Bel çevrenizin en az tahlil raporlarında yazan kolesterol, trigliserit rakamları kadar önemli bir belirleyici olduğunu biliniz.
Bel çevrenizin kadınsanız 85 cm, erkekseniz 95 cm’den fazla olmasına izin vermeyin.
Hele hele 90’lı (kadın) veya 100’lü (erkek) rakamları asla aşmayın.
UNUTMAYIN
HER FİTOBESİN DOĞAL BİR İLAÇTIR
Otofajinin sözlük anlamı “kendi kendini yemek.” Durumun bilimsel açıklaması ise oldukça farklı. Otofajide hücrelerimiz kendi kendilerini değil, üretim artığı toksik atıklarını, yaşlanmış parçalarını, döküntülerini, toksinlerini yiyerek beslenmeye başlıyor. Otofaji sürecine giren hücreler içlerindeki “lizozom” isimli minik yapıların da yardımıyla “kendi atıklarını” tüketerek yaşamını sürdürmeye başlıyor.
Neticede, hücre de beden de beslenme çabasının getireceği zahmetlerden, yüklerden, toksik atıklardan kurtuluyor. Daha önceki üretim atıklarını, yaşlanmış parçalarını enerji kaynağı olarak kullanıp bir tür “iç temizlik”, bir çeşit “doğal detoks” sürecine giriyor. Kısacası otofajide adeta bir “arınma”, toksinlerden kurtulup hafifleme durumu söz konusu.
EK BİLGİ
OTOFAJİNİN MUCİDİ KİM
Otofajinin faydalarını bilimsel olarak araştıran Japon biliminsanı Yoshinori Ohsumi 2016’da Nobel Tıp Ödülü’nü kazandı. Peki otofajiyi ilk keşfeden kim ya da kimler? Otofajinin geçmişi insanlık tarihi kadar eski. Oruç onu devreye sokmanın en etkili yollarından biri ve ilki. Çünkü günde 12 saati geçen, 14-16 saatlik açlık kürleri bu hedefe ulaşmak için yeterli. Eğer oruç sürelerini daha sık ve düzenli tekrarlayabilirseniz de açlıkla geçireceğiniz 14-16 saatlik periyodu yalnızca su içmekle sürdürürseniz otofajiyi tetiklemeniz mümkün olabiliyor. Muhtemelen de bu nedenle “iki öğün beslenme” metodu özellikle orta yaşlardan sonra taraftar bulmaya başladı. Özeti şudur: Eğer otofajiden faydalanmak istiyorsanız günde iki öğünle beslenmeyi deneyebilirsiniz.
AKLINIZDA OLSUN
Ve onlar neredeyse milyar dolarlarını hastalıkları önlemek ve daha mutlu bir dünya düzeni oluşturmak için gelirlerini fakir toplumlarla bölüşmek yerine muazzam bir hırsla “ölümsüzlük arayışı” otobüsüne binmişler, kontrolsüz bir hızla gidiyorlar. Ne var ki tıpkı vergiler ve savaşlar gibi ölüm de hayatın olağan gerçeklerinden biri. Ve ölümsüzlük mümkün değil! İyi ki de öyle! Nedenine gelince...
KISA BİLGİ
MAVİ BÖLGELERİN SIRRI NE
Evet, insanların farkında olmadan uzun bir yaşamın şifresini çözdükleri ve neticede de sıra dışı/beklenmedik bir “uzun ömür ikramiyesi”ne ulaşabildikleri bazı coğrafi bölgeler, yerler var. O şanslı yerler literatürde “mavi bölgeler” olarak tanımlanıyor. Evet, o bölgelerde 100 yaş üstü şanslıların sayısı oldukça fazla. Ne var ki onlara o şansı sağlayan şeyler ne genetik yapıları ne de ekonomik zenginlikleri ya da yüksek eğitim düzeyleri. Zira mavi bölge sakinlerini daha zengin, daha gelişmiş, daha organize ve modern bir dünyaya/ülkeye taşıdığınızda o insanların da hastalık ve ölüm oranları diğer herkesinkine paralel hale geliyor. SARDUNYALI bir köylüyü Amerika’ya, İKARYALI bir denizciyi Kanada’ya, OKİNAWALI bir balıkçıyı İngiltere’ye taşıdığınızda onların da yaşam süreleri -üç aşağı beş yukarı- taşındıkları bölgenin/ülkenin rakamlarına eşit hale geliveriyor. Daha basit anlatımıyla onlar da “Batılı yaşam tuzağı”na düşüp modernleştiklerinde uzun yaşam şanslarını süratle kaybediyor. Peki, bu durumda ne yapılmalı? Çözüm ne? Ölümsüzlük ya da benzeri saçmalıkları bir yana bırakmalı daha sağlıklı, formda, fit yaşlanma planı oluşturarak “sağlıklı yaşam süresi”ni uzatma çabasına girişilmeli, kısacası “mutlak kader”e de inanarak bu aleme “kazık çakma arayışı”ndan vazgeçilmeli, “daha iyi bir hayat” hedeflenmelidir. Bunun yolu da öncelikle “DNA”yı yani “yaşam kitabı”mızı doğru anlayıp doğru yorumlamaktan geçiyor.
UNTUMAYIN
DNA’MIZ YAŞAM KİTABIMIZDIR
DNA
Nedeni de çok açık: 50 yaş sonrası ölümlerin neredeyse yüzde 60’ından bu hastalıklardan biri sorumlu. Eğer dikkat edilmezse çoğu insan 60’ından 70’inden sonra hatta bazen 50’li yaşlara bile ulaşmadan “kalp krizi, aritmiler, kalp yetmezlikleri...” gibi sorunlar veya “inmeler/felçler ve diğer damar hastalıkları” nedeniyle hayatını kaybediyor. Diğer taraftan 60’lıkların muhtemelen en az yüzde 50’si, 70’liklerin yüzde 60’ı, 80’liklerin yüzde 70’i -bu rakamlar kişisel kanaatimdir- maalesef kalp, beyin ve diğer damarlarındaki plaklar/pıhtılar ile hayatını sürdürüyor. Peki bu talihsizlikler önlenemez mi? Yanıtım net ve açık: Önlenebilir! Önlenemeseler bile ertelenebilir veya hafifletilebilir. Peki, nasıl? Kalp damar hastalıklarını önlemek için dikkatli bir sağlık okur yazarı olmak özellikle damar sağlığını izlememizi kolaylaştıran bazı rakamların anlamını iyi bilmek gerekiyor. O rakamlardan biri de “TRİGLİSERİD-HDL ORANI”dır.
ÖNEMLİ BİR SORU
TRİGLİSERİD-HDL ORANINIZI BİLİYOR MUSUNUZ
Çoğumuzun aklına kalp ve damar hastalıkları söz konusu olduğunda öncelikle “KOLESTEROL RAKAMLARIMIZ” gelir. Ne var ki trigliserid-HDL oranı toplam “kolesterol” veya “LDL/kötü kolesterol” rakamlarında çok daha önemli ve değerlidir. Özellikle “yeni çağın vebalarından biri” olarak bilinen “İNSÜLİN DİRENCİ” meselesini daha iyi anlamanın en etkili yolu trigliserid-HDL oranını izlemekten geçmektedir. Bunun için de “trigliseridinizi HDL’nize bölmeniz” yeterlidir. Araştırmalar net ve açık şekilde bu değerin/oranın altta yatan gizli ya da açık bir “İNSÜLİN DİRENCİ” sorunu ile de güvenilir korelasyon gösterdiğini kanıtlıyor. Dolayısıyla bu oranın takibi sadece damar sağlığı takibinin çok daha ötesinde anlamlar taşıyor. Mesela “karaciğer yağlanması, hipertansiyon, gut hastalığı, obezite” gibi güncel sağlık tehditlerini erken dönemde görebilmenin yolu da bu oranı dikkatle izlemekle yakından bağlantılı. Özetle trigliserid-HDL oranı insülin direncini kontrol etmek için de önemli bir kriter. Kişisel kanaatime göre bu oran “KALP KRİZİ RİSKİNİ TAHMİN ETMEK” söz konusu olduğunda da çok mühim bir parametre. Zira araştırmalara göre bu oran yüksekse kalp krizi riskiniz en az 10 kat artıyor. Kısacası bu oranı çok ama çok önemli bir “damar sağlığı biyobelirteci” olarak hepimizin dikkatle izlemesi gerekiyor. Peki, oranın rakamsal değeri ne olmalı? Bu sorunun yanıtını bir sonraki kutuda bulabilirsiniz...
KESİP SAKLAYIN
BU RAKAMLARI EZBERLEYİN
Özetle benim hastalıklarıma sık sık söylediğim eski önemli bir mottom her zaman geçerlidir: “LOKMALARI AZALT, ADIMLARI ÇOĞALT!” Bu tavsiye bana göre net ve açık bir “İYİ YAŞLANMA KRİTERİ”dir.
ÖNEMLİ
HEDEFİNİZ ‘10 BİN ADIM’ OLSUN
Neredeyse 50 yıla yaklaşan hekimlik tecrübemin net sonucu şudur: Her türlü fiziksel aktivite özellikle metabolik sağlık için faydalıdır, düzenli fiziksel aktivite alışkanlığı metabolik hastalıklara yakalanma riskini azaltmaktadır. Büyük toplumsal çalışmaların bilimsel verileri de bu bilgiyi doğruluyor. Örneğin, toplam enerji harcaması aynı olduğunda, en çok yürüyüş yapan ve düzenli aktivite yapan kişilerin tip 2 diyabet riskleri önemli ölçüde düşüyor. Peki, yürüyüşün faydası sadece bunlarla mı sınırlı? Hayır! Diğer faydalar için sıradaki kutuya geçebilirsiniz...
KESİP SAKLAYIN
YÜRÜYÜŞÜN 5 RAKAMSAL FAYDASI Günde yaklaşık 10 bin adım yürümek daha az adım sayısıyla karşılaştırıldığında...
1. Bunama riskini yüzde 50,
2.
Aslında bu bir sürpriz bir sonuç da değil. Yaşlanmadan, yaşlanmanın oluşturduğu doğal yıpranmadan, nörolojik yapılanmamız ve tabii ki öncelikle de beynimiz payını bir ölçüde alıyor. Yaşlanmayla ilişkili nörolojik sorunların ilk sıralarında ise “Alzheimer hastalığı” var. Onu Parkinson hastalığı izliyor. Bugünkü konumuz Alzheimer hastalığı ile genetik arasındaki önemli ilişki. Hazırsanız buyurun...
BİR NOT
ALZHEİMER HERKESİ ÜZER
Alzheimer hastalığı farklı belirtileri olsa da esas olarak bir bilişsel gerileme, bellek bozukluğu ile başlayıp neticede bellek kaybı ile sonuçlanan korkutucu bir sağlık sorunu. Tıbbi anlamda “DEMANS/BUNAMA” ise bu hastalığın en korkutucu ve üzücü sonucu. Ama bilelim ki “demans” sadece bir sonuç. Ve her sonuç gibi onun da bir başlama ve ilerleme süreci var. Zaten bu nedenle de Alzheimer araştırmaları bu tatsız sonuçla neticelenen hastalığın neden ya da nedenlerine odaklanmış durumda. Diğer taraftan bu nedenlerden birini net ve açık olarak biliyoruz: GENETİK! Peki, o genetik özellik ne? O genetik şansızlığın açılımında neler var?
ÖNEMLİ
APOE4’E DİKKAT!
Ve o yarının tam da ortasında çok şükür muazzam bir “KAR GÜZELLİĞİ” yaşadık. Görünen o ki inşallah yaşamaya da devam edeceğiz. Bu arada mutlaka siz de farkındasınızdır, kış enfeksiyonlarında özellikle de “soğuk algınlığı, nezle, tonsilit, farenjit, sinüzit, bronşit hatta zatürre vakalarında” gözle görünür bir artış var. Peki, güçlü bir salgın söz konusu mu? Kanaatimce hayır, ciddi bir salgın söz konusu değil. Orta karar bir enfeksiyon yoğunluğu söz konusu. Bunda yıllardır öğrendiklerimiz ve tecrübelerimizle edindiğimiz bağışıklık güçlendirme çabalarımızın önemli bir payının olduğu da kesin. Örneğin eskiye oranla grip veya zatürre aşısı yaptıranların sayısında belirgin bir artış var. Ayrıca daha güçlü bir bağışıklık için hangi tedbirleri almamız gerektiğini de çoğumuz az çok öğrenmiş durumdayız. Ama isterseniz gelin kışın geride kalan ikinci yarısını mikroplardan uzak daha rahat ve keyifli yaşayabilmek için bir başka deyişle “DAHA GÜÇLÜ BİR BAĞIŞIKLIK İÇİN” neler yapmamız gerektiğini biraz daha ayrıntılara girerek “BAĞIŞIKLIK ANAYASASI” başlığı altından yeniden hatırlayalım. Hazırsanız buyurun...
KESİP SAKLAYIN
BAĞIŞIKLIK ANAYASASI
VARAN 1
BESLENMENİZE DİKKAT EDİN: Güçlü bir bağışıklık için bir numaraya protein gücü yüksek besinleri (yumurta, beyaz-kırmızı et, süt ürünleri, bakliyat) koymalısınız. Aşırı şeker, un/nişasta tüketiminin ise bağışıklık gücünüzü azaltacağınızı unutmamalısınız. Alışveriş listenizde sebze ve meyvelere de imkânınız ölçüsünde daha fazla yer açmanızda fayda var. Ayrıca bugünlerde yemeklerinizde baharatları (özellikle zencefil, zerdeçal, tarçın, kırmızıbiber, karabiber) daha sık ve çok kullanmayı da unutmayın.
VARAN 2
UYKU VE EGZERSİZ ŞART:
Sağlığımızı şekillendirme gücü, hayal edebileceğimizden çok daha fazla oranda bizim elimizdedir. Daha da önemlisi yaşımız ne olursa olsun hayat hepimiz için sadece “önümüzdeki yolculuk”tur, o yolculuğu nasıl yapacağımız ise esas olarak bizim kararlarımızda ve o kararları uygulamadaki dikkatimiz ve samimiyetimizde gizlidir. Ne kadar uzun ve ne ölçüde sağlıklı bir ömür süreceğimiz muhakkak ki birçok faktörün ortak neticesidir. Genetiğimiz, iyi veya kötü yaşam tarzı seçimlerimiz, beslenme şeklimiz, hayata bakış açımız, doğduğumuz yer, eğitim düzeyimiz ve daha pek çok şey sağlığımızı ve ömür süremizi etkiler.
2018 yılında 54 milyon kişilik bir “soy veritabanı”nın analiz edilmesinin sonrasında yaşam süremizin genlerimizle ilişkisinin zannedildiği kadar büyük olmadığını bir kez daha gösterildi. O araştırmaya göre, genetiğimiz/kalıtımsal özelliklerimiz sağlıklı ömür süremizin en fazla yüzde 7’sinden sorumlu. Kısacası “sağlığımızı şekillendirme gücü” yani “hayatımız” önemli ölçüde hatta hayal edebileceğimizden çok daha fazlasıyla bizim elimizde. Benim “ÖNÜMÜZDEKİ YOLCULUK” olarak da tanımladığım sağlıklı yaşam sürecinde tabii ki “kader”in de mutlak bir payı vardır. Ne var ki kendi sağlığınızın yönetimini kendiniz elinize aldığınızda düşündüğünüzden daha kaliteli ve daha iyi bir hayatı kucaklayacağınız da net ve açıktır. Unutmayın: Yaşam da yaşlanmak da değiştirilebilir, şekillendirilebilir, iyileştirilebilir hatta manipüle bile edilebilir. Yeter ki siz o yolculuğu yaparken bilgili, samimi ve kararlı biri olun.
İYİ BİLGİ
GLUTATYON NOTLARI
1- Tek bir sigara bedeninizden en az 50 mg. C vitamini çalıyor.
2- Sigara içenlerde akciğerlerin glutatyon rezervi yüzde 70 azalıyor.
3- Alkol bilinen en tehlikeli glutatyon düşmanı olarak gösteriliyor. Tekrarlanan kullanımda doza bağlı olarak organlarımızın tamamının ama en çok da karaciğerimizin glutatyon rezervleri hızla azalıyor.