Pazartesiden cumaya erken kalkan, kahvaltıyı atlamayan, hep aynı şeyleri yiyip içen, işe güce koşan, -yapıyorsa eğer- aktivitesini aksatmayan o insan yerini saat hesabı yapmayan, lokmaları ve yudumları saymayan, gezme-tozma peşinde, keyif avcısı birine bırakıyor mu?
Yaşasın Hayat diyetisyenleri, kafede, teknede, sahilde, piknikte kolayca yapılan beslenme yanlışları hakkında -sizi belki de biraz sarsacak- bilgiler veriyorlar.
AKLINIZDA BULUNSUN
SANDVİÇ DEDİĞİN...
Yoğun iş yaşamı çoğumuz için dengeli bir öğle yemeği fikrini neredeyse imkânsız kılar. Oysa dengeli bir öğle yemeği, hem zihnen ve bedenen günün geri kalanını daha aktif geçirmemize yardımcı olur.
Dengeli öğle yemeği derken kastedilen, kap kap yemekten ziyade protein ve karbonhidratlar açısından dengeli, çoğu zaman sadece 1 tabakta bir araaya getirebileceğiniz seçimlerden oluşur. Fakat pratik bir öğle yemeği yiyeyim derken sandviçlere yönelmek düşündüğünüzden daha sağlıksız bir seçim olabilir. Hatta sırf mideniz kazındı diye kafelerde satılan hazır sandviçleri bir lokmada mideye indirdiğinizde belki de farkında olmadan ikinci bir öğle yemeği yemiş olabilirsiniz.
Sandviç tuzakları nelerdir?
Yorulmaya yol açan kötü stres ise yaşlanmaya sebep olur ve ömrü kısaltır.
Motive eden, harekete geçiren ama bunu yaparken korku, endişe, huzursuzluk gibi enerji azaltıcı, yorucu duygulara sebep olmayan stres, iyi strestir.
Yoğun ruhsal uyarımlar nedeniyle yorulmaya yol açan kötü stresler yaşlanmaya sebep olur ve insan ömrünü kısaltır.
Kötü stres bağışıklık cevaplarını da olumsuz etkiler. Yaratıcılığa, üretime, umuda, mutluluk çağrışımlarına, sevgiye, yardıma, merhamet hissine, işbirliğine, uzlaşmaya yönelten streslerin yaşamı uzatıcı, bağışıklık cevabını güçlendirici olduğu kabul edilir.
Stresten kaçmak, onu ortadan kaldırmaz. Stresten tümüyle kaçmak da pek mümkün olmaz. Bu kaçışlar, uzun dönemde etkili de olmaz, sadece kısa vadeli bir rahatlama sağlar.
Çoğu kez, kalıcı bir rahatlığa kavuşabilmek için kaçmak yerine altındaki gerçek nedenlerle uğraşmak gerekir. Stres yönetiminde deneyimli uzmanlar pek çok etkili öneri geliştirmişler. Bizim en beğendiğimiz önerilerden bazıları şunlar:
-Toplantılarınızı kısa tutun.
Bugünkü yazımızda bu sorulardan 10’unu yanıtlamayı düşündük. İşte o sorular ve yanıtları...
1-ALZHEIMER HASTALIĞININ ERKEN TANISI İÇİN TEST VAR MI?
Alzheimer hastalığının tanısında erken teşhis çok önemli. Bu nedenle uzmanlar erken teşhise yarayacak yeni testler araştırıyor.
Kanda amiloid beta 42 proteininin seviyesinin ölçülmesi Alzheimer riskini belirlemede işe yarayabiliyor. Bu proteinin yüksek seviyelerde olması Alzheimer’a yakalanma olasılığını çoğaltıyor. Alman araştırmacıların Alzheimer hastalarının kanlarında buldukları “mikro RNA”ların değerlendirilmesi üzerine yaptıkları yakın tarihli yayın, bu ilerleyici hastalığın kesin teşhisine ışık tutacak gibi görünüyor.
Elbette dikkatli bir nörolojik değerlendirme ve MR, PET-CT ve EEG gibi inceleme yöntemlerinin de gerekliliğini unutmamakta fayda var.
2-TİROİD İLACI NE ZAMAN YUTULMALI?
Herhangi bir nedenle tiroid hormonu eksikliği söz konusu olduğunda yapay tiroid hormonlarıyla “yerine koyma tedavisi” gerekebiliyor. Tiroid hormonu kullanılırken en verimli sonucu alabilmek için bu hormonun aç karna alınması öneriliyor.
Dişçi korkusu, kapalı veya açık mekân korkusu ya da yükseklik korkusu, hangisi olursa olsun, hayatımızın tadını da akışını da önemli ölçüde etkiler.
Başlangıçta fobiler belki biraz eğlenceli bile gelebilir. Sizin de bahsedebilecek özel bir konumunuzun olması sinemanın, tiyatronun, asansörün hatta metro ve otobüslerin sizi korkutması veya kan görünce düşüp bayılmanız size de, başkalarına da hikâye olarak hoş gelebilir. Ama işin pratiğine baktığınızda fobiler tadınızı da, tuzunuzu da kaçırıp, hayatı size zindan edebilir.
SOSYAL YAŞAMINIZI TEHDİT EDER
Sosyal fobi, bireyin, yabancı insanlarla karşılaştığı ya da diğerleri tarafından gözlenme olasılığının bulunduğu durumlarda yanlış bir şey yaparak rezil olacağı korkusu yaşaması halidir. Kişi zamanla bu durumlarla karşılaşmamak ve anksiyete yaşamamak için kendinde olumsuz duygular uyandıran ortamlara girmemeye ve bu ortamlardan kaçınmaya başlar.
Sosyal fobikler, performanslarını göstermeleri gereken sosyal durumlarda rezil olmaktan ya da olumsuz değerlendirilmekten aşırı korkarlar. Korktukları duruma maruz kaldıklarında, dikkati kendilerine yöneltir, sıklıkla kendilerini eleştirir ve terleme, kızarma, kalp atımında artış gibi fiziksel belirtiler gösterirler. Bu kişiler başkalarının bulunduğu ve performans göstermeleri gereken durumlarda, “Herkes bana bakıyor, kontrolümü kaybedeceğim, rezil olacağım” gibi düşüncelere kapılıp, durumlarını daha da karmaşık bir hale getirirler.
Sosyal fobikler kendilerini utangaç olarak tanımlar. Bu utangaçlığa yoğun anksiyete ve kaçınma davranışları da eşlik eder. Sosyal fobiklerin bazıları diğer insanların önünde yemek yeme, yazı yazma ya da konuşma yapma gibi belirgin performans gerektiren durumlarda anksiyete yaşarken, bazı sosyal fobikler de gündelik yaşamın pek çok alanında karşılaştıkları sıradan etkinlikler karşısında yoğun anksiyete yaşarlar.
Özellikle kadınlarda menopozla birlikte osteoartrit sorunu, yaşam keyfini bir hayli kaçırır. Temel sorun yaşlanmayla birlikte eklemlerde yastık görevini yapan kıkırdak dokusunun aşınmasıdır.
Geceleri eklemlerinizdeki ağrılar nedeniyle uyuyamıyorsunuz. Sabahları hareketlerinizdeki güçlük ve eklemlerinizdeki şişme canınızı oldukça sıkıyor. Adeta “pas tutmuş” gibisiniz. Gün içerisinde yavaş da olsa hareket kısıtlılığınız azalıyor.
Aslında sorun, öyle pek yeni de değil. Birkaç yıldır yürürken, merdiven çıkarken diz eklemlerinizde ağrılar oluştu.
Başlangıçta pek önemsemediğiniz bu ağrılar birkaç ay içinde kalça eklemlerinize, omuz, el, bilek, dirsek ve hatta sırt eklemlerinize kadar yayıldı.
Şimdi artık neredeyse parmak eklemlerinizin bile ağrıdığından yakınıyorsunuz.
Yukarıdaki sorunlar erkeklerde 50 yaş, kadınlarda 40 yaş civarında belirir. Özellikle kadınlarda menopozla birlikte osteoartrit sorunu, yaşam keyfini bir hayli kaçırır. Temel sorun, yaşlanmayla birlikte eklemlerde yastık görevini yapan kıkırdak dokusunun aşınmasıdır. Bu elastik yastığın yapısının bozulması ve zamanla yok olması, eklem yüzeylerinde sürtünmelere, aşınmalara, kırılmalara sebep olur. İşte yaşamınızı berbat eden, canınızı yakan bu ağrıların nedeni, eklem yüzeylerindeki sürtünmelerdir.
Peki ya, “hastalık” denince ne anlıyoruz? Ateşler içinde yorgan döşek yatmayı mı? “sağlıklı, keyifli, mutlu günleri” arar hale gelmek için ille de hasta olmak şart mı? Eğer siz de bu sorulara yanıt arıyor ve ne düşündüğümü merak ediyorsanız buyurun...
HASTALIK fizyolojik ya da ruhsal örgütlenmemizin yapı, işlev ve dengelerini değiştiren ya da engelleyen, neticede çeşitli belirtilerle ortaya çıkan, belirli bir durumdur. Sağlıklı halden hastalanmaya geçiş ise “zaman” gerektirir. Bu süre ise öyle zannedildiği gibi –kalp krizi, felç- her zaman kısa olmaz, uzayabilir de. Ayları, yılları –seronegatif artritler- bile bulabilir. Ayrıca sağlıklı halden hasta hale geçiş de her zaman beklenildiği kadar net ve açık olmaz. Kısacası sağlık “beyaz”, hastalık “siyah”sa eğer arada kısa ya da uzun, geçici ya da kalıcı “gri” bir alan daima vardır. Bu alan yukarıda da belirttiğim gibi bazen dakikalar hatta saniyeler kadar kısa –kalp krizi- bazen de yıllar sürecek kadar –seronegatif artrit- uzundur. Dahası süreç siyaha dönüşmeden daima gri alanda da kalabilir. Sağlığınız bozulur ama hastalığa dönüşmez, beyazınız azıcık kirlenir ama ille de kararmaz.
GRİ ALAN DA HEKİMİN GÖREVİİşte bu “gri alanı bilmek, anlamak, tanımlamak ve bu alanda sıkışıp kalan sağlık sorunlarına da çözümler aramak da” hekimlerin görevidir. Hekimlik sadece hastalıkların teşhis ve tedavisi ile uğraşmayı değil, gri alanda kalan –ama insanların canını yakan, keyfini kaçıran, hayat kalitesini azaltan- sorunları da dikkate almayı, iyileştirmeyi, hafifleştirilmeleri için yardımcı olmayı gerektirir. Böyle olduğu için de “Hastalık yok, hasta var!” ilkesini önceler. Günümüzdeki hekimlik uygulamaları ise bu geleneksel –ve doğru- yaklaşımından uzaklaşıyor. Adına ister “kanıta dayalı tıp”, ister “bilimsel tıp” diyelim yaklaşık yüz yıldır gündemde olan –ve mükemmel başarılara imza atan- bu yeni tıp anlayışı bizi “teşhis koy, tedavi et” talimatlarının arasına sıkıştırmış durumda.
SORUNLARI ES GEÇMEYİNGünümüzde hekimler daha ziyade hastalıkları teşhis edip hastalıkları tedavi ediyor, insanı değil, hastayı değil, hastalığı ön plana alıyor, özellikle gri alana hemen hemen hiç ilgi duymuyor. Hatta bazen daha da sertleşip Ortodoks bir yaklaşım da geliştirerek bu alandaki sorunları –ve bunları yaşayanları- görmezden geliyor. Bununla da kalmıyor, sorunlarına çözüm arayanları ve onlara yardımcı olmaya çalışan hekimleri neredeyse ayıplıyor. Modern tıp ve yetiştirdiği hekimler tabiî ki “kanıta dayalı olma” kuralını öncelemelidir. Her süreci olabildiğince bilimsel temellere oturtup izlemelidir ama ölçüp biçemediği, çarpıp bölemediği, kısacası anlayamadığı kanıtlayamadığı, belirli hastalık kalıplarına sığdıramadığı durumlar söz konusu olduğunda –gri alanda kalan problemler- sorunu görmezden gelmemeli. Herhangi bir sağlık sorunu eğer dört dörtlük bir hastalık haline dönüşmemişse, onu yok saymamalıdır. Modern tıbbın teşhis ve tedavide kullandığı bilimsel kılavuzlar ve ilaçlar da bazen daha 5-10 yıl geçmeden değişebiliyor. Dün doğru olan bugün yanlış, dün geçerli olan bugün geçersiz olabiliyor. Zaten bu nedenle pek çok teşhis ve tedavi kılavuzu, yöntemi, ameliyat tekniği sık sık köklü değişimlere uğruyor terk ediliyor.
Kanser yaptığı bilinen daha doğrusu kansere yakalanma olasılığını yükselten kimyasallara kanserojen deniyor.
Ne yazık ki yeni hayat, değiştirdiği beslenme biçimimiz ve diğer yaşam tarzı farklılaşmaları nedeniyle kanserojenlere daha fazla maruz kalmamızı, bedenlerimizin birer kanserojen çöplüğü haline gelmesini kolaylaştırıyor.
Sigara, bilinen en güçlü kanserojen deposu. Uzmanların söylediklerine bakılırsa içerdikleri 4 binin üzerindeki kanserojen nedeniyle kansere yol açan en etkili kötü alışkanlıklardan biri.
Bunu alkol izliyor. Alkol tüketimini kontrolsüz bir şekilde sürdürmek, ağız, yemek borusu, mide, karaciğer, meme kanserlerine yakalanma riskini belirgin olarak artırıyor.
Çevremizdeki kanserojen bolluğu bununla da bitmiyor. Kanserojenler yiyecek içeceklerimizin, hatta içtiğimiz suların içine de girmiş durumda.
Kanserden korunmak istiyorsanız, önceliğinizi sık sık karşılaşma olasılığınız bulunan kanserojenler hakkında bilgi edinmeye verin.
Kullandığınız deodorant, ev kokuları, deterjan, sabun, cilt kremleri, hatta giyeceklerin -mesela yakın bir süre önce ünlü bir markanın AZO boyaları içeren giyecekleri bu nedenle toplatıldı- kanserojen içerip içermediğini araştırın.
Biz de yüzyıllardır zaten bilinen bazı şeylerin laboratuvar ortamı veya araştırma gruplarında da doğru olduğunu gördüğümüzde “Oh be büyüklerimiz gerçekten haklıymış!” deyip rahatlıyoruz.
Geçen pazar sabahı İsmet Berkan’ın Hürriyet’teki köşesinde “Kilo vermenin sırrı kuvvetli bir kahvaltıda” başlıktaki yazısını okurken de aklıma önce bunlar geldi. İsmet Berkan yazısında “İsrail’de Tel Aviv Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada sabah kahvaltısının güçlü tutulduğu diyetlerin diğer diyetlere oranla daha fazla kilo verdirdiği ve bel çevresinde neredeyse iki kat daha fazla incelme sağladığını” anlatıyordu.
Araştırmanın sonucunda güçlü bir kahvaltının ön planda olduğu diyetlerin diğerlerine kıyasla trigliserid seviyesini daha çok düşürdüğü, iyi kolesterol HDL seviyesini daha çok artırdığı da anlaşılmış.
Kahvaltı grubundaki diyetçilerin insülin, glikoz seviyelerinin ise daha çok düştüğü anlaşılmış. Netice olarak bu grubun açlık ve tokluk şekerlerinin daha dengeli hale geldiği, insülin seviyelerinin daha bir istikrarlı kaldığı sonucuna varılmış.
ÖNEMLİ BİR BİLGİ
Bu aslında çok ama çok önemli bir bilgi ama bir taraftan da oldukça iyi bilinen bir “geleneksel kilo yönetimi ritüeli”nin araştırma bazındaki tekrarından farklı yeni bir şey değil.