MICHAEL MOORE’un Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan Fahrenheit 9/11’ini seyrettim.
Ustaca kotarılmış bir belgesel. Birkaç açıdan değerlendirilebilir. Savaş aleyhtarı, Bush aleyhtarı, ırkçılık aleyhtarı, Amerika aleyhtarı.
Hangisinin üzerine bu belgeseli temellendirmiş diye sorarsanız, Bush aleyhtarlığı diye özetleyebilirim.
Moore’un Cannes’da ödül almasını da bu gerekçeye bağlıyorum. Avrupalılar, son siyasi trendi, modayı sanata bulaştırmışlar ve bu ödülü vermişler.
Tabii böyle söyleyerek filmi de harcamamak gerekir. Hiç kuşkusuz Amerika’nın korkutucu, sindirici yüzünü gösterme açısından başarılı.
Zencileri, işsizleri orduya alıp, onları Irak’a sevk etmenin acımasızlığını da iyi yansıtmış. Üstelik, senatörlerden, temsilcilerden hiç kimsenin (kim olduğunu bilmiyoruz ama biri hariç!) oğlunun Irak’a gönderilmediğinin altını da çiziyor.
Onların peşine düşüp, broşür dağıtma sahneleri gerçekten trajik. Özellikle ilk başta gururla, öldürdüğü insanlardan bahseden askerlerin, ilerleyen zamanda savaşın hálá bitmemesinden mustarip bir halde konuşması işin gerçek yüzünü daha iyi ortaya koyuyor. 11 Eylül’den sonra pek çok kişi bu işin arkasında kimler var diye sorarken, olayın düzmece olduğunu söyleyenler de olmuştu. Anlaşılan Moore da onlardan birisi.
Tabii hükümetin silahlar konusundaki aldatıcılığı da, Irak konusundaki korkutucu iddiaların ispatlanamaması da, Fahrenheit 9/11’i güçlendiriyor. Moore, oldukça titiz bir arşiv araştırması yapmış film için, görüntüler ve tam zamanında yapılan montaj kurgusu ile film insanı oldukça etkiliyor. Iraklı bir kadının hemen ardından Britney Spears’ın konuşması Bush’u kimlerin desteklediğini (!) bizlere gösteriyor.
Sanatın tanıklık yanını kullanıyor Moore. Bence bütün bu iddialara rağmen seyredilmesi gerekir.