Osman Müftüoğlu

Huzur yoksa sağlık tehlikededir

9 Ağustos 2013
Huzura her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Ekolojik dengeler alıştığımız mevsim normallerini anormalleştiriyor, dünyada pek çok karşıt görüş can yakıcı hatta alıcı sonuçlar veren mücadelelere giriyor, büyük kayıplı uçak veya tren kazaları ardı ardına geliyor.
Bu yüzden DNA’larımızdaki mutsuzluk genleri de yeniden uyanıyor.
Sanki huzursuzluk bulaşıcı bir hastalık halini alıyor. Eskisinden daha kavgacı, gürültücü, hoşgörüsüz bir toplum olmamızın nedeni de bu olsa gerek.
İşte tam da bu dönemde yeniden kavuşmanın ve huzursuzluk yaratan nedenlerle hesaplaşmanın en iyi fırsatlarından biri olan bayram imdada yetişiyor. Bu fırsatı iyi değerlendirelim.

AKLINIZDA BULUNSUN

Keyifli ve sağlıklı bir bayram sofrası

Genellikle büyüklerimizin enfes yemekleri ile bezenmiş bayram sofralarında sadece birkaç noktaya dikkat ederek yemek sonrası oluşabilecek tatsız mide şikâyetlerinden korunabiliriz.

Yazının Devamını Oku

Nice bayramlara

8 Ağustos 2013
Bayramlar, hayatımıza daha çok manevi güçler ve anlamlar yüklemek için vardır.

Yalnızlıklarımızı azaltmak, kırılganlıklarımızı tamir etmek, özürlerimizi dilemek için en uygun zamanlardır.
Bayramlar, maneviyatın yükselişini güçlendirir, iyilik ve hoşnutluk duygusunu geliştirir.
Hayatımıza daha güçlü ve farklı anlamlar, tatlar verir.
Yaşasın Hayat ekibi ve ben, hepinize sağlıklı, huzurlu, sevdiklerinizle coşkulu anları paylaşacağınız bir bayram diliyoruz.

Sağlıklı bayram sofraları

Ramazan boyunca sofralarınızda meydana gelen değişiklikler bedeninizi etkiledi. Azalan öğün saatleri, çorbası, ana yemeği, böreği ile çeşitlenen öğünler, ramazana özel tatların (güllaç, pide gibi) sık sık tadılması yükünüzü artırdı. Sıcak havanın etkisinden kendinizi korumak amacıyla hareketsiz geçirdiğiniz saatler, kas ve yağ dokusu arasındaki savaşın galibini yağ dokusu olarak belirledi. Bununla birlikte bayramda yeme düzeninin eski haline (öğün saatleri ve içeriği) dönmesi, bu üç günlük dönemde bedeniniz açısından bir karmaşaya neden olabilir. Bedeninizi bu karmaşadan korumak için:
-Ramazan-dan sonra “nasıl olsa kilo verilecek” düşüncesi ile sakın kontrolü elden bırakmayın.

Yazının Devamını Oku

Can bogazdan mı gelir...

7 Ağustos 2013
Yaşlandıkça daha az kalori tüketmek ve daha basit, doğal bir beslenme şekline dönmek zorundayız.

Anne ve ninelerimizin sık kullandıkları bir deyim vardır: “Can boğazdan gelir!” Bu deyimin en azından 40’ından sonrasında pek de doğru olmadığı anlaşılıyor. Yiyip içtiklerimizin ne ölçüde sağlıklı oldukları, zararlı unsurlar taşıyıp taşımadıkları zaten sorunlu, kalori bombası oldukları ise neredeyse kesinleşmiş durumda.
Mükemmel planlanmış bir makineden farksız bedenimizin ise yaşlandıkça daha zor öğüttüğü, öğütüp işlediği şeyleri hazmetmekte daha bir zorlandığı, hazmettiği şeyleri kullanırken de işin kolayına kaçtığı kesin.
Bir başka deyişle; yaşlanan her makine gibi insan bedeni de yaşlandıkça hafiflemek, daha az yük taşımak üzere dizayn edilmiş gibi görünüyor.
Bu, özellikle 40’lı, 50’li yaşlardan sonra belirginleşen bir durum.
Zaten bu nedenle tam da bu yaşlardan sonra yiyip içtiklerimiz bizi zorlamaya, “dokunmaya”, gaz, şişkinlik, reflü, uyku hali, terleme, mide ağrısı yapmaya başlıyor.
Oysa tam da yine bu yaşlarda biraz gelişen damak zevkimiz, biraz da iyileşen ekonomik imkânlarımız nedeniyle eskiye oranla daha fazla yiyip içmeye, “hayatın yeme içme kısmına” daha çok zaman, para ve akıl harcamaya başlıyoruz!
Toplumsal gözlemler de, bilimsel veriler de bize şunu öğretmeye çalışıyor: Yaşlandıkça daha az kalori tüketmek ve daha basit, doğal bir beslenme şekline dönmek zorundayız.

Yazının Devamını Oku

Cilt lekeleri korkutuyor

6 Ağustos 2013
Tıp dilinde “naevus” diye adlandırdığımız, genelde “ben” olarak sözü geçen oluşumlar her zaman kötü huylu tümörlere dönüşme kaygısı yaratır.

Hele bir de kopar ya da sıyrılırsa ciddi panik yaratabilir! Oysa asıl endişe edilmesi gerekenler kabarıklığı olmayan, dağınık olarak bulunan ya da gruplaşan kahverengi lekelerdir.

Geçmiş yüzyıllarda bronzluk toplumun alt sınıfına mensup, sokakta, tarlada, bağda, bahçede çalışan -dolayısıyla da güneş ışınlarına fazla maruz kalan- insanların zorunlu özelliğiydi.
Oysa 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kışlık barınağının yanı sıra yazlığı olan, deniz kıyısında tatil yapan, kısacası sosyoekonomik gücü daha yüksek olan kesimin ayırt edici özelliği haline geldi.
Hafifçe koyulaşmış, sağlıkla renklenmiş bir teni kim istemez? Ancak bazı noktalara dikkat etmeden, bir sınırlama getirmeden de olmaz.

MELANOM KÂBUSU

Yazının Devamını Oku

Şekerin eski tadı yok!

5 Ağustos 2013
Bilimsel veriler şekerin obezite salgınında bir numaralı suçlu olduğunu gösteriyor.

OBEZİTE bizde de halk sağlığını tehdit eden en önemli problemlerden biri. Obezite ile savaş kampanyası bu nedenle çok ama çok önemli. Önemli çünkü obez sayısı arttıkça –göbeği büyük, bel çevresi geniş olanlar çoğaldıkça- diyabetli, hipertansiyonlu, kalp hastası insanların sayısı artıyor. Obezite ile mücadelede alınacak ilk tedbirler ekmek ve benzeri unlu ürünleri azaltmak, porsiyonları küçültüp daha çok hareket etmek olarak sayılıyor. Ama bilimsel veriler şekerin obezite salgınında bir numaralı suçlu olduğunu gösteriyor. Karaciğer yağlanmasından kalp damar hastalıklarına, hatta kansere kadar giden yolculukta şeker tutkusunun –bağımlılığının- payı büyük.

YILDA 30 KİLO ŞEKER

Rakamlara bakılırsa fakir ülkelerde de şeker tüketimi hızla artıyor. Tüketim şampiyonu burada da Amerika. Amerikan Kalp Birliği bir günde tüketilebilecek “optimum” rafine şeker –sofra şekeri- miktarını kadınlar için 24 (5 silme tatlı kaşığı), erkekler için 36 gram (7 silme tatlı kaşığı) olarak belirlemiş ama gerçek rakam muhtemelen günde 100 gramın üzerinde. Rafine şeker tüketimi bakımından biz de fena sayılmayız! Yıllık kişi başına rafine şeker tüketimimiz 30 kiloya yaklaşıyor. Şeker tüketimi arttıkça metabolizmanın dengesi alt-üst oluyor.Tüketilen şeker ister sofra şekeri yani sakaroz, ister früktoz şurubu olsun durum fark etmiyor. Kan şekeriniz dalgalanmaya, insülininiz tavan yapmaya başlıyor. Bunu karaciğerinizin yağlanması, göbeğinizin büyümesi yani insülin direncinin devreye girmesi izliyor. Kısa bir süre sonra trigliserid isimli yağ artmaya, iyi kolesterol-HDL azalmaya, ürik asit isimli metabolik ürün zirve yapmaya başlıyor. Bu da sizi obezite, şeker hastalığı, hipertansiyon adayı haline getiriyor. Neticede erken ve kötü yaşlanan, damarları hasarlı, kalbi beyni sorunlu, eklemleri güçsüz, cinsel gücü ve belleği zayıf sorunlu bir yaşlılık yolculuğuna çıkıyorsunuz.

ZOR SAVAŞ

Özellikle früktoz bazlı şeker tüketimindeki artış korkunç. Gazlı, kolalı, meyve konsantreli içeceklerde, hazır salça, hazır çorba, pastane, fırın yapımı ürünlerde artık sofra şekerinden daha da sorunlu olduğu düşünülen früktozlu mısır şurubu var. Bir şişe gazozda 40 gram civarında früktoz şurubunun, bir kutu gazlı kolalı içecekte 12 kesme şekere eşdeğer sakarozun bulunduğunu bilirseniz sorunun büyüklüğünü daha kolay kavrarsınız. Şekerlemeleri, şekerli içecek ve yiyecekleri azaltmadan obezite ile savaşı kazanmak işte bu nedenle pek kolay değil. Burada asıl önemli nokta da şu: Çoğumuz hâlâ meyve şekeri früktoza “doğal şeker” diyor, zararsız zannediyoruz. Oysa sofra şekeri sakaroz eşit miktarda glikoz ve früktozdan oluşuyor. Früktoz, meyvelerde doğal olarak bulunan bir şeker çeşidi. Yakın bir zamana kadar da zararlı değil zannediliyordu. Yüksek früktozlu mısır şurubu ise genelde mısırdan elde ediliyor. Bunun içeriğinde de früktoz var. Sofra şekerine göre hem daha tatlı, hem de daha ucuz. Bu nedenle de gıda endüstrisi, özellikle de meşrubat üreticileri sofra şekeri yerine onu daha çok tercih ediyor. Ancak bedenimizin früktozu kullanma kapasitesi de günde en fazla 15-20 gramla sınırlı. Rakam 30’u geçti mi iş çığırından çıkabiliyor.

Önce karaciğer yağlanıyor

Früktoz karaciğerde işlenen bir madde. İnsüline bağımlı olmadan işlevini görüyor. Fazla miktarda alındığında karaciğer früktozdan trigliserid isimli yağı üretmeye başlıyor. Trigliseridin bir bölümü karında göbekte depolanmak üzere kana verilirken bir kısmı da karaciğerde birikiyor. Süreç “karaciğer yağlanması” olarak adlandırılıyor. Eskiden alkol nedeniyle yağlanan karaciğerler şimdi de früktoz yüklü gıdalarla –tatlılar, meşrubatlar ve benzerleri- yağlanıyor. Aşırı yağ depolayan karaciğer hastalanmaya daha eğilimli bir karaciğer. Dahası aşırı miktarda yağ biriktirdiğinde iltihaplanan sonra da siroza kadar gidebilen bir karaciğer.

SONRA METABOLİK SENDROM

Yazının Devamını Oku

Bu fırsatı kaçırmayın!

3 Ağustos 2013
Bugün çok özel bir günü ve geceyi (Kadir Gecesi) yaşayacağız. Bu, bedeni ve ruhu yeniden inşa etmek, eksiği gediği telafi edip kırılıp döküleni onarmak için önümüze konulan altın bir fırsat.

Hayatımızı görgü, bilgi, tecrübe, eğitim ve aklımız dahil pek çok bileşkenin kesiştiği bazı kararlarla biz yönlendiriyoruz. Zaten bu nedenle de “Hayat bizim ondan yaptığımız şey” oluyor, dokusu, kokusu, tadı, rengi ve anlamının ne olacağına biz karar veriyoruz.
Kararlarımızı verirken yanlış veya doğrular yapabiliyoruz. Mesela kendimize iyi ya da kötü bakıyor, sigara içiyor ya da içmiyor, alkolle ilişkilerimizi medeni boyutlarda tutuyor ya da tutamıyor, yememize, içmemize, uykumuz ve aktivitemize dikkat ediyor ya da etmiyor, yaşam boyu aralıksız sürmesi gereken “ruhun inşası” sürecini sürdürüyor ya da ihmal edebiliyoruz.
Bugün bedeni ve ruhu yeniden inşa etmek, eksiği gediği telafi edip kırılıp döküleni onarmak için önümüze konulan altın bir fırsatın son virajına girmek üzereyiz. Özellikle “ruhsal iyileşme” ve “ruha yeniden hayat verme” noktasında adeta “can suyu” ölçüsünde değer taşıyan mükemmel bir fırsat gecesi var önümüzde. Çoğumuz tatildeyiz. Tatilde olmayanlar, çalışmaya devam edenler de, tatilin keyfini çıkaranlar da bu fırsatı değerlendirmeyi düşünmeli. Bir kez daha hatırlatalım, bugün çok özel bir günü ve geceyi (Kadir Gecesi) yaşayacağız.
Son günlerde içine düştüğümüz depresif ruhsal örgütlenmeden çıkmak, halimize şükredip olup bitenleri (yapabildiğimizce) kabullenmek, her şeyi ve herkesi bir kez daha hoş görüp affetmek, kendimizle, birbirimizle dertleşmek ve barışmak için ağırlıklar -fazlalıklar- ve sivriliklerimizden kurtulup hafiflemek, cömertlik, alçakgönüllülük, bağışlayıcılık, yardım, sevgi gibi sözcüklerin tadına yeniden varabilmek için güzel bir “fırsat gecesi” var önümüzde.
Ruh ve bedenin inançla birleşip zenginleşerek yapabileceği bu mükemmel fırsatı kaçırmamanızı tavsiye ederim.

BiR BiLGi

Beslenmek neden önemli?

Neden hep beslenme üzerine yazılar yazıyorsunuz? Beslenme bu kadar önemli mi diye soran okuruma şunları anlattım:

Yazının Devamını Oku

Yaz D vitamini depolama zamanıdır

2 Ağustos 2013
Vücudun D vitamini üretim merkezi cilttir.

Bedenin bu en büyük organının D vitamini üretebilmesi için de güneşle doğrudan temasa geçmesi, yani “güneşlenmesi” gerekiyor.


Her vitamine ihtiyacımız var. Her vitaminin kendine göre az ya da çok ama mutlaka önemli bir fonksiyonu olduğu kesin. Ne var ki bazı ayrıcalıklı vitaminler de yok değil. Bir sıralama yapılacak olsa ben D vitaminine en ön sıralarda yer verirdim. Nedenine gelince...
D vitamini, sadece bir metabolik fonksiyon düzenleyicisi gibi çalışmıyor. Kanserden şekere, felçten kalp krizine, kemik erimesinden diş çürümesine, görme yeteneğinden hafıza gücüne kadar aklınıza gelen gelmeyen pek çok noktada önemli görevler üstleniyor.
Kanserden korunmamızda, özellikle belirli bir grup kanserin önlenmesinde -hatta tedavisinde- önemli görevler üstlendiğini gösteren çok sayıda bulguya sahibiz.
Prostat, meme, pankreas, kalınbağırsak kanserlerinin kanda azalmış D vitamini seviyeleriyle ilişkili olabileceği pek çok kez kanıtlandı. Ayrıca yine pek çok araştırma gösterdi ki D vitamini ihtiyacını yeteri kadar karşılayamayan çocuklarda insüline bağımlı şeker hastalığı, yani tip 1 diyabet -çocukluk çağı diyabeti- daha sık.
Bilimsel verilere göre; D vitamini seviyeleri düşük olanlarda kalp krizi ve felç riski de artıyor. Yaşlılıkta bellek sorunları -Alzheimer dâhil- daha bir ön plana çıkıyor. Damar sertliğine yakalanma riski yükselip görme gücü, bağışıklık yeteneği zayıflıyor. Kemik yoğunluğunun azalması, hatta osteoporoza yakalanma ihtimali D vitamini seviyelerinizle yakından ilişkili.

Yazının Devamını Oku

“Susuz yaz” olmaz!

1 Ağustos 2013
İhtiyacımız kadar su içmemiz, her zaman için önemli ama konu sıcak yaz günlerinde biraz daha öne çıkıyor.

Sıcak yaz günlerinde terlemenin de etkisiyle çok fazla su kaybediyoruz. Doğal olarak da daha fazla -ve daha sık- susuyoruz.
Susama duygumuz, kanımızdaki sodyum miktarı ile bağlantılı. Kanın sıvı kısmı -suyu- azalıp da sodyumu rölatif -göreceli- olarak atınca susama duygumuz devreye giriyor, beynimiz bizi “Git su iç, bedeninin -hücrelerinin- suya ihtiyacı var!” diye uyarıyor. Biz de ya kana kana bir bardak suyu içiyor ya da sorunu çayla, çorbayla, ayranla hallediyoruz.
Kısacası “susama” duygumuz, sıvı ihtiyacımızın arttığını, her zamankinden biraz daha fazla su tüketmemiz gerektiğini anlatan bir işaret...
BASİT BİR TEST
İhtiyacımız kadar su içmemiz, her zaman için önemli ama konu sıcak yaz günlerinde biraz daha öne çıkıyor. Susamayı beklemeden yeteri kadar su içip içmediğinizi anlamanın yolu ise kendi kendinize yapabileceğiniz basit bir testten geçiyor. Bu test için tuvalete gittiğinizde idrarınızın rengini ve miktarını kontrol etmeniz yeterli. Az miktarda ve koyu renkli -rengi açık çay ile kıyaslanabilecek kadar koyulaşabilir- idrar yapıyorsanız bu sizin yeteri kadar sıvı almadığınızı gösteriyor. Berrak ve bol miktarda idrar ise sıvı ihtiyacınızın olmadığına işaret.
NE KADAR İÇELİM?

Yazının Devamını Oku