16 Nisan 2004
Bu hafta size belli bir filmden söz etmeyeceğiz, çünkü o filmleri ya gördünüz ya da görebileceksiniz. Nasıl olsa vizyondalar. Bugün saati uymasa, vakit bulamasanız bile bir başka gün gidebilirsiniz. Oysa Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde görme şansına sadece bir kez sahip olacağınız o kadar çok film var ki...
Pek çoğunun vizyona girme şansı yok. Dünyanın dört bir yanından gelen filmler çoğu. Amerikan sinemasıyla sınırlanıp kalmış zevk sıkalanızı ancak bu tür festivaller sayesinde çeşitlendirebilirsiniz.
Gelecek hafta ünlü yönetmen Ken Russell geliyor, Boğaziçi Üniversitesi’nde de bir konuşma yapacak. Bence bu sinema severler için büyük bir fırsat.
Ulusal ve uluslararası yarışma kapsamında gösterilen filmleri mutlaka izleyin. Hadi hepsini izleyemediniz diyelim, bence bir dahaki hafta sonu gösterilecek olan birincileri kaçırmamak gerekiyor.
Ustalara Saygı bölümü özellikle ilgi çekici. Çünkü sevdiğiniz bir yönetmenin bütün filmlerini bir arada görme şansınız var.
Hem filmleri birbiri ardına izleyerek de o yönetmenin sanatındaki, filmografisindeki gelişmeyi izliyorsunuz.
Dünyanın dört bir yanındaki yarışmalardan ödül almış filmleri seyrederken de, niçin ödül verildiğini, belki ödül kurumunun ölçütlerini çıkarsamak mümkün.
Evet, festivalin son haftasına giriyoruz. Bu şansı kaçırmanızı istemem doğrusu.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2004
Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi, gösterime girdiği ülkelerde pek çok yönden tartışıldı. En çok tartışılan da filmin tarihi gerçeğe uygun olup olmadığıydı. Bu konuyu dinler tarihi konusunda uzmanlaşmış kişilere bırakıyorum. Pek çok dini tartışma gibi bunun sonunun geleceğine de inanmıyorum zaten.
Film Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son 12 saatini anlatıyor. Yani yakalanıp yargılanması ve ardından çarmıha gerilerek tanrısına kavuşmasına kadar geçen süreyi aktarıyor.
Filmdeki pek çok geriye dönüşü ve hatırlatmayı anlamak için en azından Hıristiyanlık hakkında epeyce bir bilgi sahibi olmak gerekiyor. Çünkü göndermeler hayli simgesel.
Maria Magdelena’yı kurtarışı, havarileriyle konuşmaları, valinin karısının yardımları... Bütün bunların hikayelerini bilmek gerekiyor o sahneleri anlamak için.
Film 16 yaşından küçüklere gayet haklı bir gerekçeyle yasaklanmış. Hz. İsa’nın nasıl çile çektirilerek öldürüldüğünü öyle bir anlatmış ki Gibson, insanın içinin kalkmaması ve filmin sonuna kadar dayanması mucize.
O çileyi adeta seyircisine de çektirerek ortak ediyor filme.
Prodüksiyon olarak inanılmaz zayıf bir film. Adeta bir işkence belgeseli.
Filmin Amerika’daki ilk gösteriminde hasılat rekoru kırmasının anlamını düşünmek gerekiyor. En azından Gibson’ın niyetini anlamak için.
Evet, filmin içeriğini tartışmanın dışında bıraktıktan sonra üzerine çok fazla söylenecek bir şey kalmıyor geride. Hele sinemasal olarak da bir şey ifade etmediği düşünülürse.
Hz. İsa’nın son 12 saatinin nasıl geçtiğini ve kendisine ne kadar eziyet edildiğini merak ediyorsanız izleyebilirseniz.
Tabii bir de o çileye ortak olmak istiyorsanız.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2004
Bernardo Bertolucci’nin yeni filmi Düşler, Tutkular ve Suçlar’ını izlemeden önce beklentilerim çok farklıydı. Buna ister medyanın şartlandırması deyin ister benim kişisel Bertolucci saplantım. Ama beklediğimi bulamadığımı daha yazının başında peşin peşin söyleyeyim.
Önce beklentime geleyim.
Filmin 68 haraketinin başkenti Paris’te geçtiği biliniyordu. Siyasal ve cinsel devrimin gençlik arasında büyük bir hızla yayıldığı ve kabul gördüğü yıllar.
O yılların bir tahlili olabilirdi.
Ama filmde bulduğum siyasal ve cinsel devrim yıllarından, sadece cinselliğin keşfi oldu. Politik Paris atmosferi bir dekordan öteye asla geçemiyor filmde.
Kısaca filmin konusuna gelince...
Sinema tutkunu üç gencin hikayesini anlatıyor yönetmen.
Fransız bir burjuva ailenin ikiz kız ve erkek çocukları ile Amerikalı bir öğrenci Fransız Sinemateki’nin kapatılması üzerine yapılan bir gösteride tanışıyorlar. Zaten eylem sahnesi filmin bir başında bir de sonunda var.
Amerikalı genci evlerine davet eden Fransız kardeşler daha sonra ailelerinin tatile gitmelerini fırsat bilerek beraber kalmaya karar veriyorlar.
Sinemanın siyah beyaz dünyası ile gerçek yaşam arasında kurdukları küçük evrenlerinde cinselliklerini keşfetme yolculuğuna çıkıyorlar bir ay süresince.
İkiz kardeşlerin ensestin sınırlarında dolaşan ilişkileri pek çok kişi için rahatsız edici olabilir. La Luna’yı düşününce Bertolucci’nin bu konuda bir takıntısının olduğu çıkıyor ortaya.
68’in cinsel devrimi nasıl gerçekleştirdiğini kendi penceresinden anlatıyor Bertolucci. Keşke politik devrim rüzgarının içine bir iki gönderme dışında sokabilseydi seyirciyi diye düşünmeden edemiyor insan.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2004
Yine bir kamyon, yine bir kaza ve ortaya dökülen gerçekler. Hiçbir şeyin, ister toplumsal ister kişisel, göründüğü gibi olmadığını ortaya çıkartıyor bu kamyon kazaları. Bu kez bir filmde yaşanıyor kaza ve toplumsal değil ama kişisel sırların ortaya çıkmasına neden oluyor.
Mustafa (Fikret Kuşkan) başarılı bir reklam şirketi yöneticisi. Karısı Ceren’i (Başak Köklükaya) bir trafik kazasında kaybediyor, bu kaza sırasında yalnız olmadığını öğreniyor. Ceren’in bir yıldır taksici sevgilisi Fikret’le (Nejat İşler) yasak aşk yaşadığını ortaya çıkartıyor bu kaza.
Mustafa da karısıyla ilgili gerçekleri öğrenmek için Fikret’i kaçırarak sorgulamaya başlıyor.
Seçkinci, yani beyaz yakalı biri Mustafa. Sıradan insanlara, zayıf olanlara tahammülü yok. Ama karısının kendisini aldattığı kişi kaderin bir cilvesi olarak nefret ettiği sınıftan biri.
Trajedilerle dolu filmin komedi öğesi de ikisinin diyaloglarından ortaya çıkıyor zaten.
Sorgulama zamanla Mustafa’nın kendi geçmişinde de arkeolojik bir kazı yapmasına doğru gidiyor.
Pek çok travmanın nedenini de öğreniyor bu şekilde izleyici.
Çağan Irmak her ne kadar kendisine ait olsa da zor bir senaryonun altına girmiş.
Bunun oldukça farkında ki, oyuncu seçiminin kendine büyük kolaylık sağlayacağını düşünerek isabetli kararlar vermiş.
Oyunculuklar, filmdeki karakterleri tam anlamıyla ortaya çıkartıyor, hatta altlarını kalın çizgilerle çiziyor.
Ancak Çağan Irmak o her şey kelimesine fazla yüklenmiş gibi geldi bana. O kadar çok olayı bir nefeste anlatmak istemiş ki, ayrıntılarla boğuşmakta sıkılıyor insan.
Yine de son dönemlerin içerik açısından en dolgun filmlerinden biri olduğunu söylemeliyim.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2004
Fatih Akın'ın Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan Duvara Karşı filminin yüzeysel bir yorumlama ile, Almanya’daki ikinci kuşağın uyumsuzluğunu anlattığı söylenebilir. Oysa filmin bu tanımlamayı aşan pek çok yönü var. Öne çıkan duygu varoluşlarını yargılayan iki insanın aşkı şiddette bulması.
Duvara Karşı’nın ilk karesinde smokinli sazcılar eşliğinde, 1930’ların havasını veren bir solistin şarkılarını dinledim.
Birdenbire Alain Robbe-Grillet’in L’Immortelle (Ölümsüz) filmini anımsadım. Onun da başında, İstanbul’da Yedikule Surları gözükürken, Müzeyyen Senar’ın söylediği ‘Oy farfara farfara’ tekrarlı şarkısı çalıyordu.
Cahit ile Sibel, sadece Almanya’da yaşadıkları için değil -bu da belirleyici bir unsur olmasına rağmen- yaradılıştan, kendisiyle ve toplumla uyuşmayan kimlikleri yüzünden tedirgin, diken üstünde bir hayat sürüyorlar.
Göstermelik evlilik, Sibel’i aile baskısından kurtaracaktır ama Cahit’te bir şeyi değiştirmeyecektir.
Ancak varoluşçu bir filozofun dediği gibi, iki yalnız, iki tedirgin kişi aşkı da birbirlerinde bulacaklardır. Her şeyde olduğu gibi şiddeti de bu aşkın içinde yaşıyorlar.
O ortamda, Fatih Akın şiddetin estetiğini başarıyla yaratmış. Yer yer melodrama düşecek konuları, bundan ustaca kurtarmış.
Bölümler arasında saz takımının çalması, seyirciyi hem önceki bölümden kurtarıyor hem de yeni bölüme hazırlıyor. Ondan da ötesi bir tür yabançılaştırma efektini de müzik üstleniyor.
Seçilen parçalar çok uygun zaten, genelde de müzik çok iyi seçilmiş, düzenlenmiş.
Duvara Karşı’da Birol Ünel’in üstün oyunculuğunu gözden kaçırmayın. Tutunamayanlar’dan biri olduğunu seyirciye öylesine iyi aktarıyor ki.
Gerçek tavır, sanatın süzgecinden geçip sinemaya yansıtıldığında etkileyiciliğini artırıyor.
Duvara Karşı, iyi, seyredilmesi gereken bir film.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2001
Bu haftaya <B>Angelina Jolie </B>haftası diyebiliriz. Tomb Raider'da Lara Croft rolüyle gözüpek güzel hayli hayran topluyor.
Ben onu zevkle seyrederken arkasından Günahkar (Original Sin) geldi.
Hiç kaçırır mıyım? Onu da seyrettim.
Bazı erkekler -yoksa hepsi mi- bir kadının çevresinde pervane gibi dolanıp mahvolmaya razı oluyorlar.
Antonio Banderas da Angeline Jolie'nin fırtınasına tutuldu mu, elde ne para kalıyor ne onur.
Cemal Süreya'yı anımsadım, ne diyordu aşığına: Onursuzunum senin.
Bence Banderas'ın durumunu bundan iyi ne anlatabilir ki? Sevdiği kadın katil, yalancı, kumarbaz, onu başkalarıyla aldatıyor. Onu da bunları yapmaya sürüklüyor...
* * *
Bence işin içine aşk girince bunların hepsi hoş görülüyor. Ne derseniz deyin, ben aşıktan yanayım.
Fahişe tipli kadınların tutkulu olanları bir aşık oldular mı pir olurlar.
Bana kalırsa, Jolie, Banderas'ı gerçekten sevdi.
Düzgün, sakin, istikrarlı bir hayatı olan bir adamın baştan çıkması yaşamının bütün dengelerini bozar.
İlgi çekicidir. Sakin, kıvrımsız bir hayatı sürdüren insanları anlatan filmleri çoğunluk tatsız buluyor.
Öyledir ama aykırıyı yaşamayandan da ne film çıkıyor ne roman.
Acaba aşktan kaçılmaz sözü biraz hafif mi kalıyor, öylesine bir şehveti yaşıyorlar ki, o şehvetin çekimi aşkı biraz daha somutlaştırıyor.
Sıcak kanlı bir film Günahkar. Gerek filmin fonundaki coğrafya, gerek yansıttığı tutkular, insan ilişkileri açısından seyirciyi beyazperdeye bağlıyor. Bu insanları tutkuyla seyrettiriyor.
Hiç kuşkusuz sonu biraz Alfred Hitchcock filmlerini hatırlatsa da Angelina Jolie için seyretmeğe değer.
Yazının Devamını Oku