Ama onların isimleri hâlâ, olayları bilenler arasında saygı ile anılıyor.
Şimdi bu iktidar da, kurumsal olarak askeri, medyayı, bürokrasiyi, Atatürkçü sivil toplum kuruluşlarını, üniversiteyi, yargıyı, iş dünyasını sindirme kampanyası yetmiyormuş gibi, son olarak tek tek yargıçlar üzerinde baskı uygulamaya başladı.
Hoş Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, şehitlerden söz ederken “kelle” dediği için “3 kuruş” para cezasına mahkûm eden Kartal İkinci Sulh Hukuk Hâkimi Sevgi Övüç’e “haddini bildirmek” için soruşturma açtıran da bu iktidarın -şimdi TBMM Başkanı olan- Adalet Bakanı değil miydi?
Sevgi Övüç’ün suçu, dava ile ilgili kararı yazmayı -personel yetersizliği nedeniyle- geciktirmiş olmasıydı.
Gerçi o sonra “beraat” etti, ama maksat zaten “Başbakan’ı üzeni de biz üzeriz” mesajını tüm yargı mensuplarına vermek ve “ayaklarını denk almalarını” sağlamaktı.
Şimdi de Adalet Bakanlığı müfettişleri, Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz’ın “meslekten ihracı” gerektiğini bildiren bir raporu Bakan’a sunmuşlar.
Bundan sonrasını Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) belirleyecek.
HSYK
Bunun son örneğini, bu pazartesi günü İslam Ekonomik ve Ticari Daimi Komitesi’nin İstanbul’da yapacağı toplantıya katılacak olan Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir sayesinde bir kere daha yaşayacağız.
Bir kere daha diyoruz. Çünkü bu zatın daha önce de Türkiye’ye iki ziyareti oldu. O sırada gerçi, şimdiki gibi “savaş suçu ve insanlığa karşı suç” işlemiş olduğu iddiasıyla hakkında çıkarılmış bir “tutuklama” kararı yoktu.
Ama ülkesinin Batısındaki Darfur bölgesinde yaşayan, Afrika kökenli üç büyük kabileye karşı en hafif deyimle “etnik temizlik” suçu işlediği yaygın şekilde konuşuluyordu.
Kendisine sorarsanız, onun bu olaylarla bir ilgisi yoktu çünkü Darfur’daki masum insanları Cancavid diye bilinen -daha çok Sudan’ın Arap kökenli insanlarından oluşmuş- silahlı bir milis grup öldürüyordu.
Oysa Cancavid haydutlarını Sudan hükümetinin desteklediğini bilmeyen yoktu.
Kadın, çocuk, yaşlı kaç yüz bin insanın öldüğü, kaç milyonun yerinden olduğu hâlâ bilinemeyen bu facianın asıl sebebi, Darfur’daki zenginliği ele geçirmekti.
İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’deki kadın, çocuk ve yaşlıları öldürdü diye -haklı olarak- isyan eden Başbakan Tayyip Erdoğan işte bu kişiyi, devlet töreniyle ağırlayacak.
Daha önce bu konuyla ilgili eleştiriler kendisine anımsatılınca:
Domuz gribinde meselemiz, “Aşıyı yaptırmak mı doğru, yaptırmamak mı?” idi. Bunda “GDO’lu gıda yenir mi, yenmez mi?” oldu.
Ve yine rekorları kırdık.
Tabii “saçmalama” rekorlarını...
Öyle ya, “bakanlığın (pardon kendi bakanının) ithal ettiği aşıyı reddeden yegâne Başbakan” herhalde dünyada sadece bizde var.
Atatürk, İsmet İnönü... Ve bir süre düşündükten sonra çok çok iki isim daha ilave edebiliyorsunuz: Biri dün Ankara’da yapılan törenlerle andığımız Bülent Ecevit ve bir de Allah sağlık versin, Süleyman Demirel.
Demirel’e o sıfatı kazandıran da Cumhurbaşkanlığı dönemindeki performansıdır, daha önceki dönem değil.
Başka kimse yok mu?
“Var” diyen gerekçeleriyle ortaya çıksın da konuşalım.
Biz yok diyoruz çünkü sırf devletin yüce makamlarında oturmak, Anayasa’nın verdiği en geniş yetkileri kullanmak bir insana “devlet adamı” sıfatı kazandırmak için yeterli sayılsaydı, biz de ülkemizdeki bolluktan söz ederdik.
Asıl konuya gelmeden söyleyelim:
“Devlet adamı, günlük siyasi çıkarların isabetli kararlarını değil, başında bulunduğu ulusun kaderini uzun vadede ve yapıcı yönde etkileyen büyük kararları veren ve onu gerçekleştiren adam”dır. “Ülkenin ve rejimin zor günlerinde onu selamete ulaştıran adam”dır.
Bülent Ecevit
Daha önce yine bu sütunda, Başbakan Erdoğan’ın “Benim bakanım, benim valim, benim müsteşarım” türü sözlerinin, “devlet adamlığı” denen kavramla bağdaşmadığından da, “şık” olmadığından da söz etmiştik.
Keza, kendisinden “Benim bakanım” yahut “Benim valim” diye söz edilen bir kimsenin, “Ben onun neden valisi oluyor muşum? Ben devletimin valisiyim, başkasının değil” diye düşünebileceğini -bu kadar açık olmasa da- dile getirmiştik. Bunu belirtmek için de “Bu görevlilerden hiçbirinin maaşını Erdoğan’ın vermediğini” vurgulamıştık.
Tabii dediklerimizi biz söyledik, biz dinledik. Çünkü Erdoğan o yanlışını hiç görmediği gibi, giderek bu tür söylemlerini daha da yoğunlaştırdı.
Ve son olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis Grubu toplantısında lafı “domuz gribi aşısına” getirip Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’ı alenen küçük düşürür şekilde, “Sağlık Bakanımla aynı düşünmüyorum. Onu da söyleyeyim. Kimseyi (aşı olmaya) zorlayamazsın! (...) Cebren bu iş olmaz” dedi.
Ama olayı, geçmişiyle ve bağlantılarıyla birlikte tartarsanız resim değişir.
Konuya girmeden önce anımsayacağınız bir örnekle başlayalım:
Milletvekili seçilen bir hanım başında “türban”la Meclis’e girerse, ne Meclis Meclis olmaktan çıkar, ne demokrasi zedelenir ne de insan hakları yahut hukuk ihlali söz konusu olur.
Doğru mu?
Doğru!
Peki Merve Kavakçı adında bir hanımın türbanıyla seçilip Meclis’e girmesi olayının tüm yapısı yukarıda dediğimizden mi ibaret idi?
Orada Necmeddin Erbakan’ın, “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına” namusu ve şerefi üzerine yemin eden 550 milletvekilinin gözleri önünde onlara, “Savunduğunuz rejimin de ettiğiniz yeminin de beş paralık değeri yok. Nitekim ben o dediğiniz inkılapları hiçe sayan birini oraya milletvekili sıfatıyla oturttum” demek için bunu yaptığını reddedebilir misiniz?
Daha çok örnek var ya biz gelelim günümüzün son olayına:
Kayseri’deki kilisenin restorasyonu üç yıl önce başladığına göre ortada “protokol” olsa da olmasa da belli ki o zaten açılacakmış. Ama öteki yani “Ermeniler taleplerini ortaya koymaya başladılar” diyen haberin üzerinde biraz durmak lazım.
Önce belirtelim:
Ermenilerin taleplerinde de yenilik yok. Şahsen biz bile taa 1968 yılında Los Angeles’ta görüştüğümüz Taşnaksiyun üyeleriyle tartışırken, “6 Osmanlı vilayetini geri alacağız” demeleri üzerine, “Size biraz pahalıya patlar. Bunun için ölecek 500 bin kişiniz var mı?” yanıtı verdiğimizi anımsarız.
Nitekim son olarak David Davidian isimli bir Ermeni aydını da 29 Haziran 2009 tarihli yazısında “Ermenistan topraklarının 30 bin kilometrekare olduğunu ama Sevr Antlaşması hükümlerine göre Türkiye’den 110 bin kilometrekare toprak almaları gerektiğini” savunuyordu.
Dünkü Hürriyet sadece toprak taleplerinin değil Türkiye’den “tazminat” taleplerinin de tüm hızıyla devam ettiğini, hatta Ermenistan’ın Bern Büyükelçisi Charles (Şahnur) Aznavour’un, 1924 tarihli, bilmediğimiz bir sözleşmeye atıfta bulunarak “O anlaşmayla vaat edilmiş toprakları almak için 85 sene daha bekleyemem” dediğini bildiriyordu.
Bunlar bir bakıma işin “fasa fiso” tarafı...
Asıl önemlisi son iki protokolü Ermenilerin nasıl gördüğü:
Protokole
Şimdi artık tek Demokrat Parti var.
Evet tek Demokrat Parti var ama, bu noktaya gelmek kolay olmadı. Çünkü dediğimiz gibi “siyaset bilmeyen siyaset mühendisleri” yüzünden siyaset yaşamımız devamlı “yapay bölünmelere” maruz kaldı.
Örneğin 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin tabanı, bu partinin 1960 Eylül’ünde Ankara’da bir Sulh Ceza Mahkemesi tarafından kapatılınca parçalara ayrıldı.
O taban üzerinde kurulan Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi’ni bir araya getirmek ve nihai bütünleşmeyi sağlamak tam 17 yıl aldı. 12 Eylül 1980 Askeri Yönetimi 1981’de tüm partileri kapatınca yeni bir parçalanma sürecine girildi. Türkiye siyasi hayatı -daha doğrusu Türk milleti- bunun bedelini daha ağır ödedi.
Çünkü yeni dönemin Anavatan Partisi zaten uzun soluklu bir çadır tiyatrosuydu. Bizzat Turgut Özal da “Bizim geçmişle ilgimiz yok. Biz dört eğilimi bünyesinde toplayan bir kitle partisiyiz” diyordu. Onun derdi uzun süre yaşayacak bir parti kurmak değil, konjonktürün iktidara getireceği bir siyasi hareketi organize etmekti.
Bunu yaptı. Başarılı da oldu. Ama partisi bir “çadır tiyatrosu”, kendisi de temel direği olduğu için o Cumhurbaşkanlığına seçilince çadır çöktü. Kalan aktörler uzun süre kendilerini aldattılar. Ama olmadı. Nitekim en sonunda ana adrese yani 1946’lardan akıp gelen nehre katıldılar.
Çok da iyi ettiler. Gerçi bu son yanlışın düzelmesi tam 28 yıl aldı ama, zararı yok. Gerçekten doğru olan yolu buldular.
Yeni Demokrat Parti’nin “Kurucu” Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un işi maalesef ilk DP’yi kuranlarınkinden çok daha zor. İki nedenle: