5 Kasım 2004
İlk cümle şöyle başlamalı.<br>Tom Cruise’u Collateral filminde mutlaka seyretmeli. Soğukkanlı bir kiralık katili -sıcakkanlı katil olur mu- olağanüstü bir performansla oynuyor. Keskin yüz hatları, gülmeye değil ciddiyete yakışan yüzü bu roldeki başarısının nedenleri, ki bu yüz evvelden Top Gun, Kokteyl, Yağmur Adam gibi filmlerde sempatikliğiyle beğeni kazanmıştı.
Jamie Fox’un da ezilmediğini, Michael Mann’ın başarılı bir yönetmen olduğunu belirtmek gerekir.
Taksi şoförlerinin başından bir sürü macera geçer, birçok filmde de bunu görmüşsünüzdür. Konu açısından klasik bir senaryo.
Bir taksi şoförü, tesadüfen arabaya binen ilk yolcusu bir savcı ve ikinci yolcusu bir kiralık katil.
Hayat mı, kader mi, rastlantı mı, hepsinin yolları kesişiyor.
Bildiğimiz veya alıştığımız bir konudan nefes nefese seyredeceğimiz bir film çıkmış ortaya.
Hele bitimine yakın sahneler gerilimi en üst düzeyde tutuyor.
İnsan hayatı söz konusu olunca soğukkanlı oluyor, taksi şoförünün olduğu gibi. Çünkü işin ucunda ölüm olduğundan bir açıdan yataklık ediyor, bir açıdan ona yardımcı oluyor, bir açıdan da korku yüzünden, kendi canını kurtarmak için bunları yapıyor.
Sonucu önceden kestirmek mümkün mü?
Bilemiyorum ama başta bir kadın savcı ortaya çıkınca, ardından da bir kiralık katil aynı taksiye binince, insan oyunun sonuna kadar mutlaka bir buluşma, bir karşılaşma, bir çakışma olacağını düşünüyor.
Ama buna rağmen karşılaşma biçimini kestirmek mümkün değil, bu açıdan düğüm iyi kurulmuş.
Collateral, gerilim filmlerini seven benim gibi seyirciler için görülecek bir yapım.
Hele Tom Cruise oynuyorsa.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2004
İHTİYAR DELİKANLI’yı (Old Boy) izlerken (yer yer aşırı şiddet sahnelerine rağmen), intikamın, öç almanın ardındaki felsefeye yoğunlaşırsanız, iyi bir film seyrettiğinizin farkına varırsınız. Bir yere kapatıldığınızda geçen yılları nasıl anlarsınız? Televizyondan başka dış dünya ile temasınız olmadığında yapacağınız tek şey, her günü derinize kazımaktır, kanla ödediğinizin öcünü ancak kanla alırsınız. Bedeninizde çetele tutmak nedir, bunu görüyorsunuz.
Gerçekle masal arasında gidip gelmeler, tempolu gerilim, ağır bir filmi seyredilir kılıyor.
Oh Dae-Su’nun söylediği bir söz sanırım filmin bütün felsefesini özetliyor:
‘Dünyada herkesle birlikte gülersiniz ama yalnız ağlarsınız.’
Dae-Su’nun sarhoşluktan karakola düştüğü anın görüntüleri, oradaki konuşmalar filmin ilgi çekici bölümlerinden biri. Oradaki insan manzaraları, seyredilmeye değer.
On beş yıl hapisten sonra serbest kalan -bırakılan- birinin ilk cümlesi elbette böyle olacaktır.
Dünya büyük bir hapishanedir.
İnsan ilişkilerinin, aşkın, cinselliğin bilinçteki bütün tezahürleri İhtiyar Delikanlı’da başarıyla sergileniyor. Okul günlerinden kalma duygular, tortular hayatın belirleyici unsurlarını oluşturuyor. Kötü bir tohumun yeşermesi gibi.
Dikkatli ve kaliteli bir seyirci için kaliteli bir film.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2004
MEDUSA DARBESİ, bir Robert Ludlum romanından sinemaya uyarlama, polisiye-macera filmi. Bestseller gerilim romanlarının öğelerini bilenler, bu filmde de nelerin olduğunu tahmin edeceklerdir. Bourne (Matt Damon) bir CIA özel birimi eski görevlisi. Ona daha sonra pişmanlık duyacağı cinayetleri işlettiler, soğuk savaş döneminde durumu leyhe çevirecek işler yaptırdılar. Ve sonra da hafıza kaybına uğratıp başka ad verdiler.
Tabii böyle bir durumda işin içine muhakkak çıkar ilişkileri ve perde arkası olaylar da girecektir. Bütün bu düğümün çözülmemesi, işlerin açığa çıkmaması için yapılacak tek iş, onu ortadan kaldırmaktır.
Çünkü CIA’dan para alıp kendi zimmetine geçirenler, bu parayla vurgun yapıp zengin olanlar, onun ortadan kaldırılmasıyla planlarını tam olarak başarıya ulaştırmış olacaktır.
Ancak Bourne, ısrarla, mücadeleyle gerçeği ortaya çıkaracak, elbette bütün bunları yapanları cezalandırarak köşeye kıstıracak. Her ne kadar onun asıl amacı hatırlayamadığı geçmişini öğrenebilmek olsa da...
Artık hiçbirini öldürmeyecek, ölenler kendi kendini cezalandırmak için bunu yapacaklar.
Casusluk, birçok memlekette geçen serüven, Amerika’dan Berlin’e, Hindistan’a, oradan Moskova’ya uzanan geniş bir sinema coğrafyası.
Her an kahramanın yakalanma ihtimalinin sinirleri gerdiği bir tempo. İnsanda Süperman düşüncesi uyandırmayacak koşuşturma sahneleri ve özellikle finalindeki beni etkileyen otomobil sahnesi, diğer izleyicileri de etkileyecektir.
Matt Damon’ın oyununu da hesaba katarsanız tek kelimeyle seyredilecekler arasında olması gereken bir film yargısı abartı olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2004
Gerilim filmlerini severim ama bir kusurları vardır, hepsi birbirini hatırlatır, birbirlerinden ufak farklarla ayrılırlar. Gazap Ateşi’ni seyrederken de aynı duyguları yaşadım.
Yoksa haksızlık mı ediyorum. Denzel Washington’un temiz oyununu yok mu sayıyorum. Bunun haricinde yönetmen Tonny Scott aslında bize iki ayrı film seyrettiriyor, ilk bölümde psikolojik yönü daha ağır basan ve kısmen durağan, ne zaman ne olacak diye sorduran bir film. İkinci bölümde ise ardı ardına koşuşturma sahnelerinin, izleyenin nefes düzenini etkileyen sahnelerin olduğu bir film.
Çoçuk kaçırma çeteleri ile ilgili mutlaka bir film görmüşsünüzdür, acımasız öldürmeler bu filmlerde ortalığı kan gölüne çevirir. Alışılmış filmlerde başroldeki kahramanımız olayı halleder ve mutlu sonla perde kararır.
Gazap Ateşi’nin önemli bir farkı, bu klasik çizgiyi izlememesi. Çünkü koruduğu çocukla koruma arasında duygusal bir bağ oluşunca, işlerin seyri değişiyor.
Koruma bir öç alma zincirinden sonra öldürüldü sanılan çocuğu kurtarıyor ama neyin pahasına... Kendi hayatı pahasına. Çocuk yaşayacak ama o ölecek. Hayatın anlamını yitirdiğini düşünen bir adam ucunda ölüm de olsa bu anlamı buluyor.
Meksika’da geçer çoğu yasa dışı filmler, nedense kanunsuzluğu işleyen filmlerin doğal platosu orasıdır. Hatta Amerika’dan kaçan suçluların cenneti de orasıdır.
Gazap Ateşi’nde çocukları kaçıran çetenin en esaslı üyeleri polistir. Çünkü orada her şey kokuşmuştur.
Bütün bunların ötesinde şiddetin estetiği gene de seyirciyi çekiyor. Yönetmenin kamera oyunları bu estetiği daha başarılı bir şekilde sağlıyor.
Denzel Washington oyunculuğuyla başarılı, türü sevenler de beğenecektir.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2004
Yaşlı bir adam. Türkiye’den Paris’e göçen Mösyö İbrahim. Kur’an’da okudukları, hayata tahammülü öğretmiş. Bir de iyilikseverliği. Yetişme çağında bir çocuk. Babasıyla yaşıyor. Annesi büyük kardeşiyle onları bırakıp gitmiş. Cinselliğin ilk uyanışları ile babasıyla yaşadığı mutsuzluğun döküldüğü bir nehir, İbrahim.
Yaşlı bir adamla, ergenlik çağındaki bir çocuğun dostlukları hem karmaşıktır hem de sevimli.
Momo’nun (çocuğun adı) bir gün gelip beni evlat edinir misin, sorusuna İbrahim’in verdiği yanıt, hemen yarın olur.
Batı’nın hay huyundaki yaşama biçimi ile, doğunun yavaş, ritmi düşük hayatı arasında gidip gelen bir seyahat.
Yalnız insanların birbirini bulması, yaşama felsefelerinin, yüzyılın düşünce akımlarının çok işlediği bir konu.
Mosyö İbrahim ve Kur’an Çiçekleri; bir dostluğun içindeki kutsal motifleri de ön plana çıkarıyor. Türkiye sınırları içinde semazenlerden görüntüler, cami, kilise ziyaretleri, Yahudi Momo’nun dünyasında bir ruh yolculuğuna çıkarıyor.
Ömer Şerif’in sevimli ve yumuşak oyunu etkileyici.
İnsan ilişkilerine bakışıyla seyredilmesi gereken bir film.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2004
Yönetmen Steven Spielberg ile Oscarlı aktör Tom Hanks gene birlikte. Başarılı mı sorusunu sormak abes olur. Hanks oyunculuğu ile Forest Gump’a göz kırpıyor, filmin duygusal tarafı da gene aynı filme şapka çıkarıyor. Gerçek bir yaşam öyküsünden sinemaya uyarlanan filmin kahramanı, bir havaalanında yaşıyor.
Amerikan topraklarına indiği anda, ülkesinde yönetimin değişmesi ve Amerikan devletinin yeni yönetimi tanımaması sebebiyle bir türlü içeri giremiyor, bundan sonra ise hayatı terminalde geçiyor.
Tom Hanks’in oyunculuk yeteneği de milyonun ortasında kalmış bir yabancıyı canlandırırken belirginlik kazanıyor.
Zorunluluk, insana çok şey öğretir, imkansızı mümkün kılar.
Hanks de, Rusça-İngilizce şehir rehberinden İngilizce’yi öğreniyor.
Bir İsviçre çakısı ile kendine harikalar yaratıyor, banklardan yatak yapıyor.
Havaalanı mensupları da ona alışıyorlar, sempati gösteriyorlar, hatta sempatiden de ötesi, bir Rus’un ilaçları dışarı çıkarabilmesi için yaptığı yardım sonrası bir havaalanı fenomenine dönüyor. Bunda bölge müdürünün de katkısı var. Müdürün iktidar kaygısı ise kahramanımızın insan yönünü, ondan öğrenebileceklerimizi gösteriyor.
Bütün bunlara neden tahammül ediyor kahraman?
Çünkü ölen babasının sevdiği caz orkestrasının saksofoncusundan imza alarak seriyi tamamlamak istiyor. Yalnızca imza...
Bir türlü şehre giremiyor, müsaade, izin alamıyor.
Ne var ki sevdiği erkeği bekleyen hostes Catherine Zeta Jones, ona bir günlük özel izin alıyor. Havaalanı mensupları şehre giden sevimli terminal sakinine armağanlar veriyor. Polis şefi ve bölge müdürü de ona olan hislerini artık gizleyemiyorlar.
Şehre inip babasına verdiği sözü tutuyor, gerekirse bir ömür boyunca bekleyeceği imzayı alıyor.
Final ise, sinemanın ‘dahi çocuğu’ Spielberg finali, gene Forest Gump’ı çağrıştıracak güzellikte ve yoruma açık bir yönde.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2004
MICHAEL MOORE’un Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan Fahrenheit 9/11’ini seyrettim. Ustaca kotarılmış bir belgesel. Birkaç açıdan değerlendirilebilir. Savaş aleyhtarı, Bush aleyhtarı, ırkçılık aleyhtarı, Amerika aleyhtarı.
Hangisinin üzerine bu belgeseli temellendirmiş diye sorarsanız, Bush aleyhtarlığı diye özetleyebilirim.
Moore’un Cannes’da ödül almasını da bu gerekçeye bağlıyorum. Avrupalılar, son siyasi trendi, modayı sanata bulaştırmışlar ve bu ödülü vermişler.
Tabii böyle söyleyerek filmi de harcamamak gerekir. Hiç kuşkusuz Amerika’nın korkutucu, sindirici yüzünü gösterme açısından başarılı.
Zencileri, işsizleri orduya alıp, onları Irak’a sevk etmenin acımasızlığını da iyi yansıtmış. Üstelik, senatörlerden, temsilcilerden hiç kimsenin (kim olduğunu bilmiyoruz ama biri hariç!) oğlunun Irak’a gönderilmediğinin altını da çiziyor.
Onların peşine düşüp, broşür dağıtma sahneleri gerçekten trajik. Özellikle ilk başta gururla, öldürdüğü insanlardan bahseden askerlerin, ilerleyen zamanda savaşın hálá bitmemesinden mustarip bir halde konuşması işin gerçek yüzünü daha iyi ortaya koyuyor. 11 Eylül’den sonra pek çok kişi bu işin arkasında kimler var diye sorarken, olayın düzmece olduğunu söyleyenler de olmuştu. Anlaşılan Moore da onlardan birisi.
Tabii hükümetin silahlar konusundaki aldatıcılığı da, Irak konusundaki korkutucu iddiaların ispatlanamaması da, Fahrenheit 9/11’i güçlendiriyor. Moore, oldukça titiz bir arşiv araştırması yapmış film için, görüntüler ve tam zamanında yapılan montaj kurgusu ile film insanı oldukça etkiliyor. Iraklı bir kadının hemen ardından Britney Spears’ın konuşması Bush’u kimlerin desteklediğini (!) bizlere gösteriyor.
Sanatın tanıklık yanını kullanıyor Moore. Bence bütün bu iddialara rağmen seyredilmesi gerekir.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2004
Hiç kuşkusuz bir çok dedektif filmi seyretmişsinizdir. Bu dedektif bildiğiniz dedektiflere benzemiyor. İnsanüstü özelliklere sahip bedeni de ruhu da.
Hellboy.
Dedektifimiz aslında ünlü bir çizgi romanın beyaz perdeye uyarlanması; ama hem çizgi romanı hem de filmi pek çok farklı özelliklere sahip. Serüvenlerini sinemadan önce takip edenler bilirler ki, Hellboy çizgi romanı pek çok kültürel malzemeden de beslenmektedir. Bu filme de yansımış durumda.
Kutsal Kitap’tan, özellikle Tevrat’tan bazı öykülere göndermelerde bulunuyor, iyilik, adalet, kaba güç gibi simgesel kavramların, hayal dünyasındaki bilinçaltı çukurlarındaki ahvalini bugüne getiriyor.
Nazi lideri Hitler’in çılgın fikirlerinden birine Rasputin’in işbirliği yapması ile başlayan macera sonuna kadar, doğaüstü olaylarla ilerliyor. Çizgi romanda olduğu gibi filmde de, yönetmen Guillermo del Toro, insanlık tarihinde fantastikle gerçek olanın nasıl birbiri içine geçtiğini gösteriyor.
Çizgi romanındaki kültürel malzemenin dikkat çekici olduğunu söylemiştik, film için özellikle belirtmekte fayda gördüğüm bir husus var. Alışık olduğumuz, macera-çizgi romandan uyarlama filmlerde pek önem verilmeyen, görüntülere, fotoğraflara Hellboy’da epey rastlıyoruz ve bu da onun diğer kahramanlar arasındaki farkını ortaya koymaya yetiyor. Ayrıca, kırmızı, kaslı, boynuzlu ve kuyruklu bir ucube için fazla entelektüel bir odası var, kitaplığı gene dikkat çeken hususlardan birisi.
Film içindeki koşuşturmanın arasında, karşılaştığımız küçük espriler ise uyarlamanın başarısını bize göstermekte.
Naziler, Rasputin, karabüyü, bilim. Hepsinin karışımı bir dünyanın içinde buluyor seyirci kendini.
Ayrıca Hellboy’u tanımayanlara veya beyaz perdede tanışacak olanlara söylemeliyim ki ödüllü çizgi romanın dilimizde de çevirileri mevcut ve üç macerası, devam filmi olursa ikinci ve üçüncüde neler olacağına dair ipuçları taşıyan cinsten.
Yazının Devamını Oku