Yüksek açlık insülini hücrelerinizin adeta bir “kötü metabolik kuşatma” altında olduğunu gösteren kırmızı bile değil “kıpkırmızı bir alarm”dır. 5’i hele hele 7’yi özellikle de 10’u geçen açlık insülini rakamları hücrelerinizin toksik yağlarla tıka basa dolduğunu, insülin sinyal sisteminizin bloke olduğunu, kanınızdaki şeker/glikozun hücrelerinize girmesinin imkânsız hale geldiğini, muazzam bir “insülin sağırlığının/duyarsızlığının/direncinin/körlüğünün” devreye girdiğini, neticede de pankreasınızın o zararlı metabolik bloklamayı telafi etmek için daha fazla insülin salgılamaya zorlandığını ifade eder. Peki ya sonuç? Sonuç tehlikeli ve kötü bir sağlık yolculuğudur. Nedenine gelince...
UNUTMAYIN
İNSÜLİN DİRENCİ KÖTÜ YAŞLANDIRIR
Açlık insülininizin yüksek olması kanınızda -çok değil kısa bir süre sonra- daha fazla trigliseritin, ürik asidin dolaşması anlamına da gelir. Aşırı insülin biriktirip insüline karşı direnç geliştirdiğinizde çok değil 3-5 yıl içinde “göbeğiniz büyümeye, bel çevreniz genişlemeye, karaciğeriniz yağlanmaya, safra keseniz taş yapmaya” başlayacaktır. Bir süre sonra da hipertansiyon ve tip 2 diyabet/şeker hastalığı eşliğinde “kalp damar hastalığına, beyin damar hastalığına, Alzheimer’a hatta bazı kanserlere” doğru yol alan tehlikeli, kötü bir yolculuk sizi bekliyor demektir. Özetle yüksek açlık insülini ve insülin direncine sahip birinin kötü yaşlanacağı kesindir.
Bu güzel tavsiyeyi okur okumaz yıllar önce nasıl kaybettiğimiz hâlâ belli olmayan Sabahattin Ali’nin şu cümlesini hatırlayıverdim: “İsteseler canımı vereceğim çoğu insanı hayatımdan çıkardım. Çünkü yokluklarına üzülmek, yaptıklarına üzülmekten daha kolay.”
Eğer hayatı ıskalamak istemiyorsanız ve eğer “daha iyi bir hayat için” düşündüğünüz yolculuğu huzurla, keyifle yapmak istiyorsanız yukarıdaki tavsiyeleri lütfen bir kenara -benim gibi- dikkatle not edin. Bitmedi! “Hayatı ıskalamamak” söz konusu olduğunda sizin için mühim bir tavsiyem daha var... O tavsiyeyi de sıradaki kutuda bulacaksınız...
ÖNEMLİ
ANLAM ARAYIŞINI İHMAL ETMEYİN
Daha iyi bir hayat için bir başka tavsiye de Harvard’lı ünlü bir filozoftan, Josia Royce’den geliyor. Josia Royce 1908 yılında yazdığı “SADAKATİN FELSEFESİ” kitabında bakın bize neler anlatıyor: Eksiğimiz, sorunumuz, yaşlanmanın zorlukları değil. Sadece var olmanın, sadece barınıyor, sadece besleniyor, güvende ve hayatta olmanın bize yetmediği kesin. Bizim asıl ihtiyacımız “hayatı ıskalamamak”, yaşamın düşündüğümüzden daha değerli olduğunun farkına varmak. Bu farkındalığı geliştirmenin yolu da derin, akılcı ve bilinçli bir “ANLAM ARAYIŞI”dır. Hepimiz kendimizin ötesinde bir anlam ve amaca odaklandığımızda kendimizi daha iyi, daha güzel, daha huzurlu hisseder ve daha iyi yaşayıp yaşlanırız. Anlam ve amaç arayışı hepimizin, her insanın en önemli “içsel ihtiyacı”dır. Bu amaç büyük “AİLE, İLKE, ÜLKE” ya da küçük “BİR BİNA PROJESİ, BİR EVCİL HAYVANIN BAKIMI” olabilir. Önemli olan amacın büyüklüğü veya küçüklüğü değildir. Önemli olan bu anlam ve amaca değer atfederek ve onu ”uğruna fedakârlık yapmaya değer görerek hayatlarımıza derinlik ve anlam katmak ve kazandırmaktır”.
Sanırım bu yazıyı okuduktan sonra sizde benim gibi yeniden ve yeni baştan bu “anlam arayışı ve hayatı ıskalamama” meselesine kafa patlatacaksınız ve umuyorum ki hepiniz hayatı ıskalama yanlışından vazgeçmenin bir yolunu bulacaksınız. Hayatı ıskalamamak deyince Harley Davidson’un şu tek cümlelik tavsiyesini de bir kenara not etmemizde fayda var: “Hayatı ıskalamak istemiyorsanız hayat hikâyenizi yazarken kalemi başkalarının tutmasına izin vermeyin.”
BİR ÖNERİ
İLK 5
İKİNCİ 5
KESİP SAKLAYIN
KİMLERİN KARACİĞERİ DAHA KOLAY YAĞLANIR
BİR: HAREKETSİZ bir yaşamda ısrarlı olanlar.
İKİ: ŞEKER hastaları.
ÜÇ:
Bel çevrenizin en az tahlil raporlarında yazan kolesterol, trigliserit rakamları kadar önemli bir belirleyici olduğunu biliniz.
Bel çevrenizin kadınsanız 85 cm, erkekseniz 95 cm’den fazla olmasına izin vermeyin.
Hele hele 90’lı (kadın) veya 100’lü (erkek) rakamları asla aşmayın.
UNUTMAYIN
HER FİTOBESİN DOĞAL BİR İLAÇTIR
Otofajinin sözlük anlamı “kendi kendini yemek.” Durumun bilimsel açıklaması ise oldukça farklı. Otofajide hücrelerimiz kendi kendilerini değil, üretim artığı toksik atıklarını, yaşlanmış parçalarını, döküntülerini, toksinlerini yiyerek beslenmeye başlıyor. Otofaji sürecine giren hücreler içlerindeki “lizozom” isimli minik yapıların da yardımıyla “kendi atıklarını” tüketerek yaşamını sürdürmeye başlıyor.
Neticede, hücre de beden de beslenme çabasının getireceği zahmetlerden, yüklerden, toksik atıklardan kurtuluyor. Daha önceki üretim atıklarını, yaşlanmış parçalarını enerji kaynağı olarak kullanıp bir tür “iç temizlik”, bir çeşit “doğal detoks” sürecine giriyor. Kısacası otofajide adeta bir “arınma”, toksinlerden kurtulup hafifleme durumu söz konusu.
EK BİLGİ
OTOFAJİNİN MUCİDİ KİM
Otofajinin faydalarını bilimsel olarak araştıran Japon biliminsanı Yoshinori Ohsumi 2016’da Nobel Tıp Ödülü’nü kazandı. Peki otofajiyi ilk keşfeden kim ya da kimler? Otofajinin geçmişi insanlık tarihi kadar eski. Oruç onu devreye sokmanın en etkili yollarından biri ve ilki. Çünkü günde 12 saati geçen, 14-16 saatlik açlık kürleri bu hedefe ulaşmak için yeterli. Eğer oruç sürelerini daha sık ve düzenli tekrarlayabilirseniz de açlıkla geçireceğiniz 14-16 saatlik periyodu yalnızca su içmekle sürdürürseniz otofajiyi tetiklemeniz mümkün olabiliyor. Muhtemelen de bu nedenle “iki öğün beslenme” metodu özellikle orta yaşlardan sonra taraftar bulmaya başladı. Özeti şudur: Eğer otofajiden faydalanmak istiyorsanız günde iki öğünle beslenmeyi deneyebilirsiniz.
AKLINIZDA OLSUN
Ve onlar neredeyse milyar dolarlarını hastalıkları önlemek ve daha mutlu bir dünya düzeni oluşturmak için gelirlerini fakir toplumlarla bölüşmek yerine muazzam bir hırsla “ölümsüzlük arayışı” otobüsüne binmişler, kontrolsüz bir hızla gidiyorlar. Ne var ki tıpkı vergiler ve savaşlar gibi ölüm de hayatın olağan gerçeklerinden biri. Ve ölümsüzlük mümkün değil! İyi ki de öyle! Nedenine gelince...
KISA BİLGİ
MAVİ BÖLGELERİN SIRRI NE
Evet, insanların farkında olmadan uzun bir yaşamın şifresini çözdükleri ve neticede de sıra dışı/beklenmedik bir “uzun ömür ikramiyesi”ne ulaşabildikleri bazı coğrafi bölgeler, yerler var. O şanslı yerler literatürde “mavi bölgeler” olarak tanımlanıyor. Evet, o bölgelerde 100 yaş üstü şanslıların sayısı oldukça fazla. Ne var ki onlara o şansı sağlayan şeyler ne genetik yapıları ne de ekonomik zenginlikleri ya da yüksek eğitim düzeyleri. Zira mavi bölge sakinlerini daha zengin, daha gelişmiş, daha organize ve modern bir dünyaya/ülkeye taşıdığınızda o insanların da hastalık ve ölüm oranları diğer herkesinkine paralel hale geliyor. SARDUNYALI bir köylüyü Amerika’ya, İKARYALI bir denizciyi Kanada’ya, OKİNAWALI bir balıkçıyı İngiltere’ye taşıdığınızda onların da yaşam süreleri -üç aşağı beş yukarı- taşındıkları bölgenin/ülkenin rakamlarına eşit hale geliveriyor. Daha basit anlatımıyla onlar da “Batılı yaşam tuzağı”na düşüp modernleştiklerinde uzun yaşam şanslarını süratle kaybediyor. Peki, bu durumda ne yapılmalı? Çözüm ne? Ölümsüzlük ya da benzeri saçmalıkları bir yana bırakmalı daha sağlıklı, formda, fit yaşlanma planı oluşturarak “sağlıklı yaşam süresi”ni uzatma çabasına girişilmeli, kısacası “mutlak kader”e de inanarak bu aleme “kazık çakma arayışı”ndan vazgeçilmeli, “daha iyi bir hayat” hedeflenmelidir. Bunun yolu da öncelikle “DNA”yı yani “yaşam kitabı”mızı doğru anlayıp doğru yorumlamaktan geçiyor.
UNTUMAYIN
DNA’MIZ YAŞAM KİTABIMIZDIR
DNA
Nedeni de çok açık: 50 yaş sonrası ölümlerin neredeyse yüzde 60’ından bu hastalıklardan biri sorumlu. Eğer dikkat edilmezse çoğu insan 60’ından 70’inden sonra hatta bazen 50’li yaşlara bile ulaşmadan “kalp krizi, aritmiler, kalp yetmezlikleri...” gibi sorunlar veya “inmeler/felçler ve diğer damar hastalıkları” nedeniyle hayatını kaybediyor. Diğer taraftan 60’lıkların muhtemelen en az yüzde 50’si, 70’liklerin yüzde 60’ı, 80’liklerin yüzde 70’i -bu rakamlar kişisel kanaatimdir- maalesef kalp, beyin ve diğer damarlarındaki plaklar/pıhtılar ile hayatını sürdürüyor. Peki bu talihsizlikler önlenemez mi? Yanıtım net ve açık: Önlenebilir! Önlenemeseler bile ertelenebilir veya hafifletilebilir. Peki, nasıl? Kalp damar hastalıklarını önlemek için dikkatli bir sağlık okur yazarı olmak özellikle damar sağlığını izlememizi kolaylaştıran bazı rakamların anlamını iyi bilmek gerekiyor. O rakamlardan biri de “TRİGLİSERİD-HDL ORANI”dır.
ÖNEMLİ BİR SORU
TRİGLİSERİD-HDL ORANINIZI BİLİYOR MUSUNUZ
Çoğumuzun aklına kalp ve damar hastalıkları söz konusu olduğunda öncelikle “KOLESTEROL RAKAMLARIMIZ” gelir. Ne var ki trigliserid-HDL oranı toplam “kolesterol” veya “LDL/kötü kolesterol” rakamlarında çok daha önemli ve değerlidir. Özellikle “yeni çağın vebalarından biri” olarak bilinen “İNSÜLİN DİRENCİ” meselesini daha iyi anlamanın en etkili yolu trigliserid-HDL oranını izlemekten geçmektedir. Bunun için de “trigliseridinizi HDL’nize bölmeniz” yeterlidir. Araştırmalar net ve açık şekilde bu değerin/oranın altta yatan gizli ya da açık bir “İNSÜLİN DİRENCİ” sorunu ile de güvenilir korelasyon gösterdiğini kanıtlıyor. Dolayısıyla bu oranın takibi sadece damar sağlığı takibinin çok daha ötesinde anlamlar taşıyor. Mesela “karaciğer yağlanması, hipertansiyon, gut hastalığı, obezite” gibi güncel sağlık tehditlerini erken dönemde görebilmenin yolu da bu oranı dikkatle izlemekle yakından bağlantılı. Özetle trigliserid-HDL oranı insülin direncini kontrol etmek için de önemli bir kriter. Kişisel kanaatime göre bu oran “KALP KRİZİ RİSKİNİ TAHMİN ETMEK” söz konusu olduğunda da çok mühim bir parametre. Zira araştırmalara göre bu oran yüksekse kalp krizi riskiniz en az 10 kat artıyor. Kısacası bu oranı çok ama çok önemli bir “damar sağlığı biyobelirteci” olarak hepimizin dikkatle izlemesi gerekiyor. Peki, oranın rakamsal değeri ne olmalı? Bu sorunun yanıtını bir sonraki kutuda bulabilirsiniz...
KESİP SAKLAYIN
BU RAKAMLARI EZBERLEYİN
Özetle benim hastalıklarıma sık sık söylediğim eski önemli bir mottom her zaman geçerlidir: “LOKMALARI AZALT, ADIMLARI ÇOĞALT!” Bu tavsiye bana göre net ve açık bir “İYİ YAŞLANMA KRİTERİ”dir.
ÖNEMLİ
HEDEFİNİZ ‘10 BİN ADIM’ OLSUN
Neredeyse 50 yıla yaklaşan hekimlik tecrübemin net sonucu şudur: Her türlü fiziksel aktivite özellikle metabolik sağlık için faydalıdır, düzenli fiziksel aktivite alışkanlığı metabolik hastalıklara yakalanma riskini azaltmaktadır. Büyük toplumsal çalışmaların bilimsel verileri de bu bilgiyi doğruluyor. Örneğin, toplam enerji harcaması aynı olduğunda, en çok yürüyüş yapan ve düzenli aktivite yapan kişilerin tip 2 diyabet riskleri önemli ölçüde düşüyor. Peki, yürüyüşün faydası sadece bunlarla mı sınırlı? Hayır! Diğer faydalar için sıradaki kutuya geçebilirsiniz...
KESİP SAKLAYIN
YÜRÜYÜŞÜN 5 RAKAMSAL FAYDASI Günde yaklaşık 10 bin adım yürümek daha az adım sayısıyla karşılaştırıldığında...
1. Bunama riskini yüzde 50,
2.