Hiçbir hücre enerji kaynağı şekerden yoksun kaldığında görevini yerine getiremez. Beyin hücreleri söz konusu olduğundaysa şekere ihtiyaç daha bir yaşamsal, daha bir önemlidir.
Şeker yaşamsal bir madde. Hiçbir hücre şekersiz yapamaz. Hiçbir hücre enerji kaynağı şekerden yoksun kaldığında görevini yerine getiremez.
Üretmesi gereken enerjiyi üretemez, içindeki küçük organcıkların çalışmasını düzenleyemez.
Beyin hücreleri söz konusu olduğundaysa şekere ihtiyaç daha bir yaşamsal, daha bir önemlidir. Vücut ağırlığımızın yalnızca yüzde 2’sini oluşturmasına rağmen beynimiz, vücudumuzdaki şekerin dörtte birini –yüzde 25’ini- kullanır.
Beyin-şeker ilişkisi çok önemli olduğu için de beynimize bazı özel imtiyazlar tanınmıştır. Mesela vücudumuzun diğer hücreleri şekeri sadece insülinin varlığı halinde kullanabilirlerken beynimiz insüline ihtiyaç duymadan da şekeri kullanabilir.
Kısacası hiçbir şey şansa ya da rastlantıya bırakılmamış, her organdan önce beynin enerji ihtiyacı garantiye alınmıştır.
Aileler bir taraftan “çocuğum daha iyi yetişsin, daha iyi bir eğitim görsün!” diye düşünürken diğer yandan da “okulda acaba ne yiyip içecek, okula gidip gelirken başına bir iş gelecek mi?” sorularına yanıt arıyor.
Bu hafta neredeyse her iki evden birinde tatlı bir telaş yaşanıyor! Kimi oğlunu, kızını, kimi torununu okula yolluyor. Yüzler gülüyor ama bir o kadar da telaşlar kaygılar da artıyor.
Aileler bir taraftan “çocuğum daha iyi yetişsin, daha iyi bir eğitim görsün!” diye düşünürken diğer yandan da “okulda acaba ne yiyip içecek, arkadaşlarıyla uyumlu olabilecek mi, okula gidip gelirken başına bir iş gelecek mi?” sorularına yanıt arıyor.
Evet, tatil bitti ve okullar yeniden açıldı. Çocuklarımız için de, bizim için de güzel ve başarılı bir yıl olur inşallah.
OKUL YÖNETİMLERİNE ÇOK İŞ DÜŞÜYORDaha ilk günden canınızı sıkmak istemem ama bazı konuları size yeniden hatırlatmak, düşüncelerimi paylaşmak isterim. İşte o “önemli konular”...
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki çocuklarımız eskiye oranla daha kötü besleniyorlar. Daha sağlıksız ve daha zararlı besinler yiyip içiyorlar. Su, ayran, taze sıkılmış meyve suyu gibi sağlıklı içecekler yerine gazlı kolalı meşrubatlar tüketmeyi tercih ediyorlar.
İki binli yıllara girerken Hürriyet gazetesinde rahmetli Yener Süsoy ile bir röportajım yayınlandı. O röportajda “ömrünün yetmişli yıllarını yaşayanların da artık orta yaşlılar grubunda kabul edilmesi gerektiğini” düşündüğümden “YETMİŞ YAŞ ORTA YAŞTIR” diye bir ifadem vardı.
Bu görüşe pek çok itiraz geldi. İtirazlardan bazıları ise oldukça sertti! Onlara göre ben cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması gündemde olan -meşhur 5+5 hikâyesi- 9. Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel’e gönderme yapıyor, onun o tarihlerde yetmiş beşlerde olan yaşının genç sayılabileceğini ima ediyordum!
İtiraz edenler dün de bugün de haksızlar. Yaşı yetmiş değil seksenleri geçmesine rağmen hatta doksanlara varmasına rağmen kitap yazan, orkestra yöneten, beste üreten, film yöneten yüzlerce, binlerce insan o yıllarda da vardı, şimdi de var. Sadece bir örneği hatırlamamız yeter!
Ünlü İngiliz politikacı ve devlet adamı Sir Winston Churchill 30 Kasım 1874 doğumludur, 24 Ocak 1965’te hayata veda etmiştir. Churchill fani dünyaya veda ettiğinde 91 yaşındaydı. Başarılı siyasi kariyere sahip önemli bir politikacıydı. Birinci ve ikinci dünya savaşlarında çok önemli görevler üstlendi. 1955’e kadar aktif siyaset (İngiltere Başbakanı) yaptı, siyasette en başarılı olduğu yıllarda seksenli yaşlarındaydı.
UZUN ÖMÜR?“İyi, keyifli, mutlu, huzurlu, bir ömür sürüp bu dünyadan gitmekte öyle pek de acele etmemek” açıkça ifade etmesek de hepimizin aklının bir yerlerinde hep vardır. Her ne kadar bazılarımız arada bir ipin ucunu kaçırıp “hızlı yaşa, genç öl!” veya “ben istediklerimi yiyip içim yeter, uzun yaşamak filan istemiyorum, keyfime karışmayın!” şeklinde özetlenebilecek sert çıkışlar yapsak da ölene dek “sağlıklı/sıhhatli” biri olmayı ve üç beş yıl daha yaşamayı kesinlikle isteriz.
Ayrıca canınızın istediğini yiyip içerek ve bir de üstüne üstlük yan gelip yatarak ellili, altmışlı yaşlara kadar da olsa “kısa ama sağlıklı bir ömür sürmek” öyle zannedildiği kadar kolay yakalanabilecek bir şans da değildir.
Bu nedenle ne yapıp etmeli, her gece iyi ve kaliteli bir uyku çekmenin bir yolunu bulup çok ama çok lüzumlu olmadıkça uykumuzdan taviz vermemeniz lazım... Peki, nasıl mı? İşte yanıtları...
BİRİ bana “Yeni hayat bizden en çok neyi aldı götürdü?” diye sorsa, yanıtım “Uykularımızı!” olur! Bence ‘modern yaşam’ en az ‘beslenme kültürümüz’ kadar uykumuzu da bozdu ve ondan pek çok şeyi eksiltti!
Uyku bedensel işlevlerimizin en önemlilerinden biri. İyi bir gece uykusunun yerini hiçbir şey tutmaz. Uyku kaliteniz iyi ve uyuduğunuz süre yeterliyse, ertesi güne daha dinç ve keyifli uyanırsınız. Yorgunluğunuz azalır, performansınız artar. İyi bir uykunun kalp hızını düşürdüğü, akciğerlerin, böbreklerin işini kolaylaştırdığı, kas gerilimini azaltıp iç ortam dengesini iyileştirdiği biliniyor. Zaten bu nedenle de son yıllarda uyku sadece bir ‘dinlenme’ süreci olarak değil, aynı zamanda bir ‘tamir’ süreci gibi düşünülüyor. İyi bir uykunun bedenin gündüz gelişen sorunlarını toparlaması, kırığını, döküğünü, yırtığını, söküğünü tamir edebilmesi için en iyi fırsat olduğu ise artık tartışılmıyor bile.
Bunların tersi de doğru. İyi bir gece uykusu çekmemişseniz ya da vaktinde yatıp vaktinde kalkmadıysanız ertesi gün huzursuz, mutsuz, yorgun, tepkili, unutkan, güç konsantre olan biri olabiliyorsunuz. Uykusuzluk ataklarınız 3-5 günden fazla tekrarladığında da daha kolay hastalanmaya, tansiyonunuzun şekerinizin ayarında zorlanmaya başlıyorsunuz.
NE YAPMALI?Kısacası uyku çok ama çok önemli bir fonksiyondur. Ne yapıp etmeli her gece iyi ve kaliteli bir uyku çekmenin bir yolunu bulup çok ama çok lüzumlu olmadıkça uykumuzdan taviz vermememiz lazım. Mutlaka biliyor olmalısınız ama bir kez daha hatırlamanızda fayda var: Akşamları yüksek kafein içeren yiyecek ve içecekleri (kahve, çay, çikolata) fazla tüketmek, alkolü fazla kaçırmak, geç saatlere kadar ağır şeyler yemek, yemenin içmenin dozunu kaçırmak, yatağa endişeli, takıntılı, gerginken girip uyumaya çalışmak, gündüz çözemediğiniz sorunları yatağa taşıyıp içinden çıkamadığınız problemleri içinize atmak uykunun kalitesini de süresini de bozuyor. Bana göre iyi bir uyku –erişkinler için- ortalama 7 saat civarında olmalı, 6 saatin altına, 9 saatin üstüne inip çıkmamalıdır (uyku azlığı kadar uzun süreli uykunun da pek iyi bir şey olmadığı, dahası ömrü bir miktar kısalttığı anlaşılıyor). Uykunun zamanı da önemlidir. Sağlıklı bir yetişkinin akşam 23.00’ten önce uyku haline geçmesi, sabah 6.30-7.30 civarında uyanması (benim kanaatime göre) en uygun zamanlamalardır. Sağlıklı ve iyi bir hayat sürmek istiyorsanız iyi bir gece uykusu konusunda dikkatli ve tutarlı olmanızda fayda var.
D vitamini rezerviniz yeterli mi
Yaz bitti bitecek, gitti gidecek gibi bir durum var. Güneş etkinliğini zaman zaman arttırsa da artık onun da eski gücü yok ve bana sorarsanız geride kalan az sayıda güneşli günü D vitamini depolarımızı doldurabileceğimiz fırsatlar olarak değerlendirmenizde yarar var. Hele bir de yaz güneşinden yeteri kadar istifade edemediyseniz bu konu çok ama çok daha önemli. Nedeni şu...
Küçük ama önemli bazı ayrıntılara dikkat edebilirsek beynimizin gücünü korumak artırmak da mümkün olabiliyor.
Bilimsel olarak da doğrulandığı üzere, yaşlandıkça daha güçlü bir beyne sahip olmak bile bizim elimizde. Peki, bu önemli avantaj nasıl yakalanacak? Daha doğrusu bu iş nasıl başarılacak?
Bence ilk iş stresten kaçınmak olmalı. Stres beynin işlevsel fonksiyonlarını en çok etkileyen olumsuzlukların başında geliyor.
Tek cümle ile “beyne zarar veriyor!” Çünkü stres esnasında salgılanan hormonların tümü sinir hücrelerimiz, yani nöronlar için de son derece toksik maddeler. Kafa travmalarından korunmak da stresten korunma kadar önemli, en az onun kadar mühim bir faktör.
Beyni olumsuz etkileyen toksik maddeler sadece vücudumuzda üretilmiyor, çevremizden gelen ve beynimizin canına okuyabilen toksik maddeler de var. Bunlara “nörotoksinler” diyoruz ve bunların en başında alüminyum geliyor.
Alüminyum içeren tencereler, tavalar, kaşık, çatal ve benzeri mutfak malzemeleri, alüminyum folyolar, alüminyum eklenmiş terleme önleyici hijyenik ürünler -deodorantlar-, alüminyum deposu asit giderici mide hapları, alüminyumdan zengin içme suları, kemiğinizi güçlendirmek önerisiyle size sunulan kalsiyumdan zengin kemik tozları bedeninizi alüminyum çöplüğü haline getiren en önemli kaynaklar. Bunlardan uzak durmak lazım.
UYKU VE RUHSAL GEVŞEMEYİ İHMAL ETMEYİN
Sağlıklı ve güçlü bir beyin için iyi bir gece uykusu çok ama çok önemli. Yeterli uyku beyni sadece dinlendirmiyor, adeta tamir ediyor. Tamir etmekle de kalmıyor, daha güçlü ve kuvvetli bir yapıya dönüştürüyor. Yeni bir çalışma kaliteli uykunun sinir kılıflarını oluşturan miyelinin yapısını güçlendirdiğini net ve açık bir şekilde ortaya koydu. Ayrıca gündüz uykuları da (şekerlemeler/siesta) beyne ilaç gibi geliyor.
“Mutluluk”, duyguların en önemlisi, yaşamsal hedeflerimizin de birincisi. Bu hedefe ulaşabilmek için her birimizin tercih ettiği farklı yollar var.
Çikolata yemek de mutluluk arayışlarından biri haline gelmiş durumda. Peki, çikolata gerçekten mutlu ediyor mu?
Bu soruya “evet” yanıtını vermek ne yazık ki pek kolay değil.
“Canınızın sıkıldığı, mutsuzluğun tavan yaptığı herhangi bir anda” çikolatanın o baştan çıkarıcı tadını dilinizle damağınız arasında hissettiğinizde çok şey değişebiliyor ama çikolatanın bir mutluluk hapı olup olmadığı bence tartışmalı.
Çikolatayı mutlulukla özdeşleştiren tabiî ki sadece tadı, lezzeti, sağladığı şeker kaynaklı enerji, içindeki kafeinle ilgili uyarıcı gücü değil. “Çikolata-mutluluk” ilişkisi, çikolatadaki çok özel bir maddeye; “feni-letilamin”e dayandırılıyor.
FENİLETİLAMİN DE NEYİN NESİ?
Feniletilamin aslında bir nörotransmitter. Sinirler arasında iletim işlevlerinde kullanılan çok özel bir aracı madde. Beyin sinir hücreleri arasındaki iletişimi düzenleyen doğal bir kimyasal. Bilinen en önemli rolü “mutluluk veren maddelerden biri” olması.
Biz istesek de istemesek de hayat hızlanıyor, daha da kötüsü hızlanmaya devam edecek gibi görünüyor. Daha keyifli bir ömür için her şeyden evvel hızlanan hayata beden ve ruhumuzun daha çok direnmesini sağlayabilecek önlemler almamız gerekiyor.
Bunların en başında da yapabileceklerimizi ciddiye almak ama yapamadıklarımızı hoş görmek geliyor.
Daha önce de yazdım: Hızlı bir hayata sadece yüreklerimiz değil, ruhlarımız da dayanamıyor, direnemiyor, yorgun düşüyor. Bu tür yorgunlukları geçiştirmenin bir yolu ise “iç ses”e kulak vermek oluyor. İç ses çok ama çok önemli bir yol gösterici faktör ama çoğumuz onun bu gücünden pek de haberdar değiliz.
Oysa huzurlu, ruhlu ve keyifli bir hayat yaşayanları şöyle dikkatle incelediğinizde çoğunun “iç seslerine kulak veren”, daha da önemlisi “iç seslerine sadık kalan insanlar” olduğunu görebiliyorsunuz.
KENDİ ATEŞİMİZİ YAKIN!
Ernie Zelinski’nin çok sevdiğim bir cümlesi var: “Başkasının ateşinde ısınmak yerine kendi ateşinizi yakın.” Aslında bu ateş hepimizin içinde az veya çok var. Kimimizde alev alev, kimimizde için için ama hep yanık duruyor. Bize o alevi hissetmek, ona kulak vermek düşüyor.
İç sese dikkat etmek çok ama çok önemli bir nokta. İç sesinizden uzaklaştıkça can sıkıntınız artıyor, can sıkıntınız yoğunlaştıkça da bedensel ve ruhsal bir dizi psikolojik sorun birbiri ardına patlıyor.
Bu yeni bir bilgi değil, daha önce başka araştırmalarda da benzer sonuçlar elde edildi. Yalnızlaşan, sosyal izolasyondan uzunca bir süre etkilenenlerin daha kolay hastalandıkları gösterildi.
“Yalnızlaşma”, bizde de önemli bir problem olma yolunda. Özellikle şehirlerde yaşayan insanlarımızın temel sorunlarından biri haline geldi.
“Çoğaldıkça yalnızlaşan” ve bize yabancı olan yeni bir toplumsal örgütlenme sistemine geçtik. Bu, özellikle metropollerimizde net ve açık olarak görülüyor.
Alt kattaki komşunun üst kattaki hastadan, hatta cenazeden haberi olmuyor. Aynı işyerinde çalışanlar birbirleriyle konuşup sohbet etmek, dertlerini sözler ve gözlerle paylaşmak yerine mesajlaşıyor.
Facebook, Twitter ve benzeri araçlar, yüz yüze ya da birebir iletişimin yerini alıyor.
El sıkışarak, göz göze, diz dize konuşarak, dokunarak, duygusal iletişim ağlarını birbirine cömertçe açarak hayatı paylaşmak geçmişin tatlı anıları haline geliyor.
Yolda yardıma ihtiyaç duyan engelli birini gören görmezden geliyor, çocuğa, ihtiyara, ihtiyaçlıya ilgi “özel bir şey” muamelesi görüyor.
NE OLUYOR?