaki şiddetli kuraklığın etkilerini ortadan kaldıramaz. Su kaynakları ile birlikte doğanın kendine gelebilmesi için birkaç yıl süren yağışlara ihtiyaç var. Yani birey olarak su tasarrufuna devam, yerel yönetimler olarak su bütçesi yapıp Kuraklıkla Mücadele Planı’ndaki senaryolarına uyarak suyu yönetmeli ve altyapı kaçaklarını önlemeliyiz, çiftçi olarak mikro sulama yöntemlerine geçip doğru zamanda ve miktarlarda sulama yapmalıyız. Bir de ani sporcu ölümlerine dikkat!
Dışarıdaki spor etkinliklerimize özellikle sonbaharın ortasına kadar dikkat etmeliyiz. Çünkü 24 TV’de Almanya Birinci Futbol Ligi’ni seyrederken Ümit Özat’ın ayaklarının çözüldüğünü ve bir anda yere yığılıp fenalaştığını görünce ilk aklıma gelen vücudunun susuz kalmasıydı. Yani bu sıcak ve nemli havalarda, insanların uğradığı ısıl şoklar, sıcak çarpmalarının sanki canlı yayında bir örneğini seyrediyordum.
UYDURUK TERİMLERİ LÜTFEN UNUTUN!
Aklıma gelmişken anlamazlar diye halkımızı cahil yerine koyup, TV’lerdeki hava durumu raporlarında "bağıl nem" deyimini, "nem oranı" diye söyletenleri ve hálá "hissedilen sıcaklık" değerlerini açıklamayanları protesto edip RTÜK’e hava ediyorum! Her sıcaklıkta havada olabilecek maksimum bir su buharı basıncı ve bir de o anda ölçülen gerçek su buharı basıncı vardır. Bağıl nem, bu su buharı basınçlarının oranıdır; nem miktarı değil. Bu değer yüksekse, kolayca terimiz buharlaşarak vücudumuzu soğutamaz. Sıcak ve bağıl nemin yüksek olduğu havalarda bir de güneşin altında kalanlar, gölgedeki cansız termometre ile ölçülen hava sıcaklığına göre 20 dereceden de daha fazla bir sıcaklığa maruz kalabilir. Bu şartlarda bir de sürekli koşmak zorunda olanların vücudunda büyük miktarlarda ısı birikir. Bu yüzden çok sıcak ve nemli havalarda maçları gece oynatmak gerekir.
Bunun için basınımız, halkımıza uyduruk terimler ile hitap etmek ve eksik bilgi vermek yerine daha sorumlu davranmalı. Umarım bu yanlışlardan dönerler. Yoksa halkımızı bilinçlendirmek için artık gerçekten de "vakit çok geç; ey sonbahar havası nasıl geçersen geç!" demek zorunda kalacağımız ömür durumlar ile daha fazla karşılaşırız.
Benjamin Franklin’in "Bazı insanlar havaya göre, bazılarıysa kendi havalarına göre takılırlar" gibi meşhur bir sözü vardır. Küresel iklim değişimi ile birlikte kendi havalarına göre takılanların işi gittikçe zorlaşıyor ama bunu fark etmeleri de henüz mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 
1 Eylül 2008
"Alo, burada hava çok sıcak ve bunaltıcı, acaba bir şey mi olacak?" Telefondaki arkadaşım yazın ortasında gidilmemesi gereken, "moda" olduğu için herkesin hava sıcaklığına bakmadan koştuğu bir tatil beldesinde bunalmış, aklına deprem gelmiş ve telefona sarılmış. Ben ise püfür püfür esen bir yaylada, ilk kez gökyüzünde Samanyolu’nu çıplak gözle seyrediyorum. Burası aynı zamanda kocaman denizi olan bir yayla!
Türkiye üzerinde güneş Van’dan doğar. Van Kalesi’nde güneşe arkasını verip Van’ı seyredenler artık küçük ve büyük sanayi siteleri, iş geliştirme merkezleri, yeni açılan yol ve tüneller, su getirme projeleri, ağaçlandırılan modern cadde ve sokaklar, tarihi ve doğal güzellikleri ortaya koyan restorasyon çalışmalarıyla yeni ve çağdaş Van’ı görüyor. Şehir, düzenlenen festival ve kültür etkinlikleriyle, bölgede eğitim ve turizm alanında bir cazibe merkezine dönüşüyor.
KÜRESEL ISINMA VAN’IN CAZİBESİNİ ARTIRACAK
"Beşinci Dünya Su Forumu Bölgesel Hazırlık Süreci" kapsamında Devlet Su İşleri 17. Van Bölge Müdürlüğü’nde düzenlenen "Van Gölü Hidrolojisi ve Kirliliği" konulu konferansta açılış konuşmasını yapan Van’ın çalışkan valisi Özdemir Çakacak "Güneş Kenti Van" başlıklı bir tanıtım filmi gösterdi. Güneş ile birlikte deniz ve kum turizmi akla gelir. O an fark ettim ki Van’da bunların hepsiyle birlikte 5 bin yıllık tarih ve çok zengin bir kültür var.
Vanlılar gibi Van’ı anlatmaya sudan başlarsak sözü Vanlıların "deniz" dediği Van Gölü’ne getirmemiz gerekir. Bu, 1650 metrede yani yaylada muhteşem bir deniz. Yaz turizmi için bulunmaz bir nimet. Küresel iklim değişimiyle birlikte artan hava sıcaklıkları ve sıcak hava dalgaları nedeniyle Türkiye’nin güney kıyılarında yoğunlaşan deniz, kum ve güneş turizmi yazın ortasında sekteye uğruyor. Bu nedenle, insan sağlığını tehdit eden sıcak yaz aylarında insanlar daha serin olan kuzey enlemlerine ve yüksek kesimlere gitmeye başladı. Yaz aylarında insanı bunaltmayan Van gibi bölgelerin önünde yeni fırsatlar açıldı. Farklı temalarda birçok tur düzenlenebilir bu bölgede. Van Gölü’nün tek türü inci kefalinin akarsuların tersine göçü gibi nadir olaylar, yayla, ekolojik, kültürel temalı turlar bölgede büyük bir ekonomik sektör oluşturabilir.
DOĞUNUN İSVİÇRE’SİNE DÖNÜŞEBİLİR
Konferanstaki konuşmalarda, Van Gölü’ndeki en büyük tehlikelerin kıyı selleri, kıyıdaki plansız yapılaşma ve göldeki kirlenme olduğu söylendi. Konuşmamda ben de gölden uzak durulmasını tavsiye ettim. Yağış olmasa da suyun ısınıp, genleşip genişlemesiyle gölün yükseleceğine dikkat çektim. Ayrıca iklim değişikliklerinin beraberinde tropikal hastalıkların da bölgede artabileceğini hatırlattım. Sağlık yatırımlarına önem verilmesini istedim.
Gölün çevresi, doğal bitki örtüsü açısından çeşitlilik göstermesine rağmen, ne yazık ki dağlar ormansız. Ancak, vadilerin oluşturduğu "mikro klima" sayesinde, istenildiğinde birçok çeşit ürün yetiştirebilme şansına sahip. Özellikle kirlilik üreten ağır sanayisi olmadığı için toprakları nispeten temiz kalmış ilde organik tarım potansiyeli de çok yüksek. Böylece, yüksek, dağlık, doğal, tarım ve kar örtüsünün sosyal-ekonomik değeri fazla olan Van’da küresel iklim değişimi önemli fırsatlar ortaya koymakta. Bu fırsatlardan yararlanılabilmesi için öncelikle ilin doğal özellikleri ve güzelliklerinin önemle korunması gerekir. Ne de olsa turizmin ham maddesi doğadır! Konferansa katılan Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun, çevreyi korumak için açıkladığı 10 milyon YTL’lik projeler gerçekleştiğinde, Van, doğunun Paris’i değil, İsviçre’si bile olabilir.
HEDİYEYİ BİLMECEYİ BİLEMEYEN ALIYOR
Benim gibi çok fazla et yemekten hoşlanmıyorsanız dikkat! Vanlılar etsizini yemekten saymaz. Misafire ikramını büyük bir ayıp kabul eder. Bu yüzden bir fırsatını bulup benim gibi kendinizi Omca Restoran-Kafe’ye atın. Endüstri Meslek Lisesi’nin karşısındaki Omca, yöresel, geleneksel Anadolu sebze yemeklerini ev titizliğinde müşterilerine sunuyor. Dünya mutfaklarından yemekler de pişiriyor. Omca’nın en iddialı olduğu yemekler sebzeler, ev tatlıları ve pastaları. Van’ın köklü ve yaygın olan kahvaltı geleneğini yaşamanız için de Van Belediye Sarayı’nın altında bulunan "Bak Hele Bak Yusuf Konak" tavsiye ediliyor. Dikkat; Yusuf Konak, hediyelerini bilmecelerine doğru cevap veren müşterilerine vermiyor! Ne de olsa kendi deyimi ile "Allah’ın Vanlısı!"
Hiçbir tanıtım yazısı Van’ı hakkıyla anlatamaz. Artık modaya uymak adına sıcak hava dalgalarında sağlığınızı tehlikeye atmayın. Gidin doğal, tarihi ve kültürel güzellikleri ile Van’ı yaşayın. Bol yıldızlı otel arıyorsanız ondan da var, gökyüzündekiler ise ikramları!
Yazının Devamını Oku 
25 Ağustos 2008
Ülkemizde görüp de fotoğrafını çekemediğim çok ilginç şeyler var. Aslında her zaman yanımda bir fotoğraf makinesi taşırım ama yine de görmek ile görüntülemek farklı şeyler. Fotoğraflamak isteyip başaramadıklarımdan biri Marmara, diğerleri Akdeniz ve Karadeniz bölgesinde. Bakın bakalım; belki de bunlardan birinin fotoğrafını siz çekebilmişinizdir.
Karadeniz’dekinin resmini çekebilmek için onu Prof. Dr. Hızır Önsoy hoca ile geçenlerde aradık durduk ama bulamadık. Karadeniz Sahil Otoyolu’nun bir kısmı, bildiğiniz gibi, denizin taş ve kayayla doldurulması yöntemiyle yapılmış. Yine bildiğiniz gibi Karadeniz’deki dalgalar kış mevsiminde 5-6 metreye kadar çıkabiliyor. Bu durumda denize dökülen taşlar kuvvetli dalgalar tarafından kıyıya ve yola savruluyor. Bu nedenle olsa gerek Ordu civarında bir yerde yola "Dikkat! Denizden taş gelebilir" şeklinde bir uyarı levhası konulmuş. Ben de işte bu levhanın resmini çekmek istiyorum.
BUHAR SALIYORUZ, GURURLUYUZ
"Karadeniz’e yol gerekli ama bu şekilde değil" diye hep yazıp söylüyoruz. Bu yolun yanlış olduğunu artık herkes biliyor ve görüyor. Karadeniz Sahil Otoyolu’na konulan bu levha Kastamonu’nun meşhur "Dikkat! Ayı çıkabilür daş düşebilür!" levhasından daha ilginç. Bir o kadar da ibret verici. Umarım yolun henüz geçmediği Şile-Sinop arasındaki bölgede halkımız sahillerine sahip çıkar. Yoksa, benzer levhaları bugünden hazırlasınlar. Son Kumsal belgeselinin yönetmeni Aydın Kudu’ya göre, sahilini kaybetmiş yerlerdeki halk bir yıl geçmeden dalgaların sesini ve deniz kültürünü unutmaya başlıyor. Bu nedenle, dalgaların ve kumsalların fotoğraflarını da bol bol çeksinler.
Marmara Bölgesi’nde resmini çekmek istediğim şey Gebze’de yol üzerindeki bir fabrikanın önünde bulunuyor. Önünden her geçişte "tüh" dediğim levhada şöyle bir şey yazıyor: "Bu fabrika, günde havaya 10 bin ton su buharı salıyor". Fabrika sahibi benim Karadenizli bir hemşerim mi bilmiyorum ama böyle bir şeyi dünyayı arasanız bulamazsınız. Havaya su buharı salmak iyi bir şey değildir. Çünkü su buharı en büyük sera gazıdır. Su buharı, diğer gaz karışımlarının yutacağından yaklaşık beş kez daha fazla karasal ışınımı yutar. Bu da, nemli gecelerde havanın biraz daha sıcak olmasının sebebini açıklar. Bu nedenle, kışın havalar çok kuruduğunda da sıcaklığı hissedebilmek için odanın havasına biraz nem ilave etmeye çalışırız. Yani ne kadar çok nem, o kadar çok sıcak hava.
GÜNEŞ SEVMEYEN SİTE
Akdeniz Bölgesi’nde fotoğrafını çekmek istediğim levhada ise "Bu sitede güneş kolektörü kullanmak yasaktır" şeklinde bir ifade vardı. Bizden yaklaşık üç kat daha az güneş alan Almanya’da binaların üzeri güneş kolektörü ya da deposuyla değil, güneş fotovoltikleriyle kaplanıyor. Böylece binanın sadece sıcak su ihtiyacı değil; tüm elektrikli aletlerin elektrik ihtiyacı karşılanıyor. Üretilen enerji kullanılmadığı zaman şehir şebekesine veriliyor; yetmediği zaman şehir şebekesinden alıyor. Evlerdeki iki yönlü çalışan elektrik saatleri aradaki farkı hesaplıyor ve fatura buna göre ödeniyor.
Bizde ganimet gibi olan güneş enerjisini kullanmamız için Almanya’daki gibi devlet desteği olmadığı gibi çatıya bir şeyler koymak da hep problemdir. Çünkü toplu bir çözüme gidilmediği takdirde her daire isterse çanak, isterse de güneş kolektörleri ve deposu koyarsa, çatılar görüntüsel çöplük olabilir ve kırılmadık kiremit kalmayabilir. Çatı her ne kadar ortak alan ise de kullanım söz konusu olduğunda ortak alan, bakım söz konusu olduğunda ise üvey evlat. Bu durumda en kolayı yasaklayın gitsin!
Görüp de fotoğraflarını çekemediğim bu levhalar benim için çok önemli. Çünkü konferans ve derslerimde böyle resim ve örnekler çok faydalı oluyor. Ne de olsa eğlenerek öğrenmek en iyi öğrenme yoluymuş. Hele de bizim gibi ağlanacak haline gülebilenler olursa keyfine doyum olmuyor!
Yazının Devamını Oku 