İşin kötü tarafı, bilmediklerini de bilmiyorlar. O yüzden sadece cehaletlerini değil, tutarsızlıklarını da teşhir ediyorlar.
Bu dediklerimizin en taze örneği olan Bayan Ria Oomen-Ruijten, verdiği son demeçle gösterdi neyi ne kadar bildiğini.
Bu “uzman” hanım Avrupa Birliği’nin “iğdiş” yasama organı Avrupa Parlamentosu’na her yıl “Türkiye” hakkında bir rapor sunmakla görevli.
Geçen iki yılki raporları dengeliydi. Türkiye’yi bilmese bile, doğru bilenlere kulak verdiği raporlarından anlaşılıyordu.
Sadece “yargı” üzerinden örnek verelim:
Geçen yıl “Türkiye’de birçok sorunun yargının iyi işlememesinden kaynaklandığını” ileri sürüyordu.
Doğrudur. Bizzat Yargıtay Birinci Başkanı ve Danıştay Birinci Başkanı gibi, yargı sisteminin en üst noktasına ulaşmış yargıçlar da her yıl, yargının neden “iyi işleyemediğini” kendilerini dinlemeye gelen Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve öteki Bakanlara tane tane anlatırlar. Ama, tören bittikten sonra çözüm için tek adım atılmadığına tanık olurlar.
Bu arada -Yüksek Mahkemeler dışında- “yargının bağımsız olmadığını” da tekrar tekrar söylerler.
Dışarıdan Avrupa Birliği, içeriden özellikle bugünkü siyasi iktidar, el ele verdiler. Türkiye’nin bütünlüğünü koruyan ne kadar kurum varsa, üstüne gittiler. Ne kadar kavram varsa, çürütmek için kampanya açtılar. Bu ulusun mensubu olmaktan mutluluk duyan insanları, “Uyuma! Sen aslında Türk değilsin” türü tahriklerle -ve para desteği verip yayın yaptırarak- kışkırttılar.
Son olarak da Alevilerin adının hiç geçmediği, onların hiçbir şekilde eleştirilmediği bir siyasi konuşmayı istismara başladılar.
Alevileri var saymaya bile tahammül edemeyenler şimdi onları baş tacı etmeye kalkınca hesap ortaya döküldü:
Önce CHP Genel Başkanı Deniz Baykal oyunu deşifre etti. Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Alevilerden sana hayır yok. Başka kapıya!” şeklinde, kötü üsluplu bir çıkış yapınca Erdoğan’ın bir yardımcısı “Alevilerin kimsenin arka bahçesi olmadığını” söyledi.
Doğrudur. Aleviler gerçekten kimsenin arka bahçesi değildir. “Onlar -gerçekten- akıl iz’an sahibi”dir.
Nitekim geçmiş seçimlerin sonuçlarını dikkatle inceleyen herkes, Alevilerin hiçbir partiyi “blok” halinde desteklemediğini görür. Çünkü Aleviler “cemaat” baskısıyla değil, akıllarının gösterdiği doğrultu ne ise o yönde oy kullanırlar. Bu onların kültürünün de gereğidir.
Alevilerin sadece “demokrasi tarihimiz” içindeki yerleri değil, Kurtuluş Savaşımız ve Devrimler Türkiye’si dönemindeki tutumları da onların “akıl ve iz’anla” hareket ettiklerini göstermektedir. Nitekim Aleviler, Türkiye’nin uluslaşma sürecinin belki de en önemli unsurudur.
Modern Türkiye’nin çağdaşlaşma yönündeki tüm hamlelerinin toplum tarafından benimsenmesi ve -tüm ihanet kampanyalarına rağmen- bugüne kadar ayakta kalması, büyük çapta Alevilerin desteğiyle mümkün olmuştur.
Nitekim dün tüm Türkiye’de öyle oldu:
Kamu çalışanlarının yıllardır talep edip de alamadığı “grev ve toplu iş sözleşmesi yapma hakkı”nı tanımamakta ısrar ederseniz, gün gelir, sizin yanınızda gibi görünen sendikaları da karşınızda bulursunuz.
Dün bunun örneği yaşandı. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ile Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu’nun (Kamu-Sen) çağrısına uyan pek çok sendika, sayılamayacak kadar çok kamu görevlisinin gücünü gösteren bir “uyarı eylemi” gerçekleştirdiler.
Kamu-Sen bu eyleme 2 milyondan fazla emekçinin katıldığını açıkladı.
Gerçekten Hakkari, Afyonkarahisar, Malatya, Edirne, Hatay, İzmir, Bilecik, Adana, Kars, Kocaeli, Elazığ, Tekirdağ, Ağrı, Mersin, Zonguldak, İstanbul, Çanakkale, Ankara, Tokat, Konya, Bitlis, Kırklareli dahil yurdun her tarafından birbiri ardına gelen “uyarı eylemi” daha doğrusu “iş bırakma” haberlerini okuyunca ve fotoğrafları görünce edinilen izlenim bu rakamın doğru olduğunu düşündürmekteydi.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ağzı kalabalık bir Genel Başkan Yardımcısı’nın dün:
“Kamu çalışanları vatandaşın günlük hayatını ıstıraba dönüştürme hakkına sahip değildir. Trenleri durdurup, insanların oradan yollarına devam etmelerini engellemek, trenlerin çalışmasını engellemek, sağlık kurumlarında vatandaşın sağlığının olumsuz etkilenmesi için bazı girişimlerde bulunmak, öğrencilerin okula gitmesinin önüne engel koymak, kamu sendikacılığı anlayışıyla bağdaşmamaktadır” dediği bildiriliyor.
Tamam, vatandaşın günlük hayatını ıstıraba dönüştürmek elbette kimsenin hakkı değildir.
Son olarak İzmir’de yaşandı. Belli ki olağan koşullarda hiç de sorun teşkil etmeyebilecek olan bir “gösteri yürüyüşü”, 4’ü polis memuru olmak üzere 11 kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
İzmir’e gelen Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk’ü karşılayan parti konvoyundakilerden bazılarının konvoydaki çocuklara PKK üniforması giydirmeleri ve PKK’yı simgeleyen bez parçalarını sallamaları tepkiye yol açmıştı.
Nitekim konvoyun geçtiği yol üzerindeki evlere hemen Türk bayrakları asıldı. Arada birkaç taşkın da konvoya taş atınca ortalık karıştı.
Çünkü toplum, bir kibrit çakılırsa parlayacak noktaya gelmişti.
İşin vahimi, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün ağzının yarısıyla “kardeşlikten” söz edip öteki yarısıyla “misilleme” tehdidinde bulunmasıdır.
Böyle bir yaklaşımın doğuracağı sonuçları Ahmet Türk’ün görmemesi mümkün değil. Buna rağmen o sözleri söylemesi için bir insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekir.
Ama sorunun özü, o sözler değil bu çok tehlikeli gidişi iktidarın engellememesi veya engelleyememesidir.
Tehlikeli noktaya bir günde gelmediğimizi bilelim:
Galiba önceki gündü. Bir gazete, kendisinin tüm öteki gazeteleri atlatarak verdiği haberin, ertesi gün veya bir sonraki gün, başka bazı gazetelerde yer almamasını nerdeyse ağır bir suçmuş gibi sunuyordu.
Bizim bildiğimiz gazetecilikte başkalarını “atlatma” yani onlarda bulunmayan bir haberi verme, iyidir, başarıdır. Gazeteci bu başarısıyla iftihar eder. Onunla da kalmaz. Yeni atlatmaların ardına düşer. Bulursa yeni başarısı nedeniyle tekrar mutlu olur.
Zaten gazeteciliğin en keyifli tarafı da budur.
Ama bu keyif, başkalarını “Sen neden o haberi alıp yayımlamıyorsun?” suçlamasına yol açmaz.
Sen yayımlarsın, ben yayımlamam.
Sana ne?
Bizim bildiğimiz “demokrat”lığın temel ölçüsü, başkalarını kendi tercihlerinde serbest bırakmaktır.
Hayır! Bunlar gibi düşünmezsen, “darbeci”sin. Bunların korosuna katılmazsan, en azından “ulusalcı” (keşke onlar da ulusalcı olsa) yahut “postal yalayıcı” sayılıyorsun.
Menderes o dönemi bilmiyor muydu?
Elbet biliyordu. Zaten kendisi de o dönemin bir parçasıydı. Ama konuşurken “1919-1938 dönemi”nin özelliğini dikkate alırdı.
O nedenle de “devletine karşı isyan ettiği için yargılanıp idama mahkûm olmuş” hiç kimsenin -örneğin Dersim isyanını başlatan Seyit Rıza’nın- savunuculuğuna soyunmamıştı.
Oysa bugün bakıyoruz, Seyit Rıza’nın idam hükmü infaz edilmeden önce söylediği sözleri “benimseyerek” kamuoyu önünde tekrarlayan bir Başbakanımız var. Nitekim AKP’nin Ankara’daki toplantısında önceki gün, “Evlad-ı Kerbelayız, ayıptır, zulümdür, günahtır diyenlere yapılan Kerbela muamelesini Meclis kürsüsüne taşımak, millet ve insan sevgisiyle nasıl bağdaşır?” dediği bildiriliyor.
“Başbakan” unvanını taşıyan bir kimsenin temel görevi, Başbakan’ı olduğu devletin temel kurumlarını savunmak değil midir?
Tamam... Örneğin mahkemelerin verdiği bazı mahkûmiyet kararlarına katılmayabilir. Ama kafasında “zerre kadar” hukuk nosyonu olan bir Başbakan, onların haksız olduğu yeni bir mahkeme kararıyla ortaya çıkıncaya kadar beklemeye mecburdur.
Oysa bizimki ne yapıyor?
Hükmettiği yöredeki istediği insanı cezalandıran, yörenin ahalisinden istediği gibi vergi ve asker toplayan, devlet otoritesini hiçbir şekilde tanımayan hatta devleti o yöreye sokmayan; dahası, yöredeki jandarma karakolunu basıp bütün askerleri şehit eden bir isyancının avukatlığını üstleniyor.
Basın Yayın Genel Müdürlüğü gazeteciler için özel kurumlardan indirimli fiyat sağlamış.
Genel Müdürlük, “Sarı Basın Kartı’nın işlevini artırmak” amacıyla yaptığı çalışmalar bağlamında bu kartı taşıyan gazetecilere, bir turizm firmasından yüzde 50, diğerinden yüzde 25, üçüncüsünden yüzde 20, bir giyim firmasından yüzde 30, bir restorandan yüzde 20, bir büyük Holdingin ürettiği bazı ürünlerden yüzde 6,5 diğer birkaç kuruluştan da buna benzer indirimli tarifeyle hizmet veya mal alma olanağı sağlamış.
Baştan belirtelim:
İnsanların maddi çıkarlarını koruyucu kurallar koyanlar, olanaklar sağlayanlar haklı olarak beğeni ve takdir toplarlar. Hele siz bir kesime “imtiyazlı” olduğunu hissettirirseniz, o kesim nezdindeki itibarınız çok artar.
Bunda, kendisine imtiyaz sağlanan kişileri eleştirecek hiçbir şey yoktur.
Dahası, böyle bir indirimi o kesim mensuplarının derneği yahut sendikası kendi üyelerine sağlasa, ona da diyecek lafımız olmaz.
Çünkü öyle bir indirim, ilgili tarafların eşit koşullarda yaptığı anlaşmanın ürünü olur. Oysa burada devlet adına bir vesayet söz konusu.
Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü
Arkadaşımız Nuray Babacan, konuyla ilgili yasa tasarısının Meclis’e gönderildiğini bildiriyor.
Bilirsiniz bizim siyasi iktidarlar “seçim” ile ilgili yasal düzenlemeleri, bir seçimin hemen ardından yani zihinlerde o seçimde görülen aksaklıklar taze iken yapmazlar. Çünkü öyle bir düzenleme sadece iktidarı elinde tutan partinin değil, demokratik rejimin yararına olur. Oysa iktidardakilerin derdi, yasayı seçime gidilecek sürecin en son aylarında çıkarıp rakiplerini zora sokmaktır.
Aylarında diyoruz çünkü en az bir yıl önce yürürlüğe girmemiş bir yasayı o seçimde uygulayamazsınız.
Nuray Babacan’ın verdiği haberin bu gözlemimizle çeliştiğini sanmayın. Bu “milletvekili” seçimiyle ilgili değil. O nedenle biz genel seçimle yasa değişikliklerinin önümüzdeki bahar aylarında yapılacağını tahmin ediyoruz.
Tamam o zaman yapılsın da, hiç değilse oylama sonuçlarını belirleme sürecini herkesin kolayca denetleyebileceği bir saydamlığa kavuştursun. Ama doğrusu sanmıyoruz.
Keza, milletvekili adaylarının saptanmasını parti liderlerinin iki dudağı arasından alıp o partinin örgütü (veya üyeleri) tarafından belirleme olanağı veren bir yasa değişikliğini de bugünkü siyasi liderlerden beklemiyoruz. Çünkü bu liderlerden hiçbirinin o kadar “demokrat” olduğunu söyleyemiyoruz.
Bununla birlikte Nuray Babacan, bu sütunda taa 1986’dan beri savunduğumuz “seçim giderlerinin kaynağı ve masraf”la ilgili bir düzenlemenin getirileceğini bildiriyor. Böylece “seçim hesaplarının saydamlaşmasının” öngörüldüğü anlaşılıyor.
Anladığımız yanlış değilse, adayın hem kendi kaynağının miktarını hem de ona destek verenlerin kimliklerini ve bağış miktarlarını herkesin öğrenmesi sağlanacakmış.